Pages

22 Nisan 2014

Nur ve Fer


Peygamber’in doğuşu, mazlumun nurudur. Onu mülk edinenlerin ve mülklerinin muhafızı kılanların elinden, o nuru söndürmekten başka bir şey gelmez. Soy sop sahiplerinin ilk işi, Hz. Muhammed’i kutlu bir soya bağlamak; mülk sahiplerinin ilk hamlesi, O’nu kale kapısına iliştirmek olacaktır.

Bu soy hikâyesi, mecazî bir anlatıma dayanır aslında. Allah’ın değil, Mülkün yarattığı “Türk”, Peygamber’in İbrahim soyundan oluşunu şu şekilde tefsir edecektir bu noktada: “İbrahim Peygamber Sümerliydi, Sümerler de Türk olduğuna göre, Hz. Muhammed de Türk’tür.”

Aynı hikâye insan olmayı bir nur mecazına indirgeyecek, Hz. Âdem’den beri bu nurun soydan soya geçtiğini söyleyecektir. Özel insanlara mahsus olan bu nura bağlanmak da gene ancak özel insanlara mahsus olacaktır. Dolayısıyla buradan, özel insanlar olan zenginler, mülk sahipleri, kendi dinlerini kurma imkânı bulacaklardır. Genele mahsus olması gereken nur, özel kişilerin gözlerindeki fere indirgenecektir.

Hz. Muhammed söz konusu nuru, babası Abdullah’tan almıştır. Babanın alnındaki nuru ilk ve tek gören de pazardaki zengin bir kadındır, hikâyeye göre. Bu izahta, zenginliğin altı çizilmekte, o nuru görmenin ve buradan da Allah’a yakın olabilmenin önkoşulunun zenginlik olduğu, dolaylı olarak söylenmiş olmaktadır. Tevbe-32’ye atıfla, Allah’ın nurunu tamamlaması, putlaştırma gayretleri ve bu gayretlerin sahiplerinin kuru gürültüleriyle engellenmeye çalışılmaktadır. Hz. Muhammed ile Allah arasındaki açı silinmekte, Peygamber’i taklit etmek, nurun tamamlanması olarak görülmektedir. Oysa Medine, son değil, başlangıçtır. Tevbe ise “başa, başlangıca dönmek” demektir.

Fâtır Suresi’ne göre, “Allah zengin, kul yoksuldur.” Mal azgınlığından kulakları sağır, gözleri kör, kalpleri mühürlü olanın Allah’a yakın olmasının imkânsızlığını dile döken Kur’an’ın yırtılıp atıldığı yer, zenginliğin Allah’a yakınlığın temel ölçütü kılınmasıdır. Tersten, aslında, zenginler, kendi din algılarını mutlaklaştırmakta, bunu resmî din olarak pazarlamaktadırlar. Bu aşamada Peygamber’in bireye, Kur’an’ın O’nun anlattığı bir masala dönüşmesi kaçınılmazdır. Zengin, kendi iç huzuru için bu hamleyi yapmak zorundadır. Kavgaya çağıran ayetler geri plana itilecek, Peygamber, şirket yöneticilerine ve sahiplerine kişisel gelişim ve yönetişim dersleri veren bir hocaya dönüştürülecektir.

Elbette saraylarda farklı bir siyer, ilim, fıkıh, akaid ve tarih yazılacaktır. Ömrü boyunca mazlumun ve fakirin safında olmuş, kuru ekmeğini onlarla bölüşmüş bir önderin bugün zenginlere iç rahatlatıcı, manevi bir hap olarak sunulması tesadüf değildir. Hint gurularına binlerce dolar ödemek yerine, bu ülkede Müslümanlık daha kârlıdır. Zengin’in Allah’sızlığı din hâline getirmesi, ancak bu şekilde mümkündür. Zengin olması mümkün olmayan fakirlere, “size, bize özenmenizi mümkün kılacak bir oyuncak veriyoruz işte, daha ne istiyorsunuz” denilecektir. Alkol ve esrar âlemlerini taklit eden fukara gençler, bu sayede zenginlerle birkaç saatine de olsa özdeşlik kurma şansı elde etmektedirler. Aynı şekilde zenginler, alkol ve esrarın yanına dini de eklemektedirler. Dinin kendisi mazlumun içli çığlığıdır, afyon olan ise zenginin din dediği müsameredir.

Ancak böylesi bir Müslümanlık, zenginliği Allah’a yakın olmanın ölçütü kılabilir. O’na yakın olmaksa Muhammedî ve Kur’anî sorumluluğun silinmesinin ön şartıdır. Bu sorumluluk, zenginlerin tırnağına taş değmesin diye silinmektedir. “Leh’ül Mülk” çığlığı tam da bu sebeple sinir bozucudur. Allah’a yakın olmanın ölçütü zenginlik olunca, mal ve para ve iktidar, Lat, Menat, Uzza kılığında, yeniden Kâbe’yi işgal edecektir. Müşrik, Allah’a inanır, namaz kılar, Kâbe’yi tavaf eder, oruç tutar, bu üç putu da “Allah’ın kızları” olarak görür, onlar üzerinden Allah’a ulaşacağına, O’nun rahmetinden istifade edeceğine iman eder. Demek ki bugün de yeni bir Hicret’in, Bedir’in zamanıdır. Sonuç nedenin, biçim özün yerini almışsa, kıyam farzdır.

Mülkiyetle ve rekabetle düşünenlerin hazin sonudur bu. Diğer dinlerle veya putlarla yarışan, kendi dinini dinlerden bir din, putlardan bir put kılanların yapacağı ilk iş, Peygamber’in elindeki kılıcı kırmak olacaktır. Özde ve nedende duran bir önderin şekle ve sonuca kapatılması, modern veya postmodern zamanların putu kılacaktır onu.

Mülkiyetle ve rekabetle düşünenlerin, kendilerini buradan kuranların anlamadığı şudur: “Başarıya ait ve dair kelimeleri ve sözleri mülk edinirsek, biz de başarılı oluruz.” anlayışı ciddi bir açmazdır. Sözsüz eylem, eylemsiz söz ihanettir. Eylemin sözü, sözün eylemini görmemekse, esaret. Eylem nedene, söz öze dairdir. Kendi mülklerini neden ve öz olarak görenler, eylemli söze, sözlü eyleme asla tahammül edemeyecektir.

Varlığını ve özneliğini mülkiyete ve rekabete borçlu olanın, kendisine yönelik her eleştiriyi, tanrısına küfür olarak karşılaması doğaldır. Hak gelince batıl zail olacaktır, korkunun sebebi budur. Eleştirinin savuşturulmasının nedeni buradadır. Eleştiriden korkanlar, sömürü ve zulüm düzeni içinde buldukları yerden memnundurlar.

Reformizm ve teslimiyet kadar haricî kafası da eleştirilmelidir. Bu kafa, Allah’sız ve Muhammed’sizdir, tam da bu nedenle Kur’an’cıdır. Haricî kafası Allah’la Muhammed’i bir görür, Muhammed’i birey-insana indirger, bu yüzden insansızmış ve insana karşıymış gibi görünür, bu nedenle Hz. Ali’ye, “sen din işine insanı karıştırıyorsun” diye kızar. Aslında bu tepki, gayet insancıdır. Onlar için Kur’an mülk edinilmiş, rekabete sokulmuş bir metadan başka bir şey değildir. Arapçada “meta” sözcüğünün bir anlamı da bebeğin kirli bezidir. Artık haricî kafası için Kur’an bu düzeydedir. O artık mızrağın ucuna da takılır, twitter’a malzeme de kılınır.

Aynı haricî kafası, sadece kendi mülkünü ve rekabetçiliğini, oradan türemiş güdük “özne”liğini gören kimi sol ekiplerde de zuhur etmektedir. Reformizm de haricî kafası da herkesi kendi bireysel bilgi birikimi ve bireysel hikâyesine/varlığına ram etme peşindedir. Bunu da politika zannetmektedir. Kendi bireyliğine saygı duyulmasını isteyen bu özneler, bireyliklerini kuran dinamiklerin eleştirilmesini kat’a istememektedirler. Gizli bir akit vardır ortada.

İlk insan Hz. Âdem’dir. Ondaki nur Hz. Muhammed’e dek akıp geliyorsa, insan olma da o nurun mülk sahiplerine mahsus bir özellik olacak, böylelikle kabile mantığı ile, kendisi dışındakiler “hayvan” olarak kodlanabilecektir. İslam, tam da bu kodlamanın bir aracına dönüştürülmek zorundadır.

Kendi özneliğini rekabetle ve mülkiyetle kurmuş olanın, “Allah zengin, kul yoksuldur” ayetini anlaması mümkün değildir. Zira bu ayette, zenginlik “kendine yeterlilik” manasındadır bir yanıyla. Rekabetin ve mülkiyetin kurduğu özne, kendisini sürekli “kendine yeterli” olan bir varlık şeklinde satmak zorunda olduğundan, onun başkalarına muhtaç olduğunu görmesi de imkânsızlaşacaktır. Din tam da bu nedenle mazlumun bayrağıdır, tam da bu yüzden Kur’an müstezaflar yeryüzüne halife olsun diye inmiştir.

Mücadele içinde oluşmuş şeklî kimi unsurların savunuculuğunu ve koruyuculuğunu yapmak, Müslümanlık ve solculuk zannedilmektedir. Namazın ya da bir alana çıkmanın manası unutulmuş, her şey şekle kapatılmıştır. Bunu yapmayan, doğalında, haricî kafasıyla, kâfir ve münafık ilân edilecektir.

Zengin de, zenginin sefalı dünyasına öykünen de nurun tamamlanmasına karşıdır. Kendi bireysel, gündelik çıkarlarıyla bu kesimlerin söz konusu süreci anlaması mümkün değildir. Onların nur diye bildiği, kendi gördükleri ve gözlerindeki üç günlük ferdir.

Hz. Muhammed doğduğunda gökten bir nur inmiştir. İman da teslimiyet de O’nadır. İsmini mülk edinenlerin ve ol ismi put kılanların, böylelikle muktedir olanların doğdukları gün Şeytan’ın gülümsemesinden başka bir şey değildir. Şeytan’ın yüzündeki o pis gülümseme, 1 Mayıs ve diğer günlerde verilecek kolektif kavgalarla parça parça dağıtılacaktır.

Eren Balkır
21 Nisan 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder