Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanlığı vizyon belgesi
konuşmasında, hapis süreciyle ilgili olarak, “bizi denklemin dışına çıkartmak
istediler, ama biz direndik, çıkmadık.” diyor. Sonra, “oy kullanmak dahi
kâfirliktir” diyen, neredeyse tüm İslamî kesimleri, kervanın peşine takıyor. Bu
arada “iyi de bu denklem kimin denklemi, onun içinde olmanın kime faydası var?”
sorusunu dinen ve siyaseten sorana rastlanmıyor.
Sol da artık, sırf bu soyut denklemin bir yerlerinde
olmak için siyaset yürütüyor. İllegal ile legal alan arasında, bu denklemin bir
yerinde olma noktasında, bir ayrım bulunmuyor.
Bugün, Okmeydanı’ndaki kızıl maskeli gençleri yerden
yere vuranlar, Ortadoğu’daki “İslamî yükseliş”in karşısına, AKP’ye inat, batılı
ve laik bir alternatif çıkartmak için, bugüne dek ağzına almadıkları FHKC’nin
bayrağını sallıyorlar. Oysa Okmeydanı’ndaki gençler, o maskeleri Filistinli
yoldaşlarından ödünç alıyorlar. Davulun sesi ancak uzaktan hoş geliyor.
FHKC, İsrail’in son katliamına karşı enternasyonal
dayanışmanın hedefinin ne olması gerektiğini söylüyor: “İsrail
konsolosluklarını işgal edin” emri, FHKC’yi iç politika malzemesi olarak
istismar eden solun kalın duvarına çarpıyor. Terk etmeyi hiç fehmetmediği
sokakta, onca insan katledilirken, şenlik düzenlemeyi ya da tatil beldelerinde
yüzüp eğlenmeyi düşünebiliyor ancak. “Tek tanrım var, o da hayattır” diyen sol,
mücadeleyi ve politikayı egemenlerin kurduğu hayata kul ediyor; bu da,
denklemin bir yerinde olmayı siyaset yapmak zannetmekle sonuçlanıyor. Yapılan
ajitasyon-propaganda, insanların siyasîleştirilmesi, hepten, bu denklemin
kendisi için icra ediliyor sanki. Kitleler değil, tek tek bireyler, bu denkleme
dâhil edilmeye çalışılıyor. Belki de sol, devrimin ve sosyalizmin de bu denklem
uyarınca gerçekleşeceğini düşünüyor, kimbilir!
Bugün, tek tanrısı kendi hayatı olan bireyler, köşe
başlarını tutmuşlar; fabrikalarda, atölyelerde, tarlalarda, varoşlarda,
okullarda, genelevlerde, bilcümle sömürü ve zulmün hüküm sürdüğü yerde yaşanan
hayatı bu bireyler, ancak edebîleştiriyorlar. Edebiyatta nam salmak, köşe
kapmak için, bu mevziler bir bir terk ediliyor.
Bireyse, siyaseti ancak kendi nefsinden, kendi
çıkarından, kendi soluğundan ve kendi bedeninden kurabiliyor. Sömürü ve zulmün
hüküm sürdüğü yerde yaşanan kolektif ruh ve beden bu kurguyu her sarstığında,
birey, siyaseten ve ideolojik olarak, denklemdeki yerine koşuyor hemen. Birey
siyaseti, yayın organını halka, üstelik o gerçeği damarında, kanında, kemiğinde
yaşayan halka, “gerçekleri bizden okuyun” diye satıyor. Burjuvazinin veya
devletin açtığı kum havuzlarında, o özel sokaklarda, o serin kafe ve barlarda
memleket kurtarılıyor, devrim yapılıyor; sonra da “buralar mevziimiz, ne yani,
düşmana mı terk edelim” deniliyor. Hayatı tanrı kılan birey siyaseti, “kardeşim
bu sene de tatil yapmayın, mücadelenin alevlendiği yere kamp kurun”
denildiğinde, “ne yani, tatil bir haktır, onu da mı burjuvaziye bırakalım,
sosyalistlerin de iyi yaşamaya hakkı var” cevabını yapıştırıyor. Suriyeli
göçmenlerin, Kobanê’nin, Filistinlinin, HES mağduru Rizelinin, hele ki Somalı
madencinin hakkı değil mi yaşamak? Onca zulüm varken, neyin nesi dinlenmek,
tatil, nefeslenmek…
Geçmişte o sömürüyü ve zulmü anlatmış, ona karşı
mücadele etmiş insanlar, özel bireyler olarak, tezgâhlara konuluyorlar sonra.
Bireyden doğru kurulmuş siyaset, sadece özel bireylere ya da genel sömürü ve
zulümden sıkılmış, özelleşmek isteyen bireylere seslenebiliyor. Marx ya da
Kaypakkaya ya da Mahir, özel birey etiketine hapsediliyor ve onun üzerinden,
birey özneler, kendilerini beğendirebileceklerini düşünüyorlar. Marx’sız
marksizm, Kaypakkaya’sız kaypakkayacılık, Mahir’siz mahircilik, hep, bu kişilerle
kişisel, özel, bireysel bir ilişki kurmanın sonucu. Onların ait oldukları
kolektif kavga, başka nasıl susturulabilir ki?
Polisin teşhir masasını tek tekmeyle devirmiş yiğit
bir komünistin hatırası da burada kıymet buluyor. Bugün, o komünistin kolektif
hatırasının arkasına sığınanlar, “sosyalizmin özünü ben anladım; o da tembellik
hakkıdır” diyor utanmadan. Alın teri kenara itiliyor, bireylere, hiç
çalışmayacakları, tembellik edecekleri bir hayat vaat ediliyor. Bu zihniyet, iç
kriz sonrası, tarihi mülküne almak istiyor ve bir tarih kitabı yazıyor.
Örgütünün tarihini anlattığı bu kitapta, örgütünün, kitlelerin herhangi bir yarasına
merhem olmuş bir işine, politik alana dönük herhangi bir devrimci müdahalesine
ya da teorik açmazlara dair herhangi bir çözümüne rastlanmıyor. Varsa yoksa
özel bireylerin özel odaların özel kapıları ardında toplanmış konferanslarından
ve kongrelerinden bahsediliyor. Bir örgütün tarihi, asla aşamıyor o kapıları.
Bugün, bu ülkenin komünist partisi olduğu iddiasındaki
yapı, Haziran Kıyamı’nın sarsıcı etkisi ile içe doğru çöküyor. Özel örgütün
özel sahibi diyor ki, “biz devrim arayışımızı TKP tarihi ile buluşturmak için
TKP ismini aldık.” Yani, böylelikle, “TKP hiç devrimci olmadı” ya da “TKP hiç
devrim arayışında olmadı” demiş oluyor. Bir zamanlar kitle arayan sonra da onu
Kürd’ün oluşturduğu hazır kitlede bulan sol örgüte, bir de devrim arayanların
örgütü eklenmiş oluyor. Devrimin vura vura, kitlenin kura kura oluşturulduğu,
bu arayışçıların kitaplarında yazmıyor. Çünkü bunların kitabında, sadece özel
insanların özel bilgileri ve özel dünyaları, bu bilgi ve dünyanın üzerinde
yükseldiği özel ve metafizik bir “devrim” ve “kitle” yazılı.
Bir zamanlar TKP’nin bir kademesinde bulunmuş olmak,
kimseyi o mirasın varisi veya mâliki kılmıyor. Meseleye böyle yaklaşınca TKP,
ülke tarihindeki tüm politik-ideolojik kırılmaların ve sıçramaların üzerini
örten bir şala dönüşüyor. TKP ismini almak da, TKP’nin “gerçek sahibi benim”
demek de, sadece sol içine siyaset yapıldığının bir kanıtı aslında. Ta
Komintern’den gelen bir kurgu olarak, “tek ülke, tek sınıf, tek parti” anlayışı
da doğalında eleştirilemiyor. Bu denklemde duran arkadaşlar, ülkenin, sınıfın,
partinin bölünmesini tehlikeli görüyorlar. Ama Komintern’in devrim sonrasına
ait olduğu, devrim öncesinin farklı dinamikleri ve ihtiyaçları öne çıkardığı
kesinlikle görülmüyor. Başarılı olmuş bir pratiğin taklitçiliğinin otomatikman
başarı getireceği satılıyor özel bireylere. İşi gücü salt partiyi legale,
selamete çıkartmak, denkleme bağlamak olan bir yapı, bu siyasetini Komintern
referansıyla devrimci kılacağını sanıyor, yanılıyor.
Siyaset bireyin kendi varlığı, nefsi ve bedeninden
gerçeğe doğru kurulunca, “her şeyin başı sonu benim” türünden cümleler
dökülüyor ağızdan. Bu, esasında, bireyin, politikanın dayattığı kolektif
disiplin, hiyerarşi ve işbölümüne karşı kendisini koruma biçimi. Söz konusu
yaklaşımın, zorunluluk gereği, biçimsel ya da geçici de olsa, siyaseti,
bireyden değil, kitleden, kolektif olandan, kitlelerin devrimci gerçekliğinden
kuranları tasfiye etmesi zorunlu. İkinci yolun zorluğu, siyasetin buradan
kurulması, devrimin hamallarını, sosyalizmin işçilerini, kavganın amelelerini
çağırıyor olması. İkinci yol, özel bireylerin özel postalarına, ulaklarına,
apolitik pazarlamacılarına asla seslenmiyor.
Eren Balkır
19 Temmuz 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder