Başımızdaki belâları ele almayı reddedip, kamusal
alanı görüş ayrılıklarına açan neoliberal devlet, tüm acımasızlığıyla otoriterliğe
doğru kayıyor.
Geçen hafta Mısırlı bir hâkimin 529 Müslüman Kardeşler
destekçisine ölüm cezası vermesi, bugün dünyanın kendisini içinde bulduğu
korkutucu gerçekliğe işaret ediyor. 2011’den beri süren devrimci öfori ve bunun
bileşeni olan, küresel düzeni sarsan itki, yeniden inşa edilmiş, kontrole
dayalı devletin çökmesine neden oldu. İster ilerici ister gerici, tüm
muhalefetin ve göstericilerin şiddetle bastırılması, yeni bir kural hâlini
aldı. Son ayaklanmalarla açılan radikal özgürleştirici ve demokratik alan,
bugün hızla kapanıyor. Geriye kalan ise kurucu iktidar eliyle acımasız biçimde
gerçekleştirilen saldırı altında, etrafa saçılmış birkaç direniş hücresi.
Mısır’da İslamcı göstericilerin ölüm cezasına
çarptırılmaları, bu sürecin epey istisnaî, şiddete dayalı ve ölümcül bir hâli
aslında. Ordunun kendisini karşı-devrimci bir yerden konsolide etmesi, görünüşe
göre, tüm dünya genelinde hissedilen, görece daha fazla genelleşmiş bir
eğilimin göstergesi. Türkiye’de, 2011’de halk ayaklanmasını şiddetle bastırdığı
için Mübarek’i eleştirmiş olan Başbakan Erdoğan, kısa süre önce Twitter’a ve
YouTube’a erişimi engelledi. Öte yandan, Gezi protestoları esnasında ekmek
almak için dışarı çıktığı esnada polis tarafından gaz kapsülüyle başından
vurulan Berkin Elvan, 9 ay boyunca komada kaldıktan sonra vefat ettiğinde,
Erdoğan, Berkin’in katlini, Berkin’i “terörist” olarak damgalamak suretiyle
meşrulaştırmış oldu.
Bu esnada İspanya’da Mariano Rajoy’un sağcı hükümeti,
tasarruf tedbirlerine karşı ülke genelinde yükselen hareketi bastırmak için
eski Frankocu taktiklere başvuruyor. Çevik kuvvet, geçen hafta sonu Madrid’de
düzenlenen kütlesel gösteriyi bir kez daha şiddetli bir biçimde bastırdı, öte
yandan da devlet, tutsaklara zulmetmek amacıyla yeni bir Yurttaşların Güvenliği
Kanunu çıkartıyor, bu tutsakların bir kısmı ise bugün beş yıla kadar hapis
cezalarıyla karşı karşıya. İspanya Parlamentosu, geçen yıl devlet binaları
önünde gösteri yapılmasını yasaklamaya ve sosyal medyada bu türden protestolara
çağrıda bulunmayı yasadışı ilân etmeye dönük bir kararı oyladı. Yakalananlara
altı yüz bin avroya varan cezalar kesildi ve bu insanlar ağır hapis cezalarına
çarptırıldılar.
Özgürlük için yoğun bir mücadele veren halka yönelik
saldırıları sadece sağcı ya da askerî rejimler gerçekleştirmiyorlar. Geçen
hafta Brezilya’da iktidardaki İşçi Partisi, Dünya Kupası öncesinde kenar
mahalleleri pasifize etmek için Rio favelalarına (gecekondularına) asker
gönderebileceğini açıkladı. Görünüşte silâhlı uyuşturucu çetelerini hedef alan
devlet, bu pasifizasyon programıyla her yıl yüzlerce kenar mahalleliyi
katlediyor. Askerî diktatörlük tarafından işkence görüp tutsak edilmiş eski bir
Marksist gerilla olan Cumhurbaşkanı Rousseff iktidarında devlet şiddeti,
“itaatsiz” fukara kesimlere ve dışlanmışlara karşı kendisini her gün
hissettiren bir gerçek. Geçen hafta Brezilya’da kameralara da yansıdığı
biçimiyle jandarma, dört çocuk annesi 38 yaşındaki bir kadını vurup öldürdü.
Görüntülerde de tespit edildiği üzere jandarma, kadının cesedini iki yüz metre
yerde sürükleyip mahkûm arabasına koyuyor.
Devlet baskısının yoğunlaşmasının son üç yıldır geniş
ölçekli sokak gösterilerine tanık olan ülkelerde daha da akut bir hâl alması,
tesadüfî değil. Dünya genelinde yönetici sınıfların sokaklardaki çokluğun
aniden yeniden ortaya çıkışıyla tir tir titredikleri çok açık. Birleşik
Devletler, bu bağlamda istisnaî değil. Geçen hafta alınan haberlere göre FBI,
“suikast komplosu”na dair bilgileri elinde tutarak, emniyet teşkilâtı ile
birlikte, İşgal Et hareketindeki örgütçüleri hedef almayı sürdürüyor. Şeffaflık
amaçlı eylemlerin öncü bir ismi ve MIT’de doktora öğrencisi olan Ryan Shapiro,
bir komployu incelediği esnada NSA (Ulusal Güvenlik Ajansı) tarafından
uyarılıyor ve kendisine yaptığı araştırmanın “ulusal güvenlik” için tehdit
teşkil ettiği söyleniyor (öte yandan bu güvenlik ajansı, web kameranız
aracılığıyla sizi dikizleyen bilgisayar kurtlarının bulunduğu bir kurum.)
Atina’da (son yıllarda demokrasiye dönük saldırıların
giderek yoğunlaştığı kentte) verdiği derste, Avrupa’nın önde gelen
felsefecilerinden biri olan Giorgio Agamben’in doğru bir biçimde aktardığı
gözlemine göre, “bizler, bugün eşi benzeri görülmemiş ve aynı ölçüde mutlak bir
devlet ve polis kontrolüne dayalı paradigma ile ekonomi alanında mutlak bir
biçimde liberal olan bir paradigmanın paradoksal manada yakınlaşmasına tanık
oluyoruz.” Agamben, devamında, bu aşikâr paradoksun, gerçekte, ‘belâları önlemek
yerine, onların ortaya çıktığı noktada doğru yöne sevk ettirilmesi ve bu
belâların yönetilmesiyle ilgili bir gayret yönünde, modern yönetim zihniyetinde
yaşanan görece uzun vadeli bir eğilimin mantıkî ve doğal sonucu” olduğunu
söylüyor. Aslında “sebepleri yönetmek güç ve pahalı bir iş olduğundan, sonuçları
yönetmek daha güvenli ve daha faydalı görülüyor.”
Sefalet, eşitsizlik, yabancılaşma, polis şiddeti ya da
genel anlamda temsilî demokrasideki meşruiyet kriziyle başa çıkmak yerine
hükümetler, bunların sonucunda ortaya çıkan toplumsal kargaşayı idare etmeye ve
onun dümenini doğru yöne çevirmeye çalışıyorlar (bu noktada Mısır’da ordunun,
Cumhurbaşkanı Mursi’yi görevden aldıktan sonra, kontrolü alenen yeniden tesis
ettiği bir durumun oluşmasına yönelik olarak, halkın devrimci enerjisini etkin
bir biçimde nasıl yönettiğini hatırlamak yerinde olur.). Arzulanan sonuçlara
ulaşmak amacıyla toplumsal kargaşayı yönetme sürecinde, (başımızdaki belâların
sebeplerinin nasıl yönetileceğine dair kolektif karar alma süreci olarak)
politika, (“ulusal güvenlik” ve “kamusal güvenlik” adı altında bu belâların
kararlaştırılamayan etkilerinin manipülatif ve/veya şiddete dayalı idaresi
anlamında) polislik faaliyetleri için gerekli yolu açıyor. İşte bu, Agamben’in
de dillendirdiği biçimiyle, eski disiplin devletinden yeni olan kontrol
devletine geçildiğine işaret ediyor:
“Bugün
tecrübe ettiğimiz devlet, artık disiplin devleti değildir. Gilles Deleuze’ün de
tespitiyle, bu devlet État de contrôle, yani kontrol devletidir, zira bu
devletin istediği şey, emretmek ya da disiplin dayatmak değil, yönetmek ve
kontrol etmektir. Deleuze’ün tanımı doğrudur, çünkü yönetim ve kontrol illâki
düzen ve disipline denk düşmez. Bunu en açık biçimde ifade eden, 2001’de
Cenova’da yaşanan isyanlardan sonra, devletin polisin düzeni sağlamasını değil,
düzensizliği yönetmesini istediğini beyan eden, İtalyan polis memurudur.”
Dolayısıyla, sonuçları ya da düzensizliği yönetmek,
neoliberal devleti tanımlayan ana paradigma hâline gelmiştir. Muhtemelen geçen
hafta yaşanan olayların hiçbiri bu gerçeği, Lahey’de yapılan Nükleer Güvenlik
Zirvesi’nden daha açık biçimde resmetmemişti. 53 devlet ve hükümet liderinin
Hollanda’ya gidip (sanki mebzul miktarda plütonyumun ordunun ve şirketlerin
elinde olması güvenliğimiz için bir tehdit teşkil etmiyormuş gibi), nükleer
malzeme stoklarının güvenliği ve bunların teröristlerin eline geçmesine mani
olmayla ilgili bir dizi anlaşma imzaladığı esnada, Lahey şehri ve ülkenin
önemli bir kısmı ilân edilmemiş bir olağanüstü hâle tanık oldu.
Tarihsel açıdan eşi benzeri görülmemiş bir güvenlik
operasyonunda Hollanda devleti, zirve için 13.000 polis ve 8.000 asker
görevlendirdi. Sahil şeridine mobil uçaksavar bataryaları yerleştirildi, savaş
gemileri deniz güzergâhlarını kordon altına aldı, F-16 savaş uçakları ve AWACS
deniz gözetleme uçakları Hollanda hava sahasının yirmi dört saat güvenliğini
sağlamak için devriye uçuşu gerçekleştirdi. Ülkedeki önemli bir karayolu
trafiğe kesildi, kanalizasyon rögar kapakları kaynak yapılarak kapatıldı ve şehrin
büyük bir kısmı yetkili olmayanların girişine kapalı birer alana dönüştürüldü.
Başkan Obama, resim sergisini gezmek için Amsterdam’a gittiğinde, kendisine,
içinde ağır silâhlarla donatılmış karşı taarruz timleri bulunan dokuz askerî
helikopter eşlik etti. Devlet yetkilileri, Obama’nın ziyareti esnasında
serginin olduğu civardaki insanlara balkonlara ve çatılara çıkmamalarını
söyledi, muhtemelen bunun nedeni, her yerin keskin nişancılarla dolu olmasıydı.
Nahif bir vatandaş merak edebilir: eğer dünya
liderleri gerçekten de bizim gibi basit birer âdemoğlu ise, bu liderlerin halk
egemenliği adına ellerindeki demokratik görevleri ifa ederek topluma dönük
sorumluluklarını tevazu ile yerine getirmeleri gerekirken, ne gerek var
böylesine saçma güvenlik operasyonlarına? Eğer mevcut hoşnutsuzluğumuzun
sebepleri lâyıkıyla gözetilmiş olsa, politikacıların “halk”la temas kurarken,
böylesine paranoyak olmalarına gerek kalır mıydı? Ayrıca eğer bu devlet
liderleri, gerçek manada nükleer güvenliği ve vatandaşlarının esenliğini
umursuyor olsalardı, bunların plütonyum kullanılan silâhların üretiminden
başlayarak, nükleer silâhların yayılması arkasındaki ana sebeplere işaret
ediyor olmaları gerekmez miydi? Elbette ana mesele, bunların hiçbirisi değil:
bir kez daha dünya liderleri, etkileri yönetmek, düzensizliği idare etmek ve
kontrol devletini insanlara göz alıcı biçimde, yeniden dayatmak için
uğraşıyorlar.
Eğer Mısır’daki kitlesel ölüm cezaları, Türkiye’de
sosyal medyanın kapatılması, İspanya’daki gösterileri yasaklayan kanunlar,
Brezilya’daki favelaların pasifizasyonu programı, ABD’de NSA gözetleme programı
ve Hollanda’daki Nükleer Güvenlik Zirvesi ile birlikte kendisini gösteren,
açıktan ilân edilmemiş olağanüstü hâlin ortak bir noktası varsa bu, söz konusu
olayların devletin yeni bir otoriterlik biçimine doğru tüm acımasızlığıyla
geçiş yaptığının birer delili olmasıdır. Görünüşte “demokratik” olan bu
otoriterlik, serbest piyasalar, âdil seçimler ve demokratik katılım denilen
perde gerisinde, halk muhalefeti için gerekli kamusal alanın daraltılması
suretiyle, servet ve iktidarın giderek artan yoğunlaşması sürecini güvence
altına almayı amaçlayan bir hukuk düzenini saklıyor.
Öyleyse elimizdeki yegâne soru şu: bu kontrol denilen
yanılsama varlığını daha ne kadar süre muhafaza edecek? Daha ne kadar
neoliberal devlet, kendi öz yıkımını getirecek gayrimeşrulaşma sürecinin ana
sebeplerini sistematik bir biçimde görmezden gelecek? Başka bir ifadeyle, bu
sebeplerin sonucu olan düzensizlik yönetilemez olmaktan ne vakit çıkacak? Belki
daha da önemli olan soru şu: bu ânın er geç gerçekleşmesini hızlandırmak için
neler yapılabilir?
Jerome Roos
29 Mart 2014
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder