Peygamber’in doğuşu, mazlumun nurudur. Onu mülk
edinenlerin ve mülklerinin muhafızı kılanların elinden, o nuru söndürmekten
başka bir şey gelmez. Soy sop sahiplerinin ilk işi, Hz. Muhammed’i kutlu bir
soya bağlamak; mülk sahiplerinin ilk hamlesi, O’nu kale kapısına iliştirmek
olacaktır.
Bu soy hikâyesi, mecazî bir anlatıma dayanır aslında.
Allah’ın değil, Mülkün yarattığı “Türk”, Peygamber’in İbrahim soyundan oluşunu
şu şekilde tefsir edecektir bu noktada: “İbrahim Peygamber Sümerliydi, Sümerler
de Türk olduğuna göre, Hz. Muhammed de Türk’tür.”
Aynı hikâye insan olmayı bir nur mecazına
indirgeyecek, Hz. Âdem’den beri bu nurun soydan soya geçtiğini söyleyecektir.
Özel insanlara mahsus olan bu nura bağlanmak da gene ancak özel insanlara
mahsus olacaktır. Dolayısıyla buradan, özel insanlar olan zenginler, mülk
sahipleri, kendi dinlerini kurma imkânı bulacaklardır. Genele mahsus olması
gereken nur, özel kişilerin gözlerindeki fere indirgenecektir.
Hz. Muhammed söz konusu nuru, babası Abdullah’tan
almıştır. Babanın alnındaki nuru ilk ve tek gören de pazardaki zengin bir
kadındır, hikâyeye göre. Bu izahta, zenginliğin altı çizilmekte, o nuru
görmenin ve buradan da Allah’a yakın olabilmenin önkoşulunun zenginlik olduğu,
dolaylı olarak söylenmiş olmaktadır. Tevbe-32’ye atıfla, Allah’ın nurunu
tamamlaması, putlaştırma gayretleri ve bu gayretlerin sahiplerinin kuru
gürültüleriyle engellenmeye çalışılmaktadır. Hz. Muhammed ile Allah arasındaki
açı silinmekte, Peygamber’i taklit etmek, nurun tamamlanması olarak
görülmektedir. Oysa Medine, son değil, başlangıçtır. Tevbe ise “başa,
başlangıca dönmek” demektir.
Fâtır Suresi’ne göre, “Allah zengin, kul yoksuldur.”
Mal azgınlığından kulakları sağır, gözleri kör, kalpleri mühürlü olanın Allah’a
yakın olmasının imkânsızlığını dile döken Kur’an’ın yırtılıp atıldığı yer,
zenginliğin Allah’a yakınlığın temel ölçütü kılınmasıdır. Tersten, aslında,
zenginler, kendi din algılarını mutlaklaştırmakta, bunu resmî din olarak
pazarlamaktadırlar. Bu aşamada Peygamber’in bireye, Kur’an’ın O’nun anlattığı
bir masala dönüşmesi kaçınılmazdır. Zengin, kendi iç huzuru için bu hamleyi yapmak
zorundadır. Kavgaya çağıran ayetler geri plana itilecek, Peygamber, şirket
yöneticilerine ve sahiplerine kişisel gelişim ve yönetişim dersleri veren bir
hocaya dönüştürülecektir.
Elbette saraylarda farklı bir siyer, ilim, fıkıh,
akaid ve tarih yazılacaktır. Ömrü boyunca mazlumun ve fakirin safında olmuş,
kuru ekmeğini onlarla bölüşmüş bir önderin bugün zenginlere iç rahatlatıcı,
manevi bir hap olarak sunulması tesadüf değildir. Hint gurularına binlerce
dolar ödemek yerine, bu ülkede Müslümanlık daha kârlıdır. Zengin’in
Allah’sızlığı din hâline getirmesi, ancak bu şekilde mümkündür. Zengin olması
mümkün olmayan fakirlere, “size, bize özenmenizi mümkün kılacak bir oyuncak
veriyoruz işte, daha ne istiyorsunuz” denilecektir. Alkol ve esrar âlemlerini
taklit eden fukara gençler, bu sayede zenginlerle birkaç saatine de olsa
özdeşlik kurma şansı elde etmektedirler. Aynı şekilde zenginler, alkol ve
esrarın yanına dini de eklemektedirler. Dinin kendisi mazlumun içli çığlığıdır,
afyon olan ise zenginin din dediği müsameredir.
Ancak böylesi bir Müslümanlık, zenginliği Allah’a
yakın olmanın ölçütü kılabilir. O’na yakın olmaksa Muhammedî ve Kur’anî
sorumluluğun silinmesinin ön şartıdır. Bu sorumluluk, zenginlerin tırnağına taş
değmesin diye silinmektedir. “Leh’ül Mülk” çığlığı tam da bu sebeple sinir
bozucudur. Allah’a yakın olmanın ölçütü zenginlik olunca, mal ve para ve
iktidar, Lat, Menat, Uzza kılığında, yeniden Kâbe’yi işgal edecektir. Müşrik,
Allah’a inanır, namaz kılar, Kâbe’yi tavaf eder, oruç tutar, bu üç putu da
“Allah’ın kızları” olarak görür, onlar üzerinden Allah’a ulaşacağına, O’nun
rahmetinden istifade edeceğine iman eder. Demek ki bugün de yeni bir Hicret’in,
Bedir’in zamanıdır. Sonuç nedenin, biçim özün yerini almışsa, kıyam farzdır.
Mülkiyetle ve rekabetle düşünenlerin hazin sonudur bu.
Diğer dinlerle veya putlarla yarışan, kendi dinini dinlerden bir din, putlardan
bir put kılanların yapacağı ilk iş, Peygamber’in elindeki kılıcı kırmak
olacaktır. Özde ve nedende duran bir önderin şekle ve sonuca kapatılması,
modern veya postmodern zamanların putu kılacaktır onu.
Mülkiyetle ve rekabetle düşünenlerin, kendilerini
buradan kuranların anlamadığı şudur: “Başarıya ait ve dair kelimeleri ve
sözleri mülk edinirsek, biz de başarılı oluruz.” anlayışı ciddi bir açmazdır.
Sözsüz eylem, eylemsiz söz ihanettir. Eylemin sözü, sözün eylemini görmemekse,
esaret. Eylem nedene, söz öze dairdir. Kendi mülklerini neden ve öz olarak
görenler, eylemli söze, sözlü eyleme asla tahammül edemeyecektir.
Varlığını ve özneliğini mülkiyete ve rekabete borçlu
olanın, kendisine yönelik her eleştiriyi, tanrısına küfür olarak karşılaması
doğaldır. Hak gelince batıl zail olacaktır, korkunun sebebi budur. Eleştirinin
savuşturulmasının nedeni buradadır. Eleştiriden korkanlar, sömürü ve zulüm
düzeni içinde buldukları yerden memnundurlar.
Reformizm ve teslimiyet kadar haricî kafası da
eleştirilmelidir. Bu kafa, Allah’sız ve Muhammed’sizdir, tam da bu nedenle
Kur’an’cıdır. Haricî kafası Allah’la Muhammed’i bir görür, Muhammed’i
birey-insana indirger, bu yüzden insansızmış ve insana karşıymış gibi görünür,
bu nedenle Hz. Ali’ye, “sen din işine insanı karıştırıyorsun” diye kızar.
Aslında bu tepki, gayet insancıdır. Onlar için Kur’an mülk edinilmiş, rekabete
sokulmuş bir metadan başka bir şey değildir. Arapçada “meta” sözcüğünün bir
anlamı da bebeğin kirli bezidir. Artık haricî kafası için Kur’an bu düzeydedir.
O artık mızrağın ucuna da takılır, twitter’a malzeme de kılınır.
Aynı haricî kafası, sadece kendi mülkünü ve
rekabetçiliğini, oradan türemiş güdük “özne”liğini gören kimi sol ekiplerde de
zuhur etmektedir. Reformizm de haricî kafası da herkesi kendi bireysel bilgi
birikimi ve bireysel hikâyesine/varlığına ram etme peşindedir. Bunu da politika
zannetmektedir. Kendi bireyliğine saygı duyulmasını isteyen bu özneler,
bireyliklerini kuran dinamiklerin eleştirilmesini kat’a istememektedirler.
Gizli bir akit vardır ortada.
İlk insan Hz. Âdem’dir. Ondaki nur Hz. Muhammed’e dek
akıp geliyorsa, insan olma da o nurun mülk sahiplerine mahsus bir özellik
olacak, böylelikle kabile mantığı ile, kendisi dışındakiler “hayvan” olarak
kodlanabilecektir. İslam, tam da bu kodlamanın bir aracına dönüştürülmek
zorundadır.
Kendi özneliğini rekabetle ve mülkiyetle kurmuş
olanın, “Allah zengin, kul yoksuldur” ayetini anlaması mümkün değildir. Zira bu
ayette, zenginlik “kendine yeterlilik” manasındadır bir yanıyla. Rekabetin ve
mülkiyetin kurduğu özne, kendisini sürekli “kendine yeterli” olan bir varlık
şeklinde satmak zorunda olduğundan, onun başkalarına muhtaç olduğunu görmesi de
imkânsızlaşacaktır. Din tam da bu nedenle mazlumun bayrağıdır, tam da bu yüzden
Kur’an müstezaflar yeryüzüne halife olsun diye inmiştir.
Mücadele içinde oluşmuş şeklî kimi unsurların
savunuculuğunu ve koruyuculuğunu yapmak, Müslümanlık ve solculuk
zannedilmektedir. Namazın ya da bir alana çıkmanın manası unutulmuş, her şey
şekle kapatılmıştır. Bunu yapmayan, doğalında, haricî kafasıyla, kâfir ve
münafık ilân edilecektir.
Zengin de, zenginin sefalı dünyasına öykünen de nurun
tamamlanmasına karşıdır. Kendi bireysel, gündelik çıkarlarıyla bu kesimlerin
söz konusu süreci anlaması mümkün değildir. Onların nur diye bildiği, kendi
gördükleri ve gözlerindeki üç günlük ferdir.
Hz. Muhammed doğduğunda gökten bir nur inmiştir. İman
da teslimiyet de O’nadır. İsmini mülk edinenlerin ve ol ismi put kılanların,
böylelikle muktedir olanların doğdukları gün Şeytan’ın gülümsemesinden başka
bir şey değildir. Şeytan’ın yüzündeki o pis gülümseme, 1 Mayıs ve diğer
günlerde verilecek kolektif kavgalarla parça parça dağıtılacaktır.
Eren Balkır
21 Nisan 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder