Bir kadın ya da bir erkek, bir erkeğe ya da kadına
âşık olduğunda, kâğıda döktüğü kelimeler, o kadına ya da erkeğe değil, aşka
aittir. Çünkü o kadın veya erkeğin, aşk olmadan o kâğıttaki kelimeleri bulması,
manalandırması mümkün değildir.
Marx denilen, 1818 ile 1883 yıllarında yaşamış
tarihsel kişi, onca lafı bir kavga sayesinde, bir kavgadan ötürü ve o kavganın
yüzü suyu hürmetine edebilmiştir. Marksizm düşmanlarının ilk planda yaptıkları
liberal işlem şudur: Marksizm, Marx denilen o kişiye kapatılır, indirgenir.
Böylelikle Marksizm, Türkçünün ağzında, “Karl Marx Alman’dı, size ne ey Türk
milleti!” lafıyla karşılanır. Dinci aynı tepkiyi, “Karl Marx Yahudi’ydi” şeklinde
dile döker. Feminist (kadınsıcı) ise Marx’ın erkek oluşuna vurgu yapar.
Bu işlemde dert, kitleleri Marx’ın yoldaşı, ortağı,
emekçisi olduğu o kavgadan uzak tutmaktır. Özetle, kitleler bireylere bölünüp,
o bireylere şu zoka yutturulur: “Sen bireysin, aklın-fikrin var, irade
sahibisin, özgürsün, bir adamın ortaya attığı bir işe niye uşaklık edesin?”
Kolektif işten ve kavgadan uzak tutulan bireylerin önce kitleden ve kolektiften
nefret ettirilmeleri gerekir.
Kadın, güçlü bir ideolojidir. Bu ideolojinin teorik ve
politik karşılıkları da vardır, olmalıdır. Bu açıdan feminizm, o güçlü
ideolojiyi kırıyorsa kesilip atılmalı, ama o ideolojinin hizmetkârı oluyorsa
desteklenmelidir. Esasında böyle olduğu takdirde feminizmin “Marksist” ya da
“sosyalist” sıfatıyla tanımlanmasına da gerek kalmaz. Sınıflar mücadelesine
iman (güven) önemlidir; bu açıdan feminizmin içinde veya altında hüküm süren o
güçlü ideolojinin (kadının) kavgaya yoldaş olmayı bileceği görülmelidir. “İşçi”
denilen güçlü ideolojiyi bireye kapatanların, onu kavgadan kaçıranların,
kendileri dışındaki her şeyi kimliğe indirgemelerine ve onları küçümsemelerine
karşı çıkılmalıdır.
Marx’ın örgütlendiği, ait olduğu, kendisini yoldaşı,
ortağı, emekçisi kıldığı kavgadan tecrit edilmesi mümkündür. Belirli özel
bireylerin uhdesinde ve mülkiyetinde, özel odalarda kurgulanmış bir Marx’ın
üzerinden tanımlanan bir Marksizmin sömürülenlere ve mazlumlara bir hayrı
yoktur. Marx da o kavga hasebiyle güçlü bir ideolojidir. Feminizmin kadına
yaptığı gibi, bir tür Marksizm de Marx’ı iğdiş ediyor, o kavgadan çalıyorsa,
kesilip atılmalıdır.
Feminizmin Marksizmin ezilmesi ve yok edilmesi için
kullanılmasına karşı dikkatli olmak gerekir. Geçen yüzyıl, Marksizmin
feminizmdeki zenginliğe muhtaç olduğu, feminizmle pekiştirilmesi gerektiği,
feminizmin krizdeki Marksizmin kurtuluş yolu olduğuna ilişkin tezlerle doludur.
Bu tezlere dair esas tartışılması gereken, kavgadan ve aşktan soyutlanmış,
tecrit edilmiş, metafizik bir olgu olarak, bedenin neden bu kadar altının
çizildiğidir. Bu beden kimindir ve nedir?
İki dünya savaşı, muhtemelen, bedenin
putlaştırılmasında önemli bir rol oynamıştır. Marksizmin yeni oluşan döneme
cevap olamaması, onun bedeni ve bedenin mutlak sahibi bireyi anlamamasıyla
ilişkilendirilmiştir. Bu yaklaşım, doğalında, Marksizmin değdiği yerlerin
kendisine kapatılmasını beraberinde getirmiştir. Marksizm o kavgaya açılmayı
ifade ettiğinden, toplumdaki çeşitli unsurlar kimlik haznesine
kapatılmışlardır. Ulrike Meinhof’un bugün feminizmin şehidi sayılması, onu var
eden kavganın boşa düşürülmesi ve değersizleştirilmesi içindir.
Şiddet sınır çeker. Kavgadan kaçan birey, o sınırı
boğucu, ezici bulur. Oysa o sınır, kolektif kavganın daha geniş bir düzleme,
zamana-mekâna açılmasını sağlar. Örneğin bir kadının kocasına attığı tokat, onu
birden uçsuz bucaksız bir kadınlık ordusuna dâhil eder, coğrafya genişler, dil
güçlenir, tarih kökleşir.
* * *
Bu uzun girizgâh, 8 Mart’ta İstanbul’da yapılan kadın
yürüyüşünde çeşitli örgütlerle feministler arasında yaşanan kavgaya dairdir.
İstanbul Feminist Kolektifi ve İstanbul LGBTT
Dayanışma Derneği, özellikle Kaldıraç’ın tavrını eleştirmiş, bu hususta
Partizan, Kaldıraç ve Emekçi Kadınlar (EKA) birer cevap kaleme almıştır.
Kaldıraç ve EKA gösterdiği tavrın arkasında durmuş,
Partizan ise feministlerden özür dilemiştir. Partizan’ın “biz aslında kadın
yürüyüşüne değil, Berkin Elvan’la ilgili eyleme gelmiştik, yanlışlık oldu,
kusura bakmayın” demesi, politik açıdan sorgulanmaya muhtaçtır.
Feministlerin söylemlerinde iki eleştiri öne
çıkmaktadır: ilkine göre, Kaldıraç ve diğer gruplar, feministlerin kitlesini
mülk edinmek, kullanmak istemiş; ikinci eleştiriye göre de söz konusu gruplar
alana çıkacak olan feministlerin eylemini sabote etmişlerdir. Bu tartışma
vesilesiyle, uzun süredir 8 Mart’a erkeklerin gelmemesi telkininde bulunan
feministler, sosyalist hareketlere olan düşmanlıklarını bir kez daha açık etme
imkânı bulmuşlardır.
Gezi sürecinde, Çarşı grubu içinde, sahada dövüşen
gençlerin söylediğine göre, kendileri en iyi LGBT hareketi üyeleriyle
anlaşabilmiş ama feministlerle anlaşmaları mümkün olmamıştır. Feministlerin,
çatışma esnasında baret, gözlük, maske takmadan dövüşmeye bile karşı çıkmaları
Çarşıcıların asabını bozmuştur. Feministler, bu tarz dövüşmeyi “erkekçe”
bulmuşlar, herkesi kendileriyle eşitlenmeye zorlamaya çalışmışlardır.
Aynı şekilde, Gezi Parkı’nda bir kadına tecavüz
edildiğini bir Zaman gazetesi bir de feministler dillendirmişlerdir.
Feministler zabitliğe soyunduğundan, tıpkı burjuva basını gibi, Taksim’in ele
geçirildiği günlerde, alanda yüzlerce taciz vakası olduğunu söylemişlerdir.
Kavganın dışında olunca, kavgaya dair ve ait her şey çapak, pürüz, pislik
olarak görülecektir. Demek ki (genellemeyelim ama) o günlerde Taksim ve
civarında olan (kimi) feministler, kavgaya yoldaş olmayan kadın bireylerin
sığınağını inşa etmişlerdir.
Kavganın komün gücü, bu tarz bireyselleştirici, tecrit
edici yaklaşımlara karşıdır. “Biz kadınız, bizim derdimizden sadece biz
anlarız, her şeyi biz halledeceğiz, kimse karışmasın” diyen bu yaklaşımın
ilgili sorunları çözmek değil, satmak gibi bir derdi vardır sadece. Kavgadan
soyutlanan bir öz, özne, birey kurguları ancak dükkân açar ve ilgili mevzuyu
dükkânı önünde satmaya çalışır.
Bu küçük burjuva tarzın feminist harekete galebe
çaldığı aşikârdır. Sınıftan, işçiden, sol değerlerden tiksinerek bahsetmesi,
tam da onun bu sınıfsal karakterinden ötürüdür. Tekraren: kadın güçlü bir
ideolojidir ve küçük burjuvanın rolü bu gücü kırmaktan ibarettir. O, özneliğini
bencil bir intikam üzerine kurar; proleterin özneliği sınıfsal öfkeye dairdir.
Anarşistler gibi feministler de önemli ölçüde eski
solcudur, dolayısıyla feminist hareket, ayrıldıkları örgütlerden intikam almaya
çalışan bireylerin egemenliği altındadır. Son tartışmada polise yönelmeyen
kinin sola çevrilmesi, bunun delilidir.
Kaldıraç’ın bu olayda, tüm sol özneler gibi, genel sol
düzlemin içine doğru siyaset yapmış olması, yanlıştır. Feministlerin anlatımına
göre, örgütün attığı adım ve yaptığı müdahale, solun içine dönüktür. Kitlesel
bir yürüyüşün önüne geçip bayrak açmak, asla öncülük demek değildir. “Bu
feministler korkar, polisle çatışmaz, biz şimdi barikata saldıralım, şanımız
yürüsün” demek de anlamsızdır.
Yıllar önce üç sendikacının, kendi aralarındaki
sohbette, “bu gençler gelmesin, ortalığı karıştırıyorlar” dediğine tanık
olunmuştur. Aynı sendikalizmin bir türevi, bugün feminist harekette de zuhur
etmektedir. “1 Mayıs’a işçi olmayan gelmesin, Newroz’a Kürd olmayan gelmesin,
19 Ocak’a Ermeni olmayan gelmesin” denilemez. Yarın bir gün muhtemelen Gezi
şehitlerinin anmalarında da “devrimci olmayan ya da bizden olmayan gelmesin”
denileceğinden korkulmaktadır. Mesele, galiba bu takvim solculuğundan kurtulmaktır.
İşçi'yi, Kürd’ü, Ermeni’yi, şehitleri ve kadını
yılbaşı öncesi dükkân önlerinde müşteri çekmek için dikilen Noel Baba’ya
dönüştürmemek gerekir. Hele ki 8 Mart, burjuvazinin daha fazla mal tüketilsin
diye icat ettiği Sevgililer Günü’ne indirgenmemeli, kadın denilen güç, Aziz
Valentine ikonalarına dönüştürülmemelidir.
Kaldıraç’ın feminizmle imtihanı çetin olmuştur.
Kaldıraç’ın kadının komünal gücüne örgütlenmesi; feministlerin kaldıracı doğru
dayanak noktasına erkek ve LGBT yoldaşlarıyla birlikte yerleştirmesi
zorunludur.
Eren Balkır
10 Mart 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder