Mücadele eden her öznenin özcülüğe meyletmesi,
tabiîdir. Bu özcülük, özünde, kendiliğinden, bir vakitler muzaffer olup her
zaferin özüne kendisini yerleştirmiş olan burjuvazi ile ortaklaşacak, onun
kudretine bağlanacaktır. “İnsan” denilen öz, her zaferin doğal şartı gibi
sunulacak, mücadelenin öznesi, zamanla bu putun önünde diz çökecektir. Diz
çökülen bu putun kırılması, sömürü ve burjuvazi eleştirisi, eleştirinin eylemli
sürece sokulması ile mümkündür.
Mücadelenin salahiyeti için merkeze konulan “Kürd”,
“İslam”, “Alevî”, “devrim” vb., süreç içerisinde başkalarına toparlanmayı,
birlenmeyi emreder. Bu birlik, gerçek, hakikî bir birliktir. Masa başında
kotarılmış birlikler ise IŞİD’in ipe astığı kesik başları arzular. IŞİD, bir
açıdan, bölgede İslamî hareketin bir intihar etme biçimidir. IŞİD’e
küfrederken, sömürülenlere-mazlumlara kurtuluş yolu olacak bir İslamî harekete
küfretmek manasızdır. IŞİD’in panzehri, mazlumların muktedir olma kavgasını
çoğaltmak, kolektivize etmektir.
Çoğalamayan, kolektivize olamayan Kürd’ün öze
oturtulması, Kürdistan’ın özgürleştirilmesi meselesi, geçmişe ait iki imge
arasında sıkışmış durumdadır. Emperyalizmin bölgeye dayattığı bu iki imgenin
biri Türkiye, diğeri İsrail’dir. Kürdistan’a işaret eden her iradenin
karşısında bu iki örnek durmaktadır. Dolayısıyla, son dönemdeki yönelimlerin
iki örneğin peşinden giden gayretler olarak görülmesi mümkündür. Soru,
“Kürdistan, Türkiye gibi mi yoksa İsrail gibi mi kurulacak?”tır. Bir başka soru
daha eklenmelidir: “Bu iki imge dışında, Kürdlerin önünde başka bir kurucu imge
var mıdır?”
Özün çevresine dayattığı belirli bir tekleşme,
birlenme biçimi mevcuttur. Eğer kurulan masada taraflar, dipten derinden bir
dönüşümün ketlenmesini öngörmüşler, bu noktada uzlaşmışlarsa, diyelim, “Kürd”
denilen özden etrafa saçılan birlik edebiyatı, özünde, kelleleri toplayan,
gövdeleri ve iradeleri körleştiren bir edebiyat olacaktır. Bu aşamada, birlik
vurgusunun “demokrasi” ve “hukuk” sözcüklerine abanmaları, esasen bu
sözcüklerin anlattığı gerçekliği yok etmeye dönüktür. Kim demokrasi ve hukuktan
söz edip duruyorsa, orada alttakilerin kolektif iradeleri katlediliyordur.
Eğer “Kürd” denilen öz, zaferini Türkiye ve İsrail
olmak suretiyle kutlayacaksa, alttakilerin katli, dolayısıyla, vaciptir.
Konferanslarla önerilen şey, konferanslara çağrılan insanların,
temsiliyetlerine bakılması ve o salondan içeri girenlerin başlarının
toplanmasıdır. Bu, o başların gövdeden ayrılmasını, gövdenin toprağa kök salmış
kısımlarının budanmasını ifade eder.
Budanmaya direnen bir isim olarak Kadrican Mendi’nin
Demokratik İslam Konferansı eleştirisi önemlidir.[1] Burada, AKP şahsında
yeniden kurulan Türkiye’nin ve onun içindeki İsrail’in karşı tarafa alınması
vardır. Toplam Kürd hareketi içinde, son dönemdeki Gazze saldırıları sonrası,
yükselen sevinç naralarına, Güney’in petrolünün İsrail’e satılmasına yönelik
alkışa ve eskiden Barzanici olmasına karşın, İsrailci yaklaşımlara öfkelenen
Adnan Fırat’ın ait olduğu hareketten kopuşuna bir de buradan bakmak gerekir.
Bir de buna, HDP merkezli olarak yükselen “Yahudi düşmanlığı” eleştirileri
eklenebilir. Yıllar önce İsrail’de bir grup anarşistin havalimanında yaptığı
eylemi bugün yapılmış gibi gösteren ETHA bu kervana dâhil edilebilir. İsrail’i
makul gösterme gayretlerinin okuması buradan yapılabilir. “Cellâdına âşık”
Alevî’nin ana Kürd parantezine alınmasına bakılabilir. Bunlar hep, özcü Kürd’ün
kendisi için belki anlamlı, ama “Kürdöz” yapılar için anlamsız girişimlerdir.
Zira Kürd’deki ulus-devlet eleştirisi, aradaki “tire” işaretinin çözüldüğü,
ulusal dinamiklerin verili devlete diş bilediği gerçeğe karşı kördür.
Ulus-devlet eleştirisi, hem Kürd ulusunun hem de AKP devletinin savunma tarzı
olarak ortaya koyduğu bir tür liberalizmin ürünüdür.
Burada eleştirilmeye gayret edilen, özcülüğün
dayattığı birlikçiliktir. Aşiret reisleri, meleler, Müslüman kesimler, Türk
sosyalistleri vd. kesimlere takdim edilen birlikçilik, her türlü husumeti çekme
pahasına, eleştirilmeyi beklemektedir. Esasta söylenen şudur: öze hapsedilen,
diyelim, Kürd, başka mazlum milletlerle her türden rabıtasını yitirmekte, her
türden özcülüğün özü olan liberalizme, oradan da burjuvaziye kul olmaktadır.
Dolayısıyla, devlete diş bileyen Türk’se, o Kürd’ün onunla ilişki kurması da imkânsızdır.
Liberalizm, temelde dışlayıcıdır. O, “her insan
özgürdür” diyen köle sahiplerinin ideolojisidir. Burjuvazi, gerekli dersi
onlardan almıştır. Öze yerleştirilen “Kürd”, her şeyi kendisi yapan, her şeye
muktedir, her şeyi kendisine hak gören, bir burjuva özne kurgusudur artık. Bu
da onun ağzından çıkan özgürlük ve eşitliğin başka halkları ve milletleri
kucaklamamasını beraberinde getirmektedir. Kucaklaşma, ancak sadece onda
müşahhas olan bir “demokrasi” ve “cumhuriyet”te gerçekleşebilmektedir. Bugün
Kürdistan’ı İsrail imgesine göre kurmak niyetinde olanlar, “köy komünleri
kurduk” derlerken, İsrail’in birer köy komünü olan kibbutzlar üzerine bina
edildiğini, o kibbutzların önceleri Arapları reddettiğini, sonrasında o
Arapların ancak köle olarak çalıştırabildiğini biliyor olmalıdırlar.
Söz konusu dışlayıcılık, toparlanma, birleme işlemi
ile birlikte gerçekleşmektedir. Tüm Alevîleri, meleleri, solcuları
birleştirmek, bu özcülük nezdinde, onların toplumsal-tarihsel bağlarını kesmek
demektir. Burada birlik, nicelik ve sayıyla ilgilidir. Yani konferansa ve
birliğe gelenlerin kim oldukları, sayıları, nicelikleri önemlidir. Kim sorusu
“ne” sorusunu; sayılar, kitlenin kolektif tarihsel iradesini; nicelik de
hareketin niteliğini ezer, ezmek zorundadır. Esasen demokrasi tam da bu yüzden
vardır. Sonuçta eldeki Kürd’ü, özellikle seçimler dolayımıyla, “Kürd” denilen
özün etrafında toparlama girişimi, kendince fazlalık gördüğü şeyleri budamak
zorundadır.
Geçmişte AKP dışı ya da ona muhalif İslamî kesimlerin
birleştirilmesi girişimlerinde de benzer bir sorun mevcuttur. Yaklaşık iki yıl
önce Ayhan Bilgen’in öncülüğünde, İstanbul’da bir toplantı yapılmış, toplantıya
katılan kimi isimler, önceden belirli konuların konuşulup netleştirildiğini
gördüklerinden, girişime soğuk yaklaşmışlardır. Aynı niyetle toplanan başka bir
toplantıda ise, bu İslamî grupların şeflerinden oluşan, üst ve genel bir
sekreterya oluşturulmasını öneren Ayhan Bilgen, sonrasında, bir konferans
örgütlemiştir. O konferansa dair sözümüz o dönemde şu şekilde olmuştur:
“Kendi
alanlarımızı, geçmiş birikimlerimizi, gelecek tasavvurlarımızı mülk edinmemiz
temel günahımızdır. Bu kadar mülkiyet, rekabeti tetiklemekte, rekabet solcu ya
da İslamcı öznelerin hem kendi aralarında hem de kendi içlerinde mevcut olan
parçalanmayı derinleştirmektedir. Bu kafa, bu zihniyet üzerinden yan yana
gelmiş bir sol ile İslam, birbirine ancak kötü yanlarını, günahlarını
öğretebilir. Zira temel günahımız, onca sömürü ve onca zulüm varken hiçbir şey
yapmayacak düzeyde kendi bencil irademizin kölesi olmamızdır.”[2]
“Bencil irade” tabiri, özcülüğe işaret eder.
Ayhan Bilgen’in iyi niyetli yaklaşımı, HDP merkezli
yürüyen birlikçilik çabalarının bir tezahürü olmaktan kurtulamamaktadır. HDP,
herkesi, muhatap alınmaya, muhatap alınmak için de birleşmeye zorlamaktadır.
Önce sol ile yan yana gelebilecek İslamî kesimlerin görülmesi, sonra bunlarla
basit diplomatik bir ilişki kurulması, ardından, ilgili İslamî kesimlerin
gençlerine çağrıda bulunulması, hayırlı bir yöntem olmasa gerektir. Ağustos
ortasında yapılacak konferansın niyeti de aynı özcülükten mülhem bir tekleşmedir.
İyi niyetli bir sohbet ve piknik olarak örgütlenen bu çalışmada, IŞİD
gösterilip varolan liberal İslam sevdirilecektir. Sonrasında da “her şey
nafile” denilip, genel demokrasi mücadelesine dâhil olmak önerilecektir.
Özcülük, dolayısıyla, belirgin bir ben-merkezciliği de
üretmektedir. Mücadele içinde olan ve zulme uğrayan öznenin özcülük yapması
doğaldır. Mesele, bu özcülüğün bir tür yenilgi biçimi olduğunun
görülememesidir. Esasında özcülük, uğruna mücadele edilen şeyin merkeze
alınması, basit bir göndermeyle, çevrenin tehditlerinden kaçmayı anlatır. Bu,
işten kaçanın, ellerini fazlalık gibi görmesine benzer. Özcülük “tamam, ben
oldum” demektir, bu da işten el ayak çekmeyi ifade eder.
Özcülük, birlikçiliği dayatmakta, birlikçilik de olası
ve verili hasımlarını, rakiplerini ezmeyi getirmektedir. Zamanında heteredoks
(mülhid-sapkın) kabul edilenin belirli bir ortodoksi üretmesi, sorunludur. Tek
kitaba bağlanmayı emretmek, diğer kitapların tarihî mirasını toprağa
gömecektir.
Ayhan Bilgen, parti tarafından kendisine verilen
görevi başarıyla yerine getirmektedir. Ama buradaki eksiklik, İslamî
hareketlerin bu ortodoksiye diz çöktürülmesi, bunun için de onların İslamî
ve/veya hareket olan yanlarının budanmak istenmesidir. Liberal siyasetin
dayattığı budur. “İslamî hareket” teriminde “İslamî” Kürd’ün; “hareket” ise
AKP’nin hasmıdır. Budanmak istenene önce liberalizmin kabul ettirilmesi
gerekir.
Ama liberalizm şimşek gibidir; ardından gelecek gök
gürültüsünün, zulmün habercisidir.
Kimi iddialara göre, Sivil Cuma’lar ile AKP’nin
alanını Kürdistan’da daraltan PKK, sonrasında yapılan görüşmelerle bu
faaliyetinden vazgeçmiş, İslam konferansı düzenlemiş, buna bağlı olarak da
batıya HDP projesi sunulmuştur. Aslında bu Sivil Cuma’ların gerçekleşmesini
sağlayan hamle nezdinde anlamlı olan Altan Tan gibi isimler, boşa düştükleri
için HDP projesine ateş püskürmüşlerdir. Eğer bu iddia doğru ise, Altan Tan
yerini Ayhan Bilgen’e bırakmak zorundadır.
Ama mesele şahısların ötesindedir. Öcalan, Osmanlı’nın
yıkılmasında rol oynadığını iddia ettiği Arap İslam’ına ve İran’a kılıç
sallayınca, geriye bir tek Türkiyeli ve AKP’li İslam kalmaktadır.
İştirakî dolayımı
ile temas kurduğumuz Müslüman bireylerin belirgin bir kısmının “AKP ajanı”
olması şaşırtıcı değildir. AKP, olası tehditleri savuşturacak her türlü hamleyi
yapmak zorundadır. Savuşturma işleminde liberalizm en uygun yöntemdir. Yılların
İslamcısı şahıslar, karşımızda birden liberalizmi savunur bir konuma
düşmektedirler. Bu liberalizm, AKP’ye ait bir savunma biçimidir. O şahıs,
özünde hâlâ İslamcıdır ama iş pratik siyasete geldiğinde liberalizm savunusu
tek çare olmaktadır.
Ayhan Bilgen’in de bizimle ilk görüşmesinde, “güncel
siyasetten uzak durun, Bedrettin, Karmatîler falan yazın” deyip, iki gün sonra
güncel siyaset üzerine yazıların yazılacağı bir internet sitesi kurması da aynı
savunma biçimidir. O son yazılarında, “Alevî temsilcilerinin Alevîliği
güncellemeleri gerektiğinden”, “toplumsal hassasiyetlerin yok sayılmamasından”
bahsetmektedir. Ayhan Bilgen’in sözü dinlenseydi, demek ki son günlerde
İstanbul’da yaşanan çatışma olmaz, seçim çalışması yapılacak başka mahalleler bulunur,
HDP, Cephe’yle geçmişe dayanan husumetleri olan örgütlerin paravanı olarak
kullanılmaz, Demirtaş kampanyası, hem devrimcileri hem de onların temsil
ettikleri kitleleri kazanabilirdi. Ama maalesef burada mülhid olanın kafası
kesilmek zorundadır.
Ulusal birlik konusunda bir derdi olan ve özcü
refleksler taşıyan öznenin dışarı sunduğu liberalizmden ve birlikçilikten hayır
gelmez. “Bunun da yolu ulusal birlikten geçer. Bunun zemini var. Kürt halkında
büyük bir arzu var. Bunu daha çok geliştirmeleri gerekiyor. Gerekirse
yürüyüşler düzenlemeli. Halk artık ‘bir araya gelin, güçlerinizi birleştirin’
demeli. Kim gelmiyorsa ona yönelmelidir.” (Sabri Ok) sözlerinin sarfedildiği
ortamda, başkalarına, “ulusunuzdan ve devletinizden vazgeçin” diyen bir liberalizm
düşmektedir.
Bu, maalesef, İsrail’in de sık sık kullandığı bir
yöntemdir. İsrail, gayet açık bir dinî ve millî devlet iken, onun Yigael
Gluckstein (Tony Cliff) gibi muhipleri kibbutzlarda yetiştikleri günleri
unutmayıp, başka dinlere mensup kişilere dinsizliği, başka milletlere
devletsizliği, devletlere de milletsizliği öğütlemektedir.
İslamî hareketin vahdeti, bu türden bir liberalizme
karşı şerbetlenmek suretiyle mümkün olacaktır. Çözüm masası politik açıdan
kıymetlidir ama hareketin oradan neşet etmesi mümkün değildir. Kürd’ün ve tüm
mazlumların muhtaç olduğu güç, sömürü ve zulme karşı devrimci bir tevhid
mücadelesidir. Orada bir özcülük ve bu özcülüğün verdiği bir bitmişlik,
tamamlanmışlık hissi vardır. Bu anlayış ve hissiyatla herhangi bir yaraya
merhem olmak mümkün değildir.
Türkiye ve İsrail bitmiş, tamamlanmış birer imgedir.
Mücadelenin daha tam olmadığını, eksik olduğunu, eksikliğiyle başkalarını
görmesi, örgütlemesi gerektiğini anlayacağı yer de bu tevhidî mücadeledir.
Türkiye ve İsrail’den değil, sömürülen-mazlum halkların kolektif mücadelesinden
öğrenilen bir inşa süreci, Müslüman âlemi devrimci şuralarla tanıştıracaktır.
Eren Balkır
30 Temmuz 2014
Dipnotlar:
[1] Kadrican Mendi, “Demokratik İslam Kongresi ve Öcalan’ın ‘Teopolitik’i”, 13
Mayıs 2014, İslami Analiz.
[2] Eren Balkır, “Yan Yana ya da Yana Yana”, 5 Ocak
2013, İştirakî.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder