“Bir insan, gerçekliğin kendisi
kadar radikal olmalıdır.”
[Lenin]
İki tür gerçekliğimiz vardır: kan ve ter. Biri halkın
savaşını; diğeri sınıfın mücadelesini anlatır. Birbirine rakip örgütlerin
biraraya gelişleri, o örgütlerin ya kandan ya da terden kaçtıklarını gösterir.
Onca rekabet, mülkiyete muhtaçtır. Rekabet kerhen ortadan kalkmışsa, kan ya da
ter mülk edinilmek istenmektedir.
Bu, “armut piş ağzıma düş” taktiğidir. Ülkede kanın
açtığı yol, Kürd’de temsil olunur. Ter ise, kitle örgütlerinde ve sendikalarda
karşılığını bulur. Kan ve ter dökmeyip, dökse bile bunu mülkiyet konusunda
elini güçlendirmek için yapanlar, kan ve terden kaçarak, kanı ve teri mülk
edinmeye çalışanlar, kanı yeterince kızıl, teri yeterince kıymetli
bulmayacaklardır. Hep bir şey eksik kalacaktır. Patronun işçisini sürekli
aşağılaması, emeğini küçük görmesi gibi, bu sol örgütler de kanı ve teri her
daim değersiz sayacaktır.
Bir şehirde, kitle örgütleriyle sol örgütler, 1 Mayıs
gündemi ile ilgili toplantı yaparlar. Daha toplantının başında, “bu toplantıyı
ben aldım, burası benim” kavgası çıkar. Sonrası ise, kimin daha “radikal” ve
daha “devrimci” olduğuna dair gereksiz laf dalaşıdır.
Oysa 1 Mayıs gündemi aylar öncesinden bellidir. Kitle
örgütleri siyasetten ari yerler değildir ve aslında onların arkasında (başka)
belirli sol yapılar vardır.
1 Mayıs’a iki hafta kala mitingin nerede olacağına
dair kavga, yersizdir. Bu kavganın aylar öncesinden neden örgütlenmediği, o
kitle örgütlerindeki sol yapıların neden sıkıştırılmadıkları sorgulanmalıdır.
Gezi’den beri bu meselenin neden örgütlenmediği tartışılmalıdır. “Dostlar
alışverişte görsün” diyerek, günü ve zevahiri radikal bir şovla kurtarmaya
çalışmak, siyaset yapmak olmamalıdır.
Bugün itibarıyla sorgulama da, tartışma da
anlamsızdır, zira sol örgütlerin içindeki iki ekip, esasında 30 Mart
seçimindeki hezimetini tabana unutturmak için “daha radikal” bir eylem kararı
almıştır, hepsi bu. Kitle örgütleriyle kurulan ilişki de “pişen armudu mideye
indirmek” üzerine kurulu olduğundan, onları “reformist” ilân edip, zevahiri
kurtarmak mümkün olabilmiştir.
Üstelik, kitle örgütlerine başka (radikal) bir mekânı
miting alanı olarak dayatan sol örgütlerin önemli bir kısmı 1 Mayıs’ta
“Taksim”e işaret etmektedir. Yani zaten radikalizmler başka yerde
yarıştırılacaktır.
Radikalizmse, çoğu zaman siyasetin ve siyaset yapma
imkânlarının ortadan kalktığı bir momenttir. Bu momentte hesap vermek yoktur,
günü kurtarma vardır. Kitlenin, hatta kendi yoldaşlarının bile gelmeyeceğini
bildiği bir “radikal” mekânda ısrar etmek, başlı başına apolitizmdir.
Bruce Lee’nin ifadesiyle, “her zaman kolumu ısırarak
kurtulabileceğini zannedersen bir süre sonra dişlerini kaybedersin.” Mesele
burada, sol örgütlerin Haziran Kıyamı’ndaki kitleyle neden sürekli ve derin bir
ilişki kuramamış olmasıdır. Bu zaaf, yaldızlı internet fotoğraflarıyla
kapatılamaz.
Oysa solun kendi içine dönük siyaset yapma
alışkanlığı, Haziran Kıyamı ile son bulmuş olmalıdır. Ama Kıyam’dan salt
direnişi ve barikatı “öğrenen” yapılar, bu yaklaşımın apolitik, uzatıldığı
takdirde anti-politik olduğunu görmemektedirler. Direnişin ve barikatın
öğrenildiği de şüphelidir. Sadece bir grup yiğit gencin posası
çıkartılmaktadır. “Başka örgütlere poz keseyim” diye bu gençler, asıl düşmanı
unutmaktadırlar.
Solun kendi içine dönük siyaset yapma alışkanlığı,
kitle örgütlerindeki hasım ve rakip sol unsurları radikalizmle köşeye
sıkıştırma şeklinde karşılık bulmaktadır. Kimileri, rakı masalarında, “devrimci
örgütleri Suriye’de savaşmaya” çağırmakta, kimileri de barikat güzellemeleri
yapmayı siyaset zannetmektedirler. Bireyin varlığına indirgenmiş bir
“devrimcilik”, devrimin kolektifliğini ezecektir. Rakı masası da, barikat da
bireylerin küçük burjuva dünyaları olarak şekillenmekte, gene kendilerine
benzeyen bireyler, “özgürlük” masallarıyla kandırılmaya çalışılmaktadırlar.
Solun bu fasit daireyi kırması, verili
sınıfsal-politik tahakküm sebebiyle, mümkün değildir. Sendikaların
sıkıştırılması, hatta CHP gibi işgal edilmesinin düşünülmesi, devrimci politik
özneye işaret etmez, aksine bu yaklaşım, gizli bir sendikalizmin habercisidir.
Zira CHP’yi işgal eden gençler, içeriden gerçekleştirilen bir operasyonun
parçasıdırlar ve hepsi, sonuçta CHP’li olmuştur.
Bu yaşanan sancı, kitle hareketi ile devrimci hareket
arasındaki diyalektik açının kendisiyle ilgilidir. “Madem kitleselleşemiyoruz,
bir iki sendikanın başına geçelim, âlem, bizim kitlemiz var zannetsin”
denilmektedir.
Birkaç yıl önce bir sol örgüt (Kaldıraç), örneğin,
Alevîcilik yapıp kısa sürede herkesten fazla kitleyi 2 Temmuz eylemine
getirmiş, ertesi yıl gene aynı 2 Temmuz mitinginden önce CHP başka bir etkinlik
peşine düşünce, söz konusu örgüt, alana on beş kişiyle gelebilmiş, kürsüden
CHP’nin ne kadar gerici olduğuna dair cümleler, öfkeyle, haykırılmıştır. Demek
ki kitleyle kurulan ilişkinin de kalıcılığı yoktur. Üstelik o bir yıl
içerisinde o Alevîleri CHP’den çekip alan bir hamle de yapılamamıştır.
Avrupa’da iktidara gelmiş sosyal demokrat partilerin
deneyimlerinden anlaşıldığı kadarıyla, bu partiler, sendikaların işçi
sınıfından ayrıştırılması için iktidara getirilmişlerdir bir bakıma. Sonuçta
ekonomik zorluklar ve kriz sebebiyle sendikalara işçi sınıfı aleyhine olan, ama
bir yandan da sendikaların gücünü kırmayan politikalar dayatılmış, sendikalar,
bu aşamada sınıfı satıp kendi koltuklarını korumayı seçmişlerdir.
Bugün tabanda işçi sınıfının çeşitli işgaller ve
direnişlerle uç veren mücadelesi, sendikaların duvarına toslamaktadır.
Sendikanın mevcut hâlini koruma derdiyle kimi sendikalar, kendi sınıfını satmak
zorunda kalmaktadırlar. Kimi sol örgütler, hiç istemedikleri ittifaklara imza
atmaktadırlar. Temsiliyet ve temsiliyetin mülkünden, kudretinden
vazgeçilememekte, “armut” görülen sınıfın mecburî ilişkisi bir biçimde istismar
edilmektedir. Sendikaları bu hâle getiren sol örgütlerin bugün sendikaları boş
ve gereksiz görmeleri de anlamsızdır.
Sendikalar, sınıfın öfkesini ve derdini bileyleyerek
dönüştürülmeyi beklemektedir. Bu ise, kısa günün kârı yaklaşımlarıyla değil,
sabırlı bir çabayla mümkündür.
Bahsi geçen şehirde, Gezi’nin anısına yaslanarak,
sendikaları sıkıştırma çabası, temsiliyet ve temsiliyetin mülk edinilmesine
dair yaklaşımdan bağımsız değildir. Bu çabanın nedeni, 30 Mart seçimi ise,
sebebi solun reformistleşmesidir. Solun mülkiyet ve rekabet dünyası, onun
kitleyle ilişkisini iğdiş etmektedir. Mülkiyet, onu anlamsız bir reformizme;
rekabetse, gereksiz bir radikalizme itmektedir.
Toplantı esnasında yaşanan kavgada, sol örgüt şefi,
“bu sendikaların zaten tabanı yok, işçi sınıfı başka yerde” diyerek muarızını
aşağılamakta, ama bu noktada, “peki o zaman neden onlara yönelik siyaset
üretiyorsunuz?” sorusu, cevapsız kalmaktadır. Aynı şef, sendikaları “demokrat”
olmamakla eleştirmekte, ama kendi bileşimindeki sekretaryanın tepeden inmeci
niteliğini örtbas etmektedir. Üstelik bu şef, bileşimin muhtevasını, biçimini,
yolunu da kimseye sormadan kendi başına tayin etmeyi “demokratlık” saymaktadır.
Ayrıca bileşimin kimi üyeleri, sendikalara dayatılan siyasetten bile
habersizdirler.
Zamanında “park forumları solcu yuvasına döndü, halk
uzaklaştı” eleştirisine, “solcular halk değil mi?” denilmişti. Bu söz konusu
toplantıda sendikaların “biz emek örgütleriyiz” lafı da sol örgütlerce, “biz
emek örgütü değil miyiz?” cevabıyla karşılanmış, kişisel tarihler terazide
tartılmıştır.
Bu şehirde solculuk, arkadaşlık kulübüne dönmüştür.
Dolayısıyla, emek örgütlerinin tavrı “gerici” de olsa, bu kulübün sözünden daha
“ileri”dir. Dökülen terin kıymeti onlardadır.
Kan ve terin karşı karşıya getirilmesi, diğer tarafın
küçümsenmesi, solun kendi içine dönük siyaset yapma alışkanlığı ile ilgilidir.
Kanın malikleri ile terin malikleri, bu ortamda didişip duracaklardır. Kanın ve
terin yoldaşlaşması ise kitle bağlarını kuracak, bizi bu apolitizmden
kurtaracak, gerçeği devrimci, devrimi gerçek kılacaktır.
Eren Balkır
14 Nisan 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder