Genç kuşak, altmışlarda Tude Partisi’ne girmiş ve Millî Cepheli yaşlı kuşağın yenilgiyi kabul edişinin, aşamacılığının ve muhafazakârlığının karşısında hayal kırıklığına uğramıştı.
Haziran 1963 ayaklanmasının bastırılması ve emperyalist rejimlerin iktidarı pekiştirmesi ile Küba, Vietnam ve Cezayir deneyimlerinin etkisine giren genç kuşak, İran’da kurtuluşa ve sosyalizme sadece silâhlı mücadele yoluyla varılabileceğini inanmaya başladı. Bu genç kadroların önemli bir bölümü, üniversite kampüslerinde ve muhtelif şehirlerde küçük gruplar oluşturdu.
Söz konusu grupların üçü birleşip, İran Halkının Fedaileri Gerillaları Örgütü’nü kurdu. 8 Şubat 1971’de bir grup Fedai gerillası, İran’ın kuzeyindeki Siyahkel köyünde bulunan bir jandarma karakoluna saldırı gerçekleştirdi.
Devlet, çatışmada katledilmemiş olan örgüt üyelerine büyük bir güçle saldırdı.
Tutuklananlar, ya idam edildiler ya işkencede öldürüldüler ya da müebbet hapse
mahkûm edildiler. Gelgelelim yaşanan bu askerî yenilgi, propaganda sahasında
muazzam bir zafere dönüştü. Söz konusu olay, İran’daki silâhlı mücadelenin
fitilini ateşledi.
Şubat
1979’da İran’da monarşi, karşısında halkın devrimci hareketini buldu. Fedailer,
devrim öncesi süreçte birçok üyesini yitirdi, ama devrim döneminde en büyük
silâhlı Marksist örgüt olarak ortaya çıkma imkânını buldu, zamanla da çok
sayıda üye ve destekçiye sahip oldu. Devrimin hemen ardından örgüt hiziplere
bölündü, yoğun bir baskı ve çözülme sürecine girdi. Bu makalenin amacı, Halkın
Fedaileri örgütünün ana teorisyenlerinin teorik fikirlerini analiz etmek ve
yoğun bir silâhlı mücadeleye tanık olan 1971-1976 arası dönemde hüküm süren
tartışmaları incelemektir.
Sonradan
Halkın Fedaileri örgütünü oluşturmak için 1971’de birleşen gruplar, Meşhed,
Tahran ve Tebriz’deki hücrelerden oluşmaktaydı. Tahran hücresinin lideri Bican Cezeni (1937-75) ve Hasan Ziya Zarifi
idi (1937-75). Cezeni, Tude Gençlik Örgütü’nün ve Millî Cephe Öğrenci
Hareketi’nin önemli bir üyesiydi. Darbe sonrası Cezeni, ileride yeraltına
çekilecek olan bir grup oluşturdu. 1963 olayları ve dünya genelinde yaşanan gelişmeler
sonrası grup, nihayetinde silâhlı mücadeleyi benimsedi. Bu grubun diğer önemli
üyeleri Ali Ekber Safai Farahani (1939-1971) ve Hamid Eşref’ti (1946-76). Şubat
1968’de aralarında Cezeni ve Ziya Zarifi’nin de bulunduğu grup üyelerinin bir
kısmı, gizli polis SAVAK tarafından tutuklandı. Safai Farahani, Filistin’e
gidip silâh ve eğitim almak amacıyla oradaki mücadeleye katıldı. Sonrasında
Siyahkel’de başlatılacak olan kalkışmaya öncülük etmek için ülkeye döndü.
Eşref, ülkede kalıp, grubun faaliyetlerini sürdürmesine katkı sundu ve saflara
yeni üyeler kazandırdı. 1976’da devletin eline geçip katledilene dek,
Fedaiyan’ın gerilla faaliyetlerinin önde gelen örgütleyicisi oldu.
Meşhed
grubunun lideri Mesud Ahmadzade (1947-72) ve Emir Perviz Puyan’dı (1947-71).
Her iki isim de dinî bir arka plana sahipti ve geçmişte Millî Cephe üyesiydi.
İkili, Meşhed’de dinî kimi yönelimleri olan politik gruplar teşkil ettiler ve
söylendiğine göre, İran İslamî-Milliyetçi Kurtuluş Hareketi’nin de üyesi
oldular. 1965’te Ahmedzade üniversite için Tahran’a gitti, 1967’de Puyan da ona
katıldı. Bu tarihten itibaren ikili, Marksizmi benimsedi ve kısa bir süre sonra
da yegâne seçenek olarak silâhlı mücadelenin verilmesi fikrinin savunucuları
hâline geldi.
Bu
grup, Tebriz’deki başka bir hücre ile temas kurdu. Tebriz grubunda Behruz
Dehgani (1939-73) ve yazar Samed Behrengi (1939-68) bulunuyordu. Behrengi, Küçük
Kara Balık ve Yirmi Dört Saatlik Akıntı isimli öyküleriyle ünlenmiş
bir öğretmendi. Gizemli ölümünün sebebinin SAVAK olduğu düşünüldü ve zaman
içerisinde şehid mertebesine yükseltildi. Behruz Dehgani de işkencede
katledildiğinde Fedaiyan hareketinin bir kahramanı hâline geldi. Nisan 1971’de
bu gruplar, Fedaiyan’ı teşkil etmek üzere birleştiler.
Yukarıda
da kısaca belirtildiği üzere, 8 Şubat 1971’de Ali Ekber Safai Farahani
liderliğindeki bir gerilla grubu, İran’ın kuzeyindeki Geylan şehrinde bulunan
Siyahkel köyündeki bir jandarma karakoluna saldırdı. Bu olay, İran’da silâhlı
mücadelenin başlamasını ve gerilla hareketinin ülkedeki muhalefet hareketinin
merkezine oturmasını sağladı. Siyahkel saldırısı, İran’daki devrimci gruplar
için yeni bir ölçüt belirlemiş oldu ve diğer grupları da silâhlı eyleme itti.
Eylem,
ayrıca Tude ve Millî Cephe’nin eski taraftarları ile yeni devrimci kuşağın
kopuşmasını sağladı. Bu durum İran’a özgü değildi, zira başka ülkelerde de
ilgili dönemde eski ve yeni sol arasında benzer çizgiler çekilmekteydi. Genç
kuşağın artan militanlığı ve silâhlı mücadele kararı batıda da vücut buluyordu.
Birleşik Devletler’deki Yeraltında Hava Durumu Örgütü, Almanya’da Kızıl Ordu
Fraksiyonu ve İtalya’da Kızıl Tugaylar benzer gelişmelerin ürünleriydi.
Muhtemelen bu, sermayenin milletlerarası niteliğinin ve ona karşı mücadelenin
ortaya çıkardığı küresel bir olguydu; özellikle sermayeye karşı mücadele veren
yapıların birbirleri üzerindeki etkilerinin bir sonucuydu.
Halkın
Fedaileri, yaptıkları teorik katkılarından ötürü yeni eylemci kuşağı içinde
önemli bir yere sahipti. Kurucu isimlerin ortaya koyduğu eserler, İran’daki
yeni komünist hareket olarak nitelendirilebilecek faaliyet üzerinde uzun süre
etkide bulundu. İlk teorik çalışma, hareketin üzerinde önemli bir etkiye sahip
olmuş olan ve Emir Perviz Puyan tarafından kaleme alınan, Silâhlı
Mücadelenin Gerekliliği ve Hayatta Kalmaya Dayalı Teorinin Çürütülmesi isimli
makaleydi. Bu, bir İranlı Marksist tarafından silâhlı mücadele üzerine yazılan
ilk teorik çalışmaydı. Puyan bu çalışmada, devrimin mevcut imkânlarını boğan
sorunun işçi sınıfının Şah rejiminin mutlak gücü ve işçi sınıfı hareketinin
mutlak zayıflığı olmak üzere, iki “mutlak” tarafından zayıf düşürüldüğünü
söylüyordu.
Bu
durumun muhtelif nedenleri vardı ve ilgili nedenler tek bir cümlede
özetlenebilirdi: işçi, kendi azciyetini mutlak kabul ettiği ölçüde düşmanın
gücünü de mutlak kabul etmektedir. İşçinin mutlak mânâda güçsüz olduğu durumda,
mutlak bir iktidardan kurtulmak nasıl düşünülebilir?
Diktatörlüğün
tüm muhalifleri ve özellikle her türden bağımsız işçi sınıfı örgütü biçimini
zorbaca bastırması, işçilerin kendilerini devletin muazzam gücü karşısında
güçsüz görmelerine neden oluyordu. Bu da rejimin muhalefeti ve politik eylemi
kuşatmak suretiyle teşvik ettiği, politikaya yönelik bir pasiflik ve
duygusuzluk kültürüne yol açıyordu. Silâhlı mücadelenin başlaması bu
yanılsamaları paramparça edebilir, devletin “mutlak” iktidarına dair
yanılsamayı dağıtarak, rejimle mücadele edilebileceğini halka gösterebilirdi:
“Büyü bozulur ve düşman, müflis bir hokkabaz olarak görünmeye başlar.”
Demokratik politik hayatın hiçbir biçiminin mevcut olmadığı bir durumda halkın
seferber edilebilmesi için yegâne yöntem, silâhlı mücadeleydi.
Proletarya
ile kurulan temasların amacı, sınıfı politik mücadele hattına çekmekti ve bu,
işçilerin zihinlerinde varolan söz konusu iki “mutlak” yıkıma uğratılmaksızın
mümkün değildi. Dolayısıyla, işçilerin politik bilinç düzeylerini yükseltme ve
onları örgütleme konusunda herhangi bir demokratik imkânın kalmadığı mevcut
koşullar altında, proletarya ile proleter aydınlar arasında gerekli ahlâkî
bağlar devrimci güç dolayımıyla kurulacak ve bu gücün sürekli tatbiki örgütsel
bağların oluşmasını sağlayacaktı.
Puyan,
makalesinde silâhlı mücadeleyi reddeden ve “hayatta kalma teorisi” olarak
adlandırdığı fikriyatı savunan gruplara saldırdı. Bu, özelde Tude içindeki
örgütleri ifade etmekteydi. Yazara göre, söz konusu örgütler meşruiyet elde
etme umuduyla faaliyetlerini sistem içinde çalışmayla ya da sürgünde rejimi
eleştirmeyle sınırlamış çevrelerdi. Bu gruplar, rejimin eldeki azıcık
kazanımları ezmesine yol açmamak adına saldırıya geçmekten imtina
etmekteydiler. Söz konusu yola girilmesini ve nesnel devrimci koşulların
oluşmasını beklemeyi savunan bu fikir, ilgili grupların zayıflıklarının basit
kılıfından başka bir şey değildi. Puyan’ın kanaatine göre, bu yaklaşım
yenilgiyi kabul etmekten başka anlam ifade etmiyordu. Doğru politik hattı
bulmak ve teori üzerine çalışma yapmak yeterli değildi, devrimci bir grup,
teorisini fiilî devrimci pratiğe bağlamak zorundaydı, aksi takdirde politik
grup, devrimci hareketin büyümesine asla katkı sunamazdı.
Bu
noktada “hayatta kalmak için saldırıya geçmeyelim!” diyen teorinin esasında “en
ufak direniş göstermeyelim, henüz rüşeym hâlinde iken polisin bizi yok etmesine
izin vermeyelim” demekten öte bir anlam taşımadığını göstermek gerekmekteydi.
Eğer yenilgicilik tasfiyeciliğin ta kendisiyse, o vakit “neden hayatta kalmamız
gerek?” sorusunu sormanın da gereği kalmazdı. Bu soruyu sormak, yukarıdaki
teorinin oportünist niteliğini tanımamıza yardımcı olacaktı. “Saldırıdan imtina
etme” fikri, devrimci güçlerin elindeki imkânların artırılmasını amaçlayan
kurucu çabaların tümünün ya da herhangi birisinin inkârına işaret edecekti. Bu
türden bir teorinin arzusu, mücadeleyi, düşman tarafından kontrol edilemeyen
yetersiz kimi imkânlar için mücadeleyle sınırlamaktı; yani kimi unsurların
basitçe bir araya gelişi sayı bakımından önemli değildi, zaten böylesi bir
birlikteliğin bileşenlerinin sayısı bir elin parmaklarını da geçmeyecekti.
Ardından bu grup, topyekûn bir gizlilik dâhilinde, Marksizm ve tarih
çalışmalarına yöneldi.
Emir
Perviz Puyan’ın kısa makalesi, önemli bir tarihsel momentin bileşeni olduğu
için önemliydi; söz konusu makale, gerilla hareketinin doğuşunu teorik olarak
ortaya koyan bir çalışmaydı. Makale, kendi konumunu belirlemekte ve geleneksel
muhalefetle ilişkisi içerisinde kendisinin nerede durduğunu göstermekteydi.
Çalışma, hem rejime karşı bir savaş ilânı hem de eski soldan açık biçimde kopuş
olarak etkili bir propaganda metniydi. Makale, Mazyar Behruz’un da ifade ettiği
biçimiyle, önemli bir momenti işaretlemekteydi: “Doğru ya da yanlıştı, daha iyi
ya da daha kötü de olabilirdi, ama komünist hareket bu makale üzerinden
saldırıya geçmiştir.”
“Hayatta kalma
koşullarımız gizlilik ve devrimci güçtür, bizim ‘hayatta kalma’ teorisini inkâr
etmemiz, saldırıya geçmekten imtina etme ilkesini reddetmemiz gerekmektedir.”
Dolayısıyla
“hayatta kalmak için saldırıya geçmeyelim” diyen teori, “hayatta kalmak için
saldırıya geçmemiz gerek” politikasına bırakmıştır yerini.
Gerilla
hareketi üzerinde önemli bir etkisi olan diğer bir önemli teorik çalışma ise
Mesud Ahmedzade’nin Hem Strateji Hem de Taktik Olarak Silâhlı Mücadele isimli
çalışmasıdır. İran’ın sosyo-ekonomik koşullarını ve sınıfsal yapısını detaylı
biçimde incelemektedir. Ahmedzade, önce “Beyaz Devrim” sürecinde yapılan toprak
reformunu ve reformun İran toplumu üzerindeki etkilerini, daha da özelde
sınıfsal bileşimini analiz etmektedir. Ahmedzade’ye göre, toprak reformları
sınıfsal çelişkiyi çözüme kavuşturmamış, sadece sınıfsal bileşimde kimi
değişikliklerin yaşanmasını sağlamıştır. Reformlar, feodal ilişkileri
parçalamış ve ülkeyi hızla kapitalist ilişkilerle tanıştırmıştır.
“Bu kısa incelemede biz,
Toprak Reformu’nun hedefinin kırsal bölgelerde bürokratik komprador
kapitalizminin ekonomik, politik ve kültüre hâkimiyetini genişletme amacı
güttüğünü göstereceğiz. Reformun hedefi, köylülüğün mustarip olduğu çok sayıda
rahatsızlığın giderilmesi değildir (aksine amaç, köylülüğün rejime destek
vermesi suretiyle kırsal bölgelerde devrimci potansiyel için gerekli zeminlerin
ortadan kaldırılmasıdır). Aksine rejim, doğası itibarıyla devrimin kırsaldaki
zeminini ortadan kaldırmak için ekonomik, politik ve kültürel baskıyı
yoğunlaştırmaktadır, çürümüş olan bürokrasinin hâkimiyetini genişletmek
suretiyle kendi etki alanını kırsal bölgelere doğru genişletmektedir.
Kapitalist ilişkilerin
takdimi İran’ı dünya kapitalist sistemiyle bütünleştirmiştir. Avrupa’da yaşanan
feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinin aksine İran’daki millî burjuvazi
zayıftır ve devrime önderlik edecek bir konumda değildir. Millî burjuvazi, endüstriyel
kapitalist burjuvazi anlamında yenilmiş ve dağılma aşamasına girmiştir.
İran’daki yeni yönetici sınıf, proletarya saflarına itilmiş köylülükle,
devletle ve milletlerarası sermaye merkezleriyle sıkı bağları olan komprador
burjuvazidir.
Esasında tam da komprador
sermayenin kırsal bölgelere doğru genişlemesi sonucu proletarya ile köylülük
arasında yakın bir ilişki kurulmuştur. Şehirlerde ise komprador sermayenin
zorba yönetimi proletarya ile millî burjuvazi, özellikle küçük burjuvazi arasında
çatışmaya yol açmış, bu çatışma millî burjuvazinin komprador bürokratik
kapitalizm ve emperyalist hâkimiyet arasındaki çatışma tarafından
gölgelenmiştir. Bu süreç boyunca her türden kapitalist üretim tarzı, komprador
kapitalizm, emperyalist tekellerin yol açtığı millî burjuvazinin tedrici
tasfiyesi ve iflası ile sınırlanmıştır.
Komprador burjuvazi,
bağımsız bir burjuvazi olmadığından ve kendi başına ülkeyi yönetemediğinden
emperyalizme bağımlıdır. Bu sınıf, iktidarını sürdürmek için emperyalist
güçlere dayanır ve İran’ın emperyalizm eliyle sömürülmesi için gerekli kanal
işlevi görür, öte yandan proletaryanın ve köylülüğün büyük bir kısmı için
koşullar daha da kötüleşmektedir. Bu, sadece İran değil, tüm Üçüncü Dünya için
geçerli bir durumdur. Vietnamlıların ABD’ye karşı gerçekleştirdikleri direniş
dâhil, Dünya üzerinde verilen anti-emperyalist mücadeleler bağlamında, halk ile
emperyalizm arasındaki çelişki tüm diğer çelişkileri gölgeleyen ana çelişkidir.
Bu da emperyalizme karşı mücadeleyi temel görev hâline getirmektedir.
Esasında emperyalist
idarenin tesisi ile birlikte toplumumuzdaki tüm iç çelişkiler, tüm dünyaya
yayılan, halkla emperyalizm arasındaki çelişki olarak nitelendirebileceğimiz
tek bir çelişki tarafından gölgelenmektedirler. Son elli yılda ülkemiz, bu
çelişkinin genişlemesine tanık oldu: emperyalist hâkimiyet, günbegün
artmaktadır. Her türden dönüşüm, bu çelişkiyi çözmek zorundadır. Söz konusu
çelişkinin çözülmesi, halkın egemenliğini kurmak ve emperyalist hâkimiyeti
çökertmek demektir.”
Arka
planı ortaya koyan Ahmedzade, devamında, kendi grubunun teorik gelişimini ve
sosyo-ekonomik gelişmeye dönük analizlerinin bir sonucu olarak, grubunun mevcut
politik hatta nasıl ulaştığını izah eder. Ardından, kendisinin de epey
etkilendiği ve dikkat kesildiği Régis Debray’nin Devrim İçinde Devrim mi? kitabı
üzerinden Küba deneyimini inceler. Ahmedzade, silâhlı gerilla öncüler ile halk
sınıfları arasındaki ilişkiyi tanımlamak için Debray’nin “küçük motor-büyük
motor” ve “sudaki balık” anlayışını benimser. Ahmadzade, ardından, devlete
karşı silâhlı mücadeleye girmenin komünist grupların görevi olduğu sonucuna
ulaşır. Silâhlı mücadele hem askerî hem de politik yöne sahiptir. O, devletin
askerî yapısına saldırır, ama aynı zamanda eylemleriyle propaganda amacı güder.
Bu eylem aracılığıyla halk mücadeleye çekilir ki bu gelişme de halk ordusunun
büyümesiyle sonuçlanacaktır; “Silâhlı mücadele hem bir strateji hem de
taktiktir.”
“Eğer bir sonuca ulaşmak
istiyorsak, bizim İran’daki devrimci gruplar için şu genel hattı önermemiz
gerekmektedir: mevcut koşullar altında silâhlı mücadele, mücadelenin ana
biçimini teşkil eder.”
Mesud
Ahmedzade’nin teorileri, tartışılan devrim öncesi dönemin önemli bir kısmında
Halkın Fedaileri’nce kabul edilen hâkim teorilerdi. Fedaiyan, söz konusu
dönemde devlete karşı bir dizi silâhlı eyleme girişti. Bu aşamada politik
örgütlenme üzerinde çok az duruldu. Silâhlı eylemler örgütlendi. Bican Cezeni,
Fedailer içerisinde Ahmedzade’nin teorilerine yönelik kimi itirazlar
geliştirdi. Yukarıda kısaca belirtildiği üzere, Cezeni 1968’de tutuklandı.
Hücresinden geriye kalanların Meşhed ve Tebriz hücreleriyle 1971’de Halkın
Fedaileri’ni teşkil ettiği sırada Cezeni hapisteydi. Hapishanede kaldığı süre
zarfında da faaliyetlerini sürdürdü, hapishanede bulunan arkadaşlarını
örgütledi ve o günlerde ülke dışına gizli yollardan çıkartılan teorik
çalışmalar kaleme aldı.
Cezeni,
Ahmedzade ve Puyan’dan yaşça büyüktü ve onlara kıyasla daha fazla pratik
örgütlülük deneyimine sahipti. Marksist teori ve İran tarihi konusunda da
yetkin bir isimdi, muhtemelen bunun nedeni, onun Tude içinde gençlik
çalışmalarına katılmış olması ya da tutuklandığı dönemde Tahran
Üniversitesi’nde mezun olmuş olan bir genç olmasıydı. Hapiste olduğundan, kendi
argümanlarını savunma noktasında yeterince güçlü bir konumda değildi, ama buna
karşın hapishanedeki Ahmedzade çizgisini savunan Fedaiyan içindeki dostlarıyla
teorik tartışmaya girdi ve bu tartışmayı yazılı çalışmalarında da sürdürdü.
Ahmedzade’nin çizgisi, örgütün Cezeni çizgisine kaydığı 1975’e dek hâkim
çizgiydi. Bu tarihten itibaren her iki lider isim de hayatta değildi.
İki
teorik konum arasında birçok benzer nokta mevcuttu. İki isim de şu sonuçlara
ulaşmaktaydı: toprak reformu, İran’ın sosyo-ekonomik yapısında köklü
değişikliklere yol açmıştır, feodalizm yerini bağımlı kapitalist gelişmeye
bırakmıştır. Toprak reformu, komprador burjuvazinin devletle ve devletin
giderek büyüyen bürokrasisiyle iç içe geçtiği bir sistem kurmuş ve İran’ı hızla
dünya kapitalist sistemiyle bütünleştirmiştir, dolayısıyla reformlar temelde
gerici niteliktedirler. Ancak Ahmedzade ve Cezeni, kimi temel hususlarda
belirli bir ayrışma içerisindeydi. Ahmedzade’nin kanaatine göre reformlar,
İran’da sınıfsal çelişkileri yoğunlaştırmış ve nesnel devrimci koşullar
yaratmıştır. Devrimci işçi sınıfı hareketinin yokluğunun arkasındaki neden,
devletin baskı politikasıdır, bu sebeple öncünün aslî rolü devlete askerî
planda saldırmaktır. Ona göre, reformları dayatan ABD emperyalizmidir, Şah’ın
rejimi emperyalizm tarafından tesis edilmiş ve korunmuştur. Diğer yandan Cezeni
ise Şah’ın rejiminin emperyalizme uşaklık ettiğini, onun tarafından
desteklendiğini ve korunduğunu söylemiştir, ancak gene de rejimin ABD ile
ilişkiler dâhilinde belirli bir özerkliğe sahip olduğunu iddia etmiştir. Ona
göre reformlar, iç ve dış etmenlerin teşkil ettiği bir bileşkedirler. Cezeni’nin
görüşüne göre, bu reformların ana itkisi, emperyalizmin rolünün ikincil olduğu,
ülkedeki prekapitalist ekonomik ilişkilerin belirli bir kriz noktasına ulaşmış
olmasıdır.
Ahmedzade’nin
aksine Cezeni, reformların sınıfsal çelişkiyi belirli ölçüde yumuşatmıştır,
dolayısıyla İran’da nesnel devrimci koşullar mevcut değildir, ama sistemin
doğası devrim için gerekli koşulları oluşturacaktır. Sonuçta iki isim, silâhlı
mücadeleye nasıl yaklaşılacağı hususunda ayrışmıştır. Ahmedzade ve Puyan için
esas mesele, halka devrimci koşulların ortaya çıktığını göstermek için rejime
askerî araçlarla saldırılması iken Cezeni, askerî yöntemlerin tek başına
devrime yol açmayacağına inanmaktadır. Cezeni, bu noktada devrimci öncünün
hazırlanması ve örgütlenmesi için hareketin “ikinci bacağı” olarak gördüğü,
mücadelenin politik tarafına dikkat çekmenin önemli olduğunu düşünmektedir.
Eyleme
verilen önemin yanında Fedailer’in kurucuları için teorinin rolü de önemlidir.
Bu kurucu isimlerin teorik çıkarımları kimi pratik sonuçlara sahiptir.
1971-1975 arası dönemde Ahmedzade’nin çizgisi takip edilmiştir. Fedailer,
ilgili dönemde çok sayıda yoldaşının şehadetine tanık olmuştur, zira rejimin
baskı aygıtı tüm ağırlığını hareketin üzerine bindirmiştir. Örgütün ilk
liderlerinin büyük kısmı katledilmiş ya da ilgili dönemin ilk birkaç yılı
süresince hapis yatmak zorunda kalmıştır. Emir Perviz Puyan, polisle girdiği
çatışmada 1971’de öldürülür, Mesud Ahmedzade ise 1972’de idam edilir. 1976’da
ölene dek Hamid Eşref, İran’daki gerilla faaliyetinin ana örgütleyicisidir.
Eşref, teorisyenden çok pratisyendir ve usta bir örgütleyicidir. 1975’te Bican
Cezeni, gerilla hareketinin diğer sekiz lideri ile birlikte hapishanede
katledilir. Bu, Fedailer’in gerçekleştiği suikastların intikamı olarak
gerçekleşmiştir. 1976’da kendi konumunu ve stratejini yeniden gözden geçiren
örgüt, resmî planda Cezeni’nin çizgisini benimser. Bu, rejim karşıtı
rahatsızlığın derinleşmesi ve örgütlenme konusunda kimi fırsatların oluşmasıyla
politik örgütlenmeye daha fazla dikkat edilmesine katkı sunar.
Devrimci
dönemde sayıları hızla artan Fedailer, birçok gösteri tertipler ve yeni
üyelerin eğitimine yoğunlaşırlar. Örgüt, Halkın Mücahidleri ile birlikte, Şubat
1979’daki nihai ayaklanma için güç toplar. Bu ayaklanma, Şah rejimi için ölüm
çanlarının çalmasına neden olur. Devrim döneminde ve sonrasında Fedailer
içerisinde kimi ayrışmalara tanık olunur. Örgüt Çoğunluk ve Azınlık hizbi adı altında ikiye
bölünür. Çoğunluk, silâhlı mücadeleyi sürdürmemeye karar verir, örgütün
ismindeki “gerilla” sözcüğünü çıkartır, anti-emperyalist ve ilerici gördükleri
İslamî Cumhuriyet Partisi içinde örgütlenmiş Humeynîcilerin safına geçer.
Çoğunluk, sadık bir muhalefet partisi olarak hizmet vermek niyetindedir, bu
faaliyeti kendisinin ve Tude’nin yasaklandığı 1983 yılına dek sürdürür. Azınlık
hizbi, İslamî Cumhuriyet Partisi’ni gerici bir yapı olarak görmekte ve
kendisini yeni hükümetle çatışma içerisine sokacak silâhlı mücadeleden vazgeçme
politikasını reddetmektedir. Her iki hizip de “burjuva liberaller” oldukları
gerekçesiyle, Ebu’l Hasan Beni Sadr idaresindeki ve geçici hükümetteki İslamî
liberallerle ilişkilerini kopartırlar.
Bu
ayrışmalar, yeni rejimin giderek baskıcı bir nitelik alması karşısında solu
yoğun biçimde zayıflatır. 1971-1977 arası dönemde Fedailer 172 üyesini
kaybetmiştir, bu aynı örgütün İslam Cumhuriyeti süresince yaşadığı kayıpla
kıyaslandığında epey küçük bir rakamdır. Fedailer’in devrim süresince
verdikleri iktidar mücadelesinde başarısız olmasının ve nihayetinde ölmesinin
birçok nedeni mevcuttur. Bu makale, kapsamı itibarıyla söz konusu nedenlerin
analizi için pek yeterli değilse de en azından teorik bir bakış açısından,
birkaç basit gözlemin aktarılması mümkündür.
Her
ne kadar Halkın Fedaileri, Tude’nin kimi dogmalarından kopabilmiş ve İran’da
devrime dönük yeni görüşler geliştirebilmişse de ideolojik bagajları bir tür
Leninizmle fazlasıyla yüklüdür. Fedailer, Leninist partinin “öncücülüğü”ne
bağlı bir örgüttür. Bu durum, sadece Fedailer’e özgü değildir, aynı yaklaşım
tüm İran solunun ana niteliğini teşkil etmektedir. Leninizme bağlılık bu
noktada, her ne kadar bilimsel olduğu iddia edilse de, dinî niteliktedir.
Stalin dönemine yönelik kimi eleştiriler geliştirilmiş olmasına karşın, aynı
dönemde ilgili Leninizm yaklaşımlarına ve bu yaklaşımların devrimci örgütlenme
yöntemine yönelik eleştiri geliştirilememiştir. Bu tip eleştiriler
geliştirenler, derhal “reformist”, “revizyonist” veya “küçük burjuva” denilerek
örgütten kovulmuşlardır. İlgili Leninist yaklaşımlara bağlılık, muhtemelen
örgütün yapısı ve kullandığı yöntemde mündemiç olan otoriterizmin bir
sonucudur. İçeride demokrasinin işletilmemesiyle örgüt, kaba teorik dogmalara
saplanıp kalmış ve devrimci dönemde hızla değişen koşullar ışığında yeni
teoriler geliştirecek bir konuma asla gelememiştir. “Öncücü” yaklaşımın
otoriterizmi, onların yeni rejimle çatışma içerisine giren ve devrim süresince
oluşma imkânı bulan kadın, etnik azınlık ve işçi konseylerinin özerkliğini
görememelerine neden olmuştur. Sol, ya bu kesimleri “devrimci birlik” adına
rejimle uzlaşmaya teşvik etmiş ya da hareketi destekliyorlarsa, onların gerçek
“öncü”nün kontrolüne girmelerini istemiştir. Bu toplumsal hareketlerin kendi
şartları dâhilinde desteklenmesine dönük herhangi bir çabaya rastlanmamıştır.
Her ne kadar Sovyetler Birliği’nin özellikle Üçüncü Dünya’ya yönelik Sovyet
politikası üzerinden, sosyal-emperyalist bir millet olduğuna ilişkin
eleştirilere tanık olunsa da, Sovyet toplumundaki kapitalist ilişkilerin
muhafaza edilmesi veya otoriterizme dönük herhangi bir eleştiri
dillendirilmemiştir.
Hakkında
yapılan eleştirilerin ötesinde Halkın Fedaileri, İran tarihinde ve genelde
solun tarihinde önemli bir yere sahiptir. Fedailer, devrimci bir örgüt olarak
yenilmişse de, örgütün deneyimi birçok dersle yüklüdür. Yeni mücadelelerle
yüzleşildiği noktada belirli bir vuzuh ve bakış açısına sahip olmak için bu
deneyimlerin ele alınması önemli bir husustur. Radikal toplumsal değişimle
ilgilenenler için bu dersler, tarih gelişmeyi sürdürdükçe, önem kazanmaya devam
edecektir ve eğer geçmişin derslerinden bir şeyler öğrenmezsek bu, aynı
hataları yinelemeye mahkûm olacağız anlamına gelecektir.
Arya Zahidi
10
Şubat 2008
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder