Eskinin mantığını yeni içinde yeniden üretmek, basit
bir etki meselesi değildir (bu konuda Derrida’nın yazıları iyi bir örnektir.).
Yeniden üretim, sermayenin kültürüne ait yapısal bir özelliktir. Başka bir
ifadeyle, Derrida veya Deleuze’ün etkisi, bu ikilinin yazılarını koşullayan
şeyin etkisinden her daim daha azdır. Derrida’nın ortaya koyduğu ürünler,
sadece dil, duygu ya da bedenle ilgili ezber bozan bir anlayışı içermesi değil,
ayrıca sermayenin kendisini yeni yollardan meşrulaştırdığı dilbilimsel, duygusal
ya da bedensel stratejiler üzerinden işleyen faaliyetler sebebiyle de
etkilidir. Derrida, Deleuze ve diğer “post” teorisyenler, her daim yeni bir
sözcük dağarcığı ile konuşmuşlardır: Yeni Eleştiri, Mit Eleştirisi,
yapısalcılık, psikoanaliz, feminizm, ırkçılık karşıtlığı. Sermayenin toplumsal
çelişkileri, dönemin hâkim teorisinin (örneğin Yeni Eleştiri teorisinin)
yorumlama noktasında sahip olduğu hâkimiyeti komutasını aştığında yorgun
düşmüş, teorinin yorumlama mantığı yeni ve zinde bir dilin içinde yeniden
üretilmiştir. Yeniye dönük talep, sürekli yoğunlaşan sınıfsal uzlaşmazlıkların
ve bunların örtbas edilmesiyle ilgili tekrar tekrar zuhur eden ihtiyacın
etkisinden başka bir şey değildir.
Yakın geçmişi modası geçmiş diye kınamak ve yepyeni
olanın, en son gerçekliğin kapıya gelip dayandığını ilân etmek, sermayenin
kendisini meşrulaştırmak için kullandığı yorumlama mantığının bir parçasıdır.
Bu, her bir yeni ve farklı teorinin sahip olduğu kavramsal ve analitik
farklılıklara karşın, kültürün “ekonomi”nin boyunduruğundan kurtulmuş birer
özerk alan olarak belirli bir kapsamlama ya da diğer bir unsura (duygu,
estetik, metin, yazı, harf, gösteren, özne ve bedene) başvurarak
yapılandırılmakta olduğu, yani kültürün, oyuna içrek bir dizi gösteren,
paramparça edilmiş harfler, göçebe anlamlar, farklı kimlikler ve edimsel
tekillikler alanında kurulduğu anlamına gelmektedir. Bu özgürlük alanı,
kapitalizm için bir gerekliliktir: kültürde söz konusu alan bireylere iş
hayatında kendilerini inkâr eden bir özgürlük bahşetmektedir. Sarsak anlamların
ve kendi kendisini yersizleştiren kimliklerin özerk bir arenası olarak kültür,
ücretli emek sisteminde sınıfsal ilişkilerin bireyselliğe dayattığı sınırlara
yönelik kapitalizmin verdiği kinik bir cevaptan başka bir şey değildir:
“İdeolojik açıdan, biz aynı çelişkiyi burjuvazinin bireye eşi benzeri
görülmemiş bir önem vermesi gerçeğinde de görüyoruz, ancak aynı zamanda söz
konusu bireysellik, meta üretiminin yol açtığı şeyleşme üzerinden, bireyin tabi
olduğu ekonomik koşullarca imha edilmiştir.”
Teresa Ebert
[Kaynak: The Task of Cultural Critique,
University of Illinois Press, 2009, s. xi.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder