Pages

20 Temmuz 2014

Denklem


Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanlığı vizyon belgesi konuşmasında, hapis süreciyle ilgili olarak, “bizi denklemin dışına çıkartmak istediler, ama biz direndik, çıkmadık.” diyor. Sonra, “oy kullanmak dahi kâfirliktir” diyen, neredeyse tüm İslamî kesimleri, kervanın peşine takıyor. Bu arada “iyi de bu denklem kimin denklemi, onun içinde olmanın kime faydası var?” sorusunu dinen ve siyaseten sorana rastlanmıyor.

Sol da artık, sırf bu soyut denklemin bir yerlerinde olmak için siyaset yürütüyor. İllegal ile legal alan arasında, bu denklemin bir yerinde olma noktasında, bir ayrım bulunmuyor.

Bugün, Okmeydanı’ndaki kızıl maskeli gençleri yerden yere vuranlar, Ortadoğu’daki “İslamî yükseliş”in karşısına, AKP’ye inat, batılı ve laik bir alternatif çıkartmak için, bugüne dek ağzına almadıkları FHKC’nin bayrağını sallıyorlar. Oysa Okmeydanı’ndaki gençler, o maskeleri Filistinli yoldaşlarından ödünç alıyorlar. Davulun sesi ancak uzaktan hoş geliyor.

FHKC, İsrail’in son katliamına karşı enternasyonal dayanışmanın hedefinin ne olması gerektiğini söylüyor: “İsrail konsolosluklarını işgal edin” emri, FHKC’yi iç politika malzemesi olarak istismar eden solun kalın duvarına çarpıyor. Terk etmeyi hiç fehmetmediği sokakta, onca insan katledilirken, şenlik düzenlemeyi ya da tatil beldelerinde yüzüp eğlenmeyi düşünebiliyor ancak. “Tek tanrım var, o da hayattır” diyen sol, mücadeleyi ve politikayı egemenlerin kurduğu hayata kul ediyor; bu da, denklemin bir yerinde olmayı siyaset yapmak zannetmekle sonuçlanıyor. Yapılan ajitasyon-propaganda, insanların siyasîleştirilmesi, hepten, bu denklemin kendisi için icra ediliyor sanki. Kitleler değil, tek tek bireyler, bu denkleme dâhil edilmeye çalışılıyor. Belki de sol, devrimin ve sosyalizmin de bu denklem uyarınca gerçekleşeceğini düşünüyor, kimbilir!

Bugün, tek tanrısı kendi hayatı olan bireyler, köşe başlarını tutmuşlar; fabrikalarda, atölyelerde, tarlalarda, varoşlarda, okullarda, genelevlerde, bilcümle sömürü ve zulmün hüküm sürdüğü yerde yaşanan hayatı bu bireyler, ancak edebîleştiriyorlar. Edebiyatta nam salmak, köşe kapmak için, bu mevziler bir bir terk ediliyor.

Bireyse, siyaseti ancak kendi nefsinden, kendi çıkarından, kendi soluğundan ve kendi bedeninden kurabiliyor. Sömürü ve zulmün hüküm sürdüğü yerde yaşanan kolektif ruh ve beden bu kurguyu her sarstığında, birey, siyaseten ve ideolojik olarak, denklemdeki yerine koşuyor hemen. Birey siyaseti, yayın organını halka, üstelik o gerçeği damarında, kanında, kemiğinde yaşayan halka, “gerçekleri bizden okuyun” diye satıyor. Burjuvazinin veya devletin açtığı kum havuzlarında, o özel sokaklarda, o serin kafe ve barlarda memleket kurtarılıyor, devrim yapılıyor; sonra da “buralar mevziimiz, ne yani, düşmana mı terk edelim” deniliyor. Hayatı tanrı kılan birey siyaseti, “kardeşim bu sene de tatil yapmayın, mücadelenin alevlendiği yere kamp kurun” denildiğinde, “ne yani, tatil bir haktır, onu da mı burjuvaziye bırakalım, sosyalistlerin de iyi yaşamaya hakkı var” cevabını yapıştırıyor. Suriyeli göçmenlerin, Kobanê’nin, Filistinlinin, HES mağduru Rizelinin, hele ki Somalı madencinin hakkı değil mi yaşamak? Onca zulüm varken, neyin nesi dinlenmek, tatil, nefeslenmek…

Geçmişte o sömürüyü ve zulmü anlatmış, ona karşı mücadele etmiş insanlar, özel bireyler olarak, tezgâhlara konuluyorlar sonra. Bireyden doğru kurulmuş siyaset, sadece özel bireylere ya da genel sömürü ve zulümden sıkılmış, özelleşmek isteyen bireylere seslenebiliyor. Marx ya da Kaypakkaya ya da Mahir, özel birey etiketine hapsediliyor ve onun üzerinden, birey özneler, kendilerini beğendirebileceklerini düşünüyorlar. Marx’sız marksizm, Kaypakkaya’sız kaypakkayacılık, Mahir’siz mahircilik, hep, bu kişilerle kişisel, özel, bireysel bir ilişki kurmanın sonucu. Onların ait oldukları kolektif kavga, başka nasıl susturulabilir ki?

Polisin teşhir masasını tek tekmeyle devirmiş yiğit bir komünistin hatırası da burada kıymet buluyor. Bugün, o komünistin kolektif hatırasının arkasına sığınanlar, “sosyalizmin özünü ben anladım; o da tembellik hakkıdır” diyor utanmadan. Alın teri kenara itiliyor, bireylere, hiç çalışmayacakları, tembellik edecekleri bir hayat vaat ediliyor. Bu zihniyet, iç kriz sonrası, tarihi mülküne almak istiyor ve bir tarih kitabı yazıyor. Örgütünün tarihini anlattığı bu kitapta, örgütünün, kitlelerin herhangi bir yarasına merhem olmuş bir işine, politik alana dönük herhangi bir devrimci müdahalesine ya da teorik açmazlara dair herhangi bir çözümüne rastlanmıyor. Varsa yoksa özel bireylerin özel odaların özel kapıları ardında toplanmış konferanslarından ve kongrelerinden bahsediliyor. Bir örgütün tarihi, asla aşamıyor o kapıları.

Bugün, bu ülkenin komünist partisi olduğu iddiasındaki yapı, Haziran Kıyamı’nın sarsıcı etkisi ile içe doğru çöküyor. Özel örgütün özel sahibi diyor ki, “biz devrim arayışımızı TKP tarihi ile buluşturmak için TKP ismini aldık.” Yani, böylelikle, “TKP hiç devrimci olmadı” ya da “TKP hiç devrim arayışında olmadı” demiş oluyor. Bir zamanlar kitle arayan sonra da onu Kürd’ün oluşturduğu hazır kitlede bulan sol örgüte, bir de devrim arayanların örgütü eklenmiş oluyor. Devrimin vura vura, kitlenin kura kura oluşturulduğu, bu arayışçıların kitaplarında yazmıyor. Çünkü bunların kitabında, sadece özel insanların özel bilgileri ve özel dünyaları, bu bilgi ve dünyanın üzerinde yükseldiği özel ve metafizik bir “devrim” ve “kitle” yazılı.

Bir zamanlar TKP’nin bir kademesinde bulunmuş olmak, kimseyi o mirasın varisi veya mâliki kılmıyor. Meseleye böyle yaklaşınca TKP, ülke tarihindeki tüm politik-ideolojik kırılmaların ve sıçramaların üzerini örten bir şala dönüşüyor. TKP ismini almak da, TKP’nin “gerçek sahibi benim” demek de, sadece sol içine siyaset yapıldığının bir kanıtı aslında. Ta Komintern’den gelen bir kurgu olarak, “tek ülke, tek sınıf, tek parti” anlayışı da doğalında eleştirilemiyor. Bu denklemde duran arkadaşlar, ülkenin, sınıfın, partinin bölünmesini tehlikeli görüyorlar. Ama Komintern’in devrim sonrasına ait olduğu, devrim öncesinin farklı dinamikleri ve ihtiyaçları öne çıkardığı kesinlikle görülmüyor. Başarılı olmuş bir pratiğin taklitçiliğinin otomatikman başarı getireceği satılıyor özel bireylere. İşi gücü salt partiyi legale, selamete çıkartmak, denkleme bağlamak olan bir yapı, bu siyasetini Komintern referansıyla devrimci kılacağını sanıyor, yanılıyor.

Siyaset bireyin kendi varlığı, nefsi ve bedeninden gerçeğe doğru kurulunca, “her şeyin başı sonu benim” türünden cümleler dökülüyor ağızdan. Bu, esasında, bireyin, politikanın dayattığı kolektif disiplin, hiyerarşi ve işbölümüne karşı kendisini koruma biçimi. Söz konusu yaklaşımın, zorunluluk gereği, biçimsel ya da geçici de olsa, siyaseti, bireyden değil, kitleden, kolektif olandan, kitlelerin devrimci gerçekliğinden kuranları tasfiye etmesi zorunlu. İkinci yolun zorluğu, siyasetin buradan kurulması, devrimin hamallarını, sosyalizmin işçilerini, kavganın amelelerini çağırıyor olması. İkinci yol, özel bireylerin özel postalarına, ulaklarına, apolitik pazarlamacılarına asla seslenmiyor.

Eren Balkır
19 Temmuz 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder