Kavga, mücadele ve savaş, kafada tasavvur edilen cennet
hâline kurban ediliyor. Bu üç olgunun gerçekliği, özdeki liberalizmi saklamak
için bir kılıf olarak kullanılıyor.
Doğa ve Tanrı gibi kavramlarla ifade edilen cennet
hâli, bir masumiyet çığlığıdır aynı zamanda. Ama bu kavramlar, gerilimlerin,
çelişkilerin ve çatışmaların çözüldüğü, ortadan kaybolduğu yer olarak, bir
yalanı gizler. Bu yalan, gerilimsiz, çelişkisiz ve çatışmasız; sonuçta
kavgasız, mücadelesiz ve savaşsız bir gerçek kurgusuna dairdir.
Kış Uykusu gibi
filmlerde doğaya yönelik atıf, liberalizmin meşrulaştırılması girişimidir.
Tanrı’ya yapılan atıf da benzer bir işlev görür çoğu zaman. Hâlbuki ortada bir
gerilim, çelişki ya da çatışma varsa, bu, herkesi keser. Gücün kendisi
arkasında secdeye varmak, kimseyi kurtarmaz. Demir sandığa saklansan da gelir
bulur. “Sessiz çoğunluk” teraneleri, esasında bu gerilimsiz, çelişkisiz,
çatışmasız cennet diyarına göndermede bulunur. Oysa bunların kesmediği bir
gerçeklik yoktur. Gerilimin, çelişkinin ve çatışmanın tarafı olan fail, bu
taraflılığını öznel, benmerkezci bir pratik olarak ifa ettiği sürece, “sessiz
çoğunluk” denilen liberalizme hizmet edecek, görevi bittiğinde de ona teslim
olacak, susacaktır. Demek ki, çoğalmak için çabalamak, kavganın, mücadelenin ve
savaşın dilini lâl etmeyi gerektirir.
Sessiz çoğunluk masalı, kendi biricikliğinin
pohpohlanmasından hoşlananlar içindir. Bu çocukluk hâline, “biz durduk,
Türkiye’de siyaset durdu; sol, siyaset yapamaz oldu” diyenlerin aldatmacaları
denk düşer. Bir de, kitle çalışmasını ve siyasetini borsa danışmanlığı ile
karıştıranlar… Bu kesim de “bu süreçte kaybettiklerimizi fazlasıyla
kazanabiliriz” der.
Cennet tasavvuru, ister Doğa’ya ister Tanrı’ya atıfla
teşekkül etsin, genel, kolektif ve nesnel değil, özel, bireysel ve özneldir her
daim. Yani bu cennet, o tasavvuru teşekkül eden özel bireylerin öznel bir
kazanımıdır. Dolayısıyla “sessiz çoğunluk”a bakan göz, orada sadece kendine az
çok benzeyenleri görecektir. Madenci çocuklarına ilim-irfan öğretecek, “geri
kalmış Doğu’ya model, ileri Batı’ya işaret fişeği” olacaktır.
* * *
Sosyalizmin Doğa’yla; İslam’ın Allah’la kurduğu
ilişkide baskın bir küçük burjuva tarz mevcuttur. Her ikisi, anlamsız bir yarış
içerisindedir. Sürekli gerilimlere, çelişkilere ve çatışmalara işaret edilmesi,
Doğa ve Tanrı’yı yardıma çağırmak demektir. Burada Doğa da Tanrı da küçük
burjuva öznelliğin metaforundan ibarettir. Küçük burjuva zihniyetin,
“Gazzeliler kenti boşaltıp hicret etsin” demesi bundandır. Tam bu söz
edildiğinde, Gazze’nin insansızlaştırılması amacıyla İsrail ordusu kara
operasyonuna başlamaktadır. Demek ki İsrail operasyonu daha Gazze’de
başlamazdan önce, Türkiye’de kimi İslamcıların kafasının içinde başlamıştır
bile. Bugüne bakarken kullanabileceğimiz, tarihe ait, temiz, steril, mutlak,
pirüpak, cennetvari bir moment yoktur. Bu tip momentler belirleyip onları âna
dayatmak, bir tür teslimiyet biçimidir.
Düşmanın kontrgerilla talimnameleri de
taktik-stratejileri de mevcut cennet tasavvurunu kendi çıkarına göre maniple
etme üzerine kuruludur. Baskı ve zulüm, büyük ölçüde bu manipülasyon ve kontrol
yöntemi uyarınca gerçekleştirilir. Kitleler, cennet tasavvurlarına
yönlendirilirler ve bir yandan da cennet tasavvurlarını tekellerine almış
bireyler ön plana çıkartılırlar. Bu bireyler, kronolojik olarak, sonrasında,
mevcut nizama bağlanırlar.
“İslam’ın içine kılıç girdi, her şey bozuldu, güzelim
liberal cennetimiz dağıldı”[1] türünden ağlamaklı ifadeler, belirgin bir
yenilgiye ve teslimiyete denk düşerler. Tabiatıyla bu, gerilim, çelişki ve
çatışmadan azade, kavga, mücadele ve savaştan vareste olan bir ideolojik
kurguya işaret eder.
Kavga, mücadele ve savaş içerisinde varlık ve ruh
üzerinden İslam bileylenmiş, bu kılıç, varlığını egemenlerin varlığına, ruhunu
tağutların ruhuna teslim edenlerce kırılmak istenmiştir. Bu teslimiyet, bir
Müslüman’ın devletiyle kurduğu ideolojik ilişki üzerinden, İsrail’i meşru bir
devlet kabul etmeye; bir solcunun burjuvaziyle kurduğu ideolojik ilişki
üzerinden, İsrail’in katlettiği Müslüman Filistinlileri “Arap” veya
“ezilen-sol” kümesine sokmaya itmiştir. Filistin’de “Arap” değil, Müslüman
direnişçiler olduğu, Arap devlet başkanlarının suskunluğundan bellidir.
* * *
Düşman, failin gereksizliğini, acziyetini,
yanlışlığını, kirliliğini ona kabul ettirdiğinde, o fail bu hâlini, yani
gereksiz, aciz, yanlış ve kirli oluşunu dışa aksettirecek, “benden başka kimse
devrimci, Müslüman, ezilenci, işçici, komünist vs. değil” diyecektir.
Dolayısıyla kavganın, mücadelenin ve savaşın hiç olmayan bir yüce durumu adına,
varolan kavga, mücadele ve savaş, gereksiz, aciz, yanlış ve kirli ilân
edilecektir. Düşmanın kitleleri mecbur ettiği liberal cennet kurguları, bu
türden bir ilâna mahkûmdur.
Cennet tasavvuru, silâhın da sözün de üzerine
kurulabilir. Bunlar, bireyin serbestiyetine imkân veren araçlardır sadece.
Demek ki elde silâh savaşmak, her zaman savaşmak değildir. Silâh, bazen bireyin
kitlesel, kolektif ve nesnel mücadeleye küfretme biçimidir. Düşmanın istediği
de kitlelerin bu silâha örgütlenmeleridir.
Bu “taş, kâğıt, makas” oyununda, taşa örgütlenenlerin
kâğıda ve silâha örgütlenenleri küçük görmesi ya da kâğıda örgütlenenlerin taşa
ve silâha örgütlenenleri hor görmesi, önemsizdir. Bunları rekabetin konusu
kılanlar, kendi mülklerini kutsallaştıran, onu cennet diyarının merkezi,
Kâbe’si kılan, küçük burjuvalardır. Bu oyuna gelmemek şarttır. Meselenin içe
dönmüş olması, yani taşın, kâğıdın ve silâhın yarıştırılması, bunların alanının
tıkandığının alametidir. Taş toza karışmak, kâğıt yırtılmak, metal yorulmak
üzeredir. Dolayısıyla rekabet taşa, kâğıda ve silâha örgütlenmiş kitlelerin
mülk olarak görülmesi ile ilgilidir. Bu tozlaşmayı, yırtılmayı ve yorulmayı
gören küçük burjuvalar, içe dönük siyasetle, kendi kitlelerini muhafaza etmek
gayretindedirler.
Cennete yönelik atıf, kavganın, mücadelenin ve savaşın
çözülmeye, teslim olmaya başladığı eşiktir. “Komün yaşarız, herkes bizi sever,
etrafımızda toplanır” türünden bir apolitizm, tümüyle politika alanında manidar
olan kavga, mücadele ve savaşın bitimine, ölümüne dair bir işarettir.
Bu komüncülük, işçi, ezilen ve halk gibi kavramları
istismar etmek zorundadır. Bireye doğru kapatılmış komün, liberal bir cennet
masalıdır. Bu kurguda karşı tarafın da tekleştirilmesi zorunludur. Masalın bir
muhataba ihtiyacı vardır. Bunlar hep, liberal bireyin hezeyanlarıdır.
* * *
Birey özgür olursa, zihnî melekeleri üst düzeye
çıkarsa, “sosyalizm”in fark edileceği ve bilince çıkartılacağı zannediliyor.
“Yeni insan” yaratma pratiği, devrim sonrasından alınıp bugüne dayatılıyor.
Ellilerle birlikte Sovyetler’e yönelik eleştiriler, siyasetin ve ideolojinin
iyiden iyiye birey edebiyatına boğulması ile sonuçlanıyor. Kitlelere sırtını
dönen sol, koşa koşa bireye sarılıyor. Marx'ın, en fazla bir sol liberal olduğu
dönemde kaleme aldığı yazılar, en hakikî Marksizm olarak rafları dolduruyor.
Demokrasiye ve hukuka yönelik vurgunun nedeni de
burada. Sosyalizm, bireyin zihin-akıl planında erişebileceği en üst seviye
olarak kodlanıyor. Bilgisayar oyunlarından sıkılmış gençlere sosyalizm, bu
türden bir ideolojik yükle, bir oyun olarak satılıyor. Cennete giden gemiye
özel bireyler doldurmak için demokrasiye ve hukuka vurgu yapılıyor, yoksa
demokrasi ve hukuk ilerlese, bunların sömürüye ve zulme karşı yapacakları bir
şey yok. Sömürü ve zulme karşı mücadelenin bu kesimlerin elinde, demokrasi ve
hukuk mücadelesini disipline ve terbiye edememesinin nedeni burada. Bitimsiz
bir demokrasi ve hukuk mücadelesi, sömürü ve zulmün ömrünü uzatıyor aslında.
Bireyin gelişkinliği ve ilerlemesi adına önemsenen demokrasi ve hukuk,
sömürüleni ve mazlumu, onun kolektif mücadelesini bastırmak zorunda.
Sinan Gorgan’ın yazısı[2] da böylesi bir bireysel oyun
pratiğine davet ediyor okurunu. Kolektif, nesnel ve genel olana düşmanlığı
edepsiz bir yerden kılıflandırmaya çalışıyor.
Birey cennetine halel getiren İslam’a küfrederek
başlıyor söze yazar. Kendi küçük burjuva cennetini hemen korumaya alıyor, buna
da “sosyalistlik” diyor. Kendi gibi küçük burjuva bireylere seslendiğinden,
İhsan Eliaçık ve Antikapitalist Müslümanlar konusunda ikazlarda bulunarak,
bunların “gerici”, “sırtlan” ve “tehdit” olduğunu söylüyor.
Sol, bizzat alandaki devrimcilerin müdahaleleriyle
Müslüman kesimin nötralize edildiği Çorum olaylarını hemen kendi güdük
anti-AKP’ci siyasetine malzeme hâline getiriyor. Gorgan da solculara yönelik
tüm saldırıların bu ülkenin Müslümanlarınca gerçekleştirildiğini iddia ediyor.
Aynı şekilde bir Müslüman da Sovyetler’de toprak ağalarına karşı başlatılan
kolektivizasyon siyaseti uyarınca uygulanan baskı politikasını İslam’ın kökünü
kazıma amaçlı bir eylem olarak görüyor, gösteriyor. Bu tahterevallinin hareketi,
sadece efendileri sevindiriyor.
Derhal akla Çorum, Maraş, Sivas geliveriyor.
“Camilerden çıkanlar katletmedi mi insanımızı?” diye soruyor Gorgan. Bu soruyu
soran, üstelik, devlete karşı olduğunu iddia ediyor. Kontrgerillayı ve devletin
hamlelerini görmeyen, sadece zahirde yaşanana kilitlenen bir yaklaşım, tarihi
ancak kendi çıkarları için istismar edebiliyor. Mücadele içerisinde
olunmadığından, mücadelenin maddîliği ve diyalektiği, bireyin tanrısallığı
adına siliniveriyor. Yani bir gün önce o camide namaz kılanla, bir gün sonra
Alevîlere saldıranın aynı politik varlık olmadığını göremiyor. Ayrımın
silinmesi için politikanın da silinmesi zorunlu demek. Kaldı ki Alevîlerin
cemlerinin yasaklanmasına ve camilerin devlet kurumu hâline getirilmesine ses
çıkarmamış olan sol, ter dökmeden, her şeyi mülk edinmek istiyor aslında.
Bu mülk edinme de, küçük burjuva bireylerin yaşam
biçimlerine uygun olarak ifa ediliyor. 1920’lerde bir avuç tefecinin,
kompradorun yaşam tarzıyla ortaklaşmak suretiyle buluyor kudreti ve imkânı.
Sonra da o tefeciye ve kompradora karşı şu veya bu biçimde belirli bir varoluş
mücadelesi veren bir ideolojiyi tehdit olarak algılıyor. Burjuvazinin liberal
ve muhafazakâr çöplüklerinden beslenen bu kesim, İslamî kavganın bölgesel
anlamını kavramaya çok uzak.
Bu kavrayış eksikliği fizikî ayrımda dil buluyor.
“Onlar bizden başka” deniliyor, “özünde bizim gibi olamaz, bizim seviyemize
gelemez, dolayısıyla mahallemde Arap turist görmek istemiyorum” noktasına
geliniyor. Kimse de “madem solcusun, sen de çıkart artık başını o turistik
beldelerden” demiyor. Politika ve mücadele fazlalık, kir görüldüğünden
temizleniyor, buna da “solculuk” deniliyor. Yapılan ayrım, apolitizmle politika
arasında aslında. Müslüman’ın, İslam’ın bu kadar politikleşmesine ne AKP’liler
ne de CHP kuyrukçuları tahammül edebiliyor. AKP, Cemaat saldırısı ile dinî
cemaatlerin devlete müdahilliğini bir kılıç darbesiyle kesip atıyor. Laisizmin
bekçisi AKP oluyor, Gorgan gibi laikler de yardakçılık yapıyor, mazlum Müslüman
halkın tağuta ve zulme karşı mücadelesinin bastırılmasına.
Sinan Gorgan, o mücadeleyi bastıranın önünde diz çöküp
yemin ediyor: “Biz dünyevîyiz!”
Bu şu demek: “bu dünya bizim. Madem bu dünyaya dair
bir lafınız yok, kaybolun!” Burada tabii ki dünyanın gerçek sahiplerine
doğalında hizmet yemini edilmiş olunuyor. “Aramızdaki o Allah’ı da
kaldırırsanız, sizinle kucaklaşırız” diyor yazar. Esasında Allah, varolan
hiçbir muktedire biat etmemeyi anlatıyor. Yani “Allah’sızlaşın” çağrısı, “benim
iktidarıma, putuma tapın” demek oluyor. “Dünyevîyiz, özgürlükçüyüz ama salak
değiliz” diyen Gorgan, mücadele bağlamında dünya, özgürlük ve akıl
tanımlarının, içeriklerinin değiştiğini görmüyor, yüzlerce yıl önce
burjuvazinin koyduğu kurallara, ilericilik adına, biat ediyor. “Madem
sosyalizmi getiremedik, bari burjuva değerleri ve tarihi koruyalım” diyor.
Sosyalizmin tam da bu zihniyet yüzünden gelmediğini anlamıyor. Çünkü onun,
burjuvazinin ve tüm egemen sınıflar tarihinin kurduğu dünyayı, özgürlüğü ve
aklı parçalamaksızın gelmeyeceği açık. Burjuvadan sosyalizm dilenilmiyor.
Yeryüzü sofralarının herkese açık oluşu neden oluyor
bu şımarıklığa, kibre, bunca zırvanın alt alta dizilmesine. Küçük burjuva sol,
onun herkese açık oluşunu asla anlamayacak bir yerde duruyor. O, sahip
olamadığı şeyi “gerçek”, yarıştıramadığı şeye “canlı” demiyor.
* * *
Sömürü sistemlerine karşı dik duramayan solcular,
komünistler bulunduğu gibi, o sistemlere uşaklık etmiş Müslüman kesimler de
mevcut. Ortaklaşma çağrısının hangi cepheden geldiğinin bir önemi yok. Kendi
mülküne tapan, kendisini rekabetle var kılan putperestlerle ortaklaşma değil,
cedelleşme mümkün sadece.
Gorgan hızını alamıyor, Sivas, Maraş yetmiyor,
Endonezya’yı da anıyor. Anlaşılan Gorgan, CIA, Gladio ve MİT üzerinden,
efendilerin yaptığı tüm katliamları fukara Müslüman’ın hanesine yazmaya yemin
etmiş, böylelikle AKP karşıtı kitleyi örgütleyeceğini zannediyor. Kendisinin
örgütlendiği yer ise CHP. Bu cehalet, karartma, tabii ki efendilerin işi,
Gorgan’sa onların ajanı!
Bu ajan, önce “İran’da binlercemiz idam edildi” diyor,
sonra da aynı cahillikle, idam edilenlerin önemli bir bölümünün Halkın
Mücahidleri militanları olduğunu görmezden gelerek, Mücahidler’in sonrasında
Saddam’ın ahırında bağlı birer “eşek” olduğunu söylüyor.
Eğer yazısını yayınlayan Siyasi Haber sitesinin
bir Doktorcu örgütle de dolaylı ilişkisi var ise, bu küfür Hikmet Kıvılcımlı’ya
kadar uzanır. Müslüman halkla teorik, ideolojik ve politik rabıta kuran
Doktor’un geleneğinin birçok kez katledildiğinin bir delili de bu yazı o hâlde.
Mücahidler’in hatası, Gorgan gibi küçük burjuva
solculara fazla değer vermesi, molla sınıfını bu düzeyde ele alması, ondaki
küçük burjuva öze oynaması, mollaların devlet hiyerarşisi içindeki yerine
kilitlenmesi, emekçi-mazlum kesimlere dönük siyaseti boşta bırakmasıdır. Gorgan
gibilerin oynadığı Kemalist küçük burjuvazi gibi, mollalar da refleks
geliştirip kendisini korumuş, ilkin Mücahidler’i tasfiye etmiştir. Gorgan da
bugün kendisini korumak için CHP kovuğuna saklanırken, dikkatli olsun!
Gorgan, dinin “zulüm, zalimin eli, zalimin en yakın
müttefiki” olduğunu söylüyor ve Antikapitalist Müslümanlar’ın o dinden
koptuklarını iddia ediyor, fena yanılıyor. Antikapitalist Müslümanlar,
dinsizliğin, Allah’sızlığın, küfrün, tağutun, müşrikliğin ve münafıklığın
büründüğü din kisvesini parçalıyor ve alabildiğine mazlum halk hareketlerine
özgü bir biçimde, dinî-kolektif bir dinamik olarak zuhur ediyor. Gorgan, dini
iktidarla ve devletle örtüştürdüğü, özdeşleştirdiği ölçüde, ona sosyalist
değil, ancak bir liberal olarak yaklaşabiliyor ve “benim bireysel özgürlüğümü
kısıtlıyor” diye feveran edebiliyor. Liberaldeki dinsizlik, efendilerinin
yüceliği, üstünlüğü adına, onun her türden yücelik iddiasına kılıç sallamasıyla
ilgili. O, her fırsatta, “ben öyle kudretliyim ki Allah’a bile
küfredebiliyorum” demek zorunda. Bu kibir, alçaklığın tezahüründen başka bir
şey değil.
O küfredilen İslamcılar dahi Gorgan kadar metafiziğe
düşkün değiller. Gorgan’ın her solcuya özgü metafiziği şu: “özgür insan aklı”.
Bu metafizik, tabii ki özgürlüğün, insanın ve aklın ne olduğunun sorgulanmasına
asla izin vermez, çünkü ona, liberal burjuva değerlerin sosyalizm için
korunmasının gerekliliği öğretilmiş. Burjuva efendileri, özgür insan aklına
mani diye, Filistinli bombalar, bunların küçük boy versiyonları da buralarda
işret âlemlerindeki esrikliği özgürlük, insanlık ve akıl zannederler.
Gorgan gibiler, işine gelince sınıfsal düşünürler,
sınıfçı olurlar. İslam’ın “tüccar dini” olduğu yalanına biat ederler. Buradaki
kafa, “Marx, metaı, parayı incelememek için inceledi, bunun nedeni, onun
İngiliz bankerlerinin ve borsasının uşağı olmasıydı” diyen Bakunin’kiyle aynı.
Tarih bilinci vurgusu yapan bu zevat, Hz. Muhammed’in yaptığı ticaretle,
İspanya, Hollanda, İngiliz emperyalizmlerinin dünya tarihine yerleştiği
momentte gerçekleşen ticaretin aynı şey olduğunu zannederler. Sap saman, ahıra
dönmüş bir kafatasının içinde ayrıştırılamaz ancak.
Bu kafatasının dışa dönük karşılığı ise gemidir.
Nuh’un Gemisi gibi, ancak özel varlıkların binebildiği bu gemi, neoliberalizm
denilen tufana karşı, mazlum-emekçi halklara önerilmektedir ve denilmektedir
ki, “bu Antikapitalist Müslümanlar bu işlerden anlamazlar, sizi sırtlan gibi
yerler, en iyisi, siz bize gelin!”
Ama bu, boş bir laftır: zira bu lafı edenin, Müslüman
olan ve İslam’la direnen emekçi-mazlum halklara dair tek bir eylemi yoktur.
Onlar sessizce, gülümseyerek, ellerini ovuşturarak izlerler İsrail’in
günübirlik zaferlerini. Kur’an yırtıldı, peçe parçalandı, cami yıkıldı diye
coğrafyayı cehenneme döndürebilecek kitlelere teskin edici solculuk aşısı
yaparlar.
* * *
Uzun süre Hemşin’de HES’e karşı mücadele eden halkın
içinde bulunmuş Yeşilci bir arkadaşa, oralarda neler olup bittiğini soruyorum.
Cevabı şu: “O kadar anlatıyoruz, anlamıyorlar şu kapitalizmi!” Demek ki bu
Yeşilci arkadaş anlamamış kapitalizmi ki anlatamıyor. Anlasa anlardı ki oradaki
köylülerin iş makinelerinin üzerine yürüyen kolektif bedenleri anti-kapitalist,
üstelik bilinç yüklü!
“Yani bu İslamcılar da emperyalizme karşı mücadele
ediyorlar ama emperyalizmin ne olduğunu bilmiyorlar” diyerek onların kendisine
kul ve râm olacağını zanneden solun, her şeyden önce, hayatın ve gerçeğin
kafatasının içerisinde işlemediğini anlaması gerek. Ayrıca sol, en kaba, en
cahil, en geri bilinen bir Hamas militanının eylemli niteliği ile gayet açık
bir anti-emperyalizm icra ettiğini görebilmeli. Solun önce kendisine
bahşedilmiş güç ve kudret imkânlarını sorgulaması şart.
Antikapitalist Müslümanlar, bu sorgulamayı nesnel
olarak yapabildiği için de önemli. Onu özel mahallelerine hapsetmek, solun ve
onun küçük burjuva kardeşi AKP’nin talebi. “Dünyanın sırrı bende, en özel ve
güzel örgüt benim, başkasına muhtaç değilim” diyerek, mücadelenin kolektif
niteliğini es geçmesi hâlinde, solcu muadillerine benzer. Solcuların
Antikapitalist Müslümanlar’a yönelik negatif ve pozitif ilgisi de bu niyetten
kaynaklanıyor. Sol, onun hiçbir şey yapabilmesini ve olabilmesini istemiyor. Bu
gerilim onu, kendine kapalı, kendinden menkul, kendine yeterli, özel bireylerin
gene kendine kapalı, kendinden menkul, kendine yeterli, özel bir mason locası
olmaya zorluyor. Gorgan gibiler de bu türden yazıları Antikapitalist
Müslümanlar’ı halktan kopartmak, onlara ayar vermek için yazıyor. Oysa bugün
CHP ve AKP tabanı içerisinde kapitalizme düşman, İslamî bir ameliyenin
imkânları mevcut.
Gorgan, yazısının sonunda, “ağaca bakıp ormanı
kaçırmayalım” diyor, Antikapitalist Müslümanlar’ın genel dünyevî hoşnutsuzluğun
bir alt yansıması olduğunu söylüyor. Peki o zaman neden kendisini ayırıyor, onu
neden düşman ilân ediyor? Cevabı Gorgan’dan alalım: “Yaşanan bir Nuh
Tufanı’dır.” Yani bu da, “yaşanan tufandan kurtulmak istiyorsanız, bizim gemiye
binin” demek oluyor. Oysa başta belirtildiği üzere, cennet tasavvurları,
düşmanın diz çöktürme, teslim alma girişiminin bir yansıması. Müslüman halk, Gorgan’ın
yanına gelmeyi kâfirin önünde diz çökmek olarak görüyor ki haklı. Mücadelenin
salt mide değil, beyin, kol, yürek ve iman veçheleri de var. Mücadeleyi kendi
bireysel varlığına indirgeyenlerin, biyolojik, ekonomik ve coğrafî varlığına
kapatanların anlamadığı bu.
Bu koşullarda varsın, Gorgan’ın gemisine boğalar,
sırtlanlar binsin, varsın o, tufan meselini Yahudi kaynaklarından öğrensin,
bize ayaktakımına örgütlenmiş, onu örgütlemiş bir peygamberler tarihi, o
tarihin mazlum savaşçıları yeter.
Eren Balkır
15 Temmuz 2014
Dipnotlar:
[1] Mehmet Yaşar Soyalan, “Cihatçı Din Algısı ve Günümüz Koşulları”, 12 Temmuz
2014, Star.
[2] Sinan Gorgan, “İslam’dan Devrimcilik Çıkar mı?”,
09 Temmuz 2014, Siyasi Haber.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder