Pages

22 Şubat 2014

Cahil

Politikada “yanlış” ve “doğru” gibi kategorilere yer yoktur. Orada, yerindelik gibi bir mesele belirleyicidir. Ama “yanlış” ve “doğru” ille de kullanılacaksa, yanlış-doğrudan ve doğru-yanlıştan söz edilebilir.

Lenin’in kimi yazılarının Türkçe çevirisinde İngilizcedeki philistine sözcüğü, çoğunlukla “küçük burjuva” diye çevrilir. Bu, yanlış-doğru bir çeviri. Esasında on dokuzuncu yüzyılda kendi zenginliğiyle övünen ve kültür, estetik alanlarıyla ilgilenmeyen, cahil orta sınıfları tanımlamak için kullanılan bir sözcük bu. Lenin “cahil” derken, sözcüğün “küçük burjuva” diye çevrilmesi “yanlış bir doğru”. Çünkü küçük burjuva, gerçekten cahil ve maddî varlığıyla övünmekten başka bir şey yapmıyor. O, herkesi kendisine mecbur etmeye çalışıyor ve işin başı-sonunun kendisi olması için gayret ediyor. Lenin, sözcüğü kültür ve estetikle ilgilenmeyen değil, verili durumun mahiyetini araştırmayan, öze bakmayan anlamında kullanıyor. Çünkü küçük burjuva, her şeyin mahiyetinin, özünün kendisi olduğuna inandığından ya da böyle olmak istediğinden, kendisinin sorgulanmasına ve nesnelleştirilmesine asla izin vermiyor.

Arapçada bu philistine’i karşılayan sözcük, “hiçbir şey bilmeyen, anadan üryan, bilgisiz” anlamındaki “ümmi” değil. “Bilmeye dirençli, kapalı olan” anlamında cahil yeterli. Goethe philistine sözcüğünü, “kendisine ait olmayan tüm hayat koşullarını hiçe sayan, ama kendisi dışındaki tüm insanların kendi hayat tarzına uymalarını talep eden” kişi olarak tanımlıyor. Bu yaklaşım, çoğalmaya, kolektif olmaya kapalı olmak, herkesin ait olduğu hayatı inkâr etmek zorunda.

* * *

İnsandır, ne yaptığını bilmez, bilemez çoğu zaman. Yapar ama ne yaptığını bilmez. Yaptığı, böylesi bir cahillik, küçük burjuvalıktır kimi vakit. O bir ara özneliğini kurmuştur, herkesin o öznelik önünde diz çökmesini istemektedir. Özneliğinin ne tarafından kurulduğunu sorgulatmaz.

Malumata değilse de bilmeye karşı dirençlidir. Hatta ondaki malumatfuruşluk, bilgi satıcılığı, tam da bilmeyi anlamsızlaştırmak içindir. Direnir, karşı koyar ve sürekli özneliğinin kurulduğu momenti herkese hatırlatmak ister. Asla çoğalmaz, kolektifleşmez. En fazla, kendisinin kopyası bir çocuk ya da dirijanlar-aparatçikler yetiştirmektir hayali.

1848 devrimleri esnasında Fransa’da işçiler bir gazete çıkartırlar. Küçük burjuvalar destek için işçilerin kapısını çalarlar ve işçiler onları kovarlar. Marx ve Engels, bu tavırdaki cahilliği yerden yere vurur.

İşçi olmak, küçük burjuva tavır sergilemeye mani değildir. Kolektif teorik faaliyetin bireye indirgenmesi de aynı yaklaşımın bir ürünüdür. İşçiler, kendi heybetli varlıklarını kendisine kapatmışlardır ve dışarıdan gelecek unsurları tehdit olarak algılamaktadırlar. Marx ve Engels’in itiraz ettiği, bu kapatmadır. Kolektifin bireye kapatılması ve eleştiri silâhlarının oraya istiflenmesi de aynı cahilliğin ürünüdür.

Cahil, kendi varlığını muhafaza etme derdindedir. O, muhafaza ve kapatma pratiği sonucu her şeyi ve herkesi dışarı atacak, onları savuşturmak için çeşitli hamleler geliştirecektir.

* * *

Dışarıdan gelen birisi olarak Mustafa Suphi, tehdittir. Cahilane direnç, onu kovmaya mecburdur. Suphi, içte ve dıştaki itirazlara rağmen, yurduna dönmek derdindedir. Kişi olarak Sibirya, Moskova, Kazan ve Bakû hattındaki izleği takip ettiğimizde görürüz ki onun derdi, yurda dönmektir. Kendi yurdunda faaliyet yürütmektir.

Bu, 12 Eylül sonrası sürgünden dönüp yurda gelmeye çalışan üç-beş sanatçının, aydının hasretine benzemez. Suphi, bir devrimin yurduna dönmeye yazgılıdır. Kişi olarak geçmişi, birikimi, niyeti, arzusu ne olursa olsun, öznel ve iradî olarak Suphi, devrimin hamalı, neferidir, oradan düşünür, dolayısıyla, yerin altında besleneceği su akıntısını arayan ağaç kökü gibi, oraya doğru uzanmaya çalışmaktadır.

Biri çıkıp “o masondu, sosyalist devrimciydi, köylüydü, maceracıydı, cahildi, anarşistti” dese de, onun bu yöneliminde bir hikmet bulmak zorunludur. Kişi olarak Suphi’nin öznelliğinin bundan gayrı bir anlamı ve değeri olamaz.

Aynı şekilde, Suphi’nin Anadolu’ya gelirken yanında getirdiği, esir askerlerden müteşekkil Kızıl Ordu’sundaki askerlerin ne kadarının kaçmayı istediğini, kaçta kaçının gerçek komünist olduğunu hesaplamak da küçük burjuva bir yaklaşımdır. Aslolan, orduya, ordunun fiili yürüyüşüne bakmaktır. Bakmayanlar, burjuvazinin ordusuna bağlanmışlardır. O fiili yürüyüşe örgütlenmeyenler, işçinin-köylünün ordusunu kuramamışlardır.

Suphi’nin içinde olduğu dönemde varolan tekil şahısların hikâyelerini ezbere bilmenin de bir hükmü yoktur. Kişinin yapıp ettiklerine, sözlerine ilahi anlamlar yükleyip, sonra da “hiç de ilahi değilmiş” demek saçmadır, cahilliktir.

İlk yükleme, tam da bu cümleyi sarfetmek, kişinin eylemini ve sözünü boşa düşürmek için yapılır. Ya da tüm yapıp edilenleri ve söylenenleri kendinden menkul bir olgu olarak değerlendirmek ve her şeyden tecrit etmek de çıkışsızdır. Birilerinin fiiliyatta somut tanrıları vardır; tarihteki kişiler ve durumlar bu tanrılar adına tasfiye edilmektedir, hepsi bu.

TÜSTAV’ın 2004’teki Mustafa Suphi sempozyumunda, o dönemin tarihsel bilgisinin mülkünü elinde bulunduran Mete Tunçay, “Suphi öldürülmeseydi, Ankara hükümetinin bir bakanı olurdu” demişti. Tunçay’ın bu tespiti doğru da olabilir. Temelde belki de doğru-yanlıştır. Çünkü bu tespit, tam da bizi Suphi’den fazla olan bir komünist hareketin hiç varolmadığına inandırmak için dillendirilmektedir.

Burada aslolarak, her şeyin başı-sonu olmak için yanıp tutuşan küçük burjuvaların ruhları gıdıklanmak istenmektedir. Mesele tekil bir şahsa kapatılmakta, o tekil şahıs yenildiğine göre, bizler o meseleden uzaklaşmamız konusunda ikna edilmeye çalışılmaktayızdır. Ayrıca o bireyler, eksiklerine, zaaflarına, yanlışlarına bir bahane bulma imkânına kavuşmuşlardır.

1920 momentinin önemli politik aktörlerini yan yana dizmek, bunların hayat hikâyelerini dizi senaryosu gibi ele almak, dönemin ana dinamiklerini, yönelimlerini, diyalektiğini ve maddesini görmemekle sonuçlanacaktır.

* * *

Diyelim, gerçekte Çerkes Ethem bomboş bir adamdı, ama bu bizi, onu belirli bir dinamik içerisinde politik olarak anlamaya çalışmaktan alıkoymamalıdır. Başka bir yurdu olmayacağı korkusu içerisinde yaşayan yüz binlerce Çerkes’in mevcut politik hareketliliği içerisinde, Bolşevik devrimden şu veya bu şekilde etkilenmiş askerler ve kitleler bağlamında Ethem, bir yere ve bir şeye tekabül ediyor olmalıdır.

Onun ilk asker olduğu günde kilitlenip kaldığını düşünmek, kendi özneliğini kurduğu yerde kilitlenip kalanların harcı olmalıdır. Zira söz konusu yaklaşım, Ethem’i dönem içerisinde silmek amacını güdecektir.

Aynı şekilde, 1920 momentinin Mustafa Kemal’in zaferiyle sonuçlanmış olmasını tarihsel açıdan mutlak bir veri olarak görenler, Çerkes Ethem’i ve Mustafa Suphi’yi, dolayısıyla, onların içinde olduğu kitlesel-politik oluşu boşa düşürmek, değersizleştirmek zorundadırlar. Bu da tersten, Mustafa Kemal’in iradesine ve öznelliğine tabi olmayı öğütlemekten başka bir şey yapmamaktır. O irade ve öznellik ayrıca bir bağlama oturtulabilir, idrak edilebilir. Mesele, bugün iradenin ve öznelliğin o iradeye ve öznelliğe ilericilik ve devrimcilik adına bağlanmasıdır. Mustafa Kemal denilen ve o dönemde oluşan irade ve öznellik, tümüyle burjuvaziye aittir. O, bir mecazdan, imgeden, dolayımdan ibarettir. Aslolan, onun şahsında burjuvaziye sunulan bağlılık yeminidir.

Cahillik, filistinizm, küçük burjuvalık, her daim kemalizm olarak tecessüm eder, etmek zorundadır. Cisimleşen hâl, hep kemalisttir, olmak zorundadır, lafta komünist de olsa, kişi, her aşamada kemalizmden medet umar. Tersten, ne kadar anti-kemalistmiş gibi görünse de, “gelecek yok, bugün var, komünizm şimdi burada” diyenlerde cisimleşen cahillik de dönüp dolaşıp pratikte kemalizme varır. Varmak zorundadır.

* * *

TKP’nin kuruluş tarihi 10 Eylül 1920 olarak bilinir, ama aslında bu tarih, partinin resmî tarihçilerince belirlenmiştir. Söz konusu tarihin belirlenmesi, 10 Eylül’ü önceleyen Suphi’nin iştirakçi faaliyet dönemini silmeyi amaçlar. Parti, 10 Eylül’de bir kurultay tertiplemiştir ama buradaki önparti, Suphi’nin örgütü, Türk İştirakiyyun Teşkilâtı’dır. Sonrasında Şefik Hüsnü çizgisi kuruluş tarihini kendi gerçekleştirdiği Ankara kongresinin tarihine çeker. Bu hamle de 10 Eylül ve iradesini boşa düşürmek içindir.

Anadolu ve İstanbul’daki ekiplerle birleşme yolları aranmaktadır. Şefik Hüsnü, bu birliğe sıcak bakmamaktadır ve onun kafasında, Fransa ve Almanya’da gördüğü sol siyaset tarzı vardır. Bu tarza göre, dönüşüm, aydınlar eliyle gerçekleşecektir. O aydınlar, Kemalist kurguya asil üye ve yedek üye olarak dâhl olurlar.

Oysa Anadolu’daki Türkiye Bolşevik Komünist Partisi (legal planda Yeşil Ordu ile birleşip Halk İştirakiyyun Fırkası’nı kuran irade) özellikle köylüler içerisinde belirli bir hat açma derdindedir.

Yıllarca Moskova’nın esasen THKP’yi değil TKP’yi önemsediğini bize anlatan Mete Tunçay’ın bugün (yani “liberal AKP” koşullarında) tam tersinin geçerli olduğunu söyleyen belgeler yayınlaması manidardır. Önceki açıklamalara göre, ilk parti, yanlış bir yerde debelenmektedir, kirlidir, Ankara’ya gelen ittihatçılara halkın “Bolşevik” sözcüğüne atfen kullandığı tabirle, “bulaşık”tır; ikincisi Sovyetler’in suyunda yıkanmıştır, mutlaktır ve kesindir. Satış işlemi, bunun üzerinden gerçekleşmektedir. TKP’lilere süreç içerisinde THKP olmamak öğretilmiştir.

Tunçay gibi isimler, en fazla, sonrasında başarısız olan TKP’lilerin yüreğini ferahlatmakta, “endişelenmeyin, sizin temelleriniz çürüktü, ondan böyle oldu” demektedirler. Bu yaklaşım, ister istemez, kurulan bağların nasıl ve neden kesildiğini görmeyen bir pratiği koşullamaktadır.

Havada asılı, tecrit edilmiş, kendinden menkul değerler ve olgular belirlemek, anlamsızdır. Lenin’in vurgusuyla, “Marksist diyalektik, bir nesnenin tecrit edilmiş olarak incelenmesini reddeder.” Suphi gibi Mahir de belirli bir birikimin, toplamın üzerinden konuşur aslında. Mesele, birikimin devrim yapmasıdır.

* * *

Bir kişinin işkencehanede, poliste, eylemde nasıl direndiğine tabi olan bir örgüt, esasında yok hükmündedir, batıldır. Fazlayı, birikimi, toplumsal-tarihsel hattı örememiş bir politik mücadele, hiç olmamış demektir. Bu açıdan, tekil bir örgütün kendisini sürekli başka bir örgütle kurduğu rekabet ilişkisi üzerinden teşkil etmesi, anlamsızdır; kendisini sürekli belirli bir mülkiyetle tanımlaması, saçmadır. Bu mülkiyet ve rekabet tecride mecburdur, herkesi tecrit etmek ister. Oysa hayatın aktığı tüm kılcal damarlarda kendisini sürekli yıkıp kurmuyorsa, bir örgüt yoktur, hiç olmamıştır.

Belirli bir mekâna hapsolmak, ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, istenilen bir şeydir. Sonrasında o mekân için kavgaların ne denli devrimci olduğu edebiyatı üretilecektir. Lenin’in ağzındaki philistine sözcüğü, cehaleti ve küçük burjuvalığı anlatır. Demek ki leninizm, kapalı devre teoriye ve kapalı kapılar ardındaki işlere kapalıdır.

Kendi kabilesinin varlığına iman etmiş Mekkeli müşriklerin düzeni, tam da bu nedenle “cahiliye” olarak anılmaktadır. Allah’a iman, o hâlde, birikime güven, sözlü eyleme ve eylemli söze bağlılık demektir. Sünnet budur, mülk sahiplerinin yaptığını yapmak değil. On binlerce kitap okumuş olmak da yetmez, bu, Kur’anî manada, “kitap yüklü eşekler”i de ifade edebilir. Bir Hadis’e dayanarak ifade etmek gerekirse mesele, bilginin gırtlaktan aşağı inmesi, Hz. Ali’nin ifadesiyle, sözün doğru ağızda dile dökülebilmesidir.

* * *

Denilir ki Bruce Lee, onca karate filmini aslında belirli bir dertle ve felsefeyle çekmiştir. Amacı, ünlü olmak ve para kazanmak değildir. Hatta iddiaya göre, bu sebeple öldürülmüştür. Derdi, Uzakdoğu dövüş tekniklerini bir potada eritmek, onları özel insanların özel becerisi olmaktan çıkartıp halka ait kılmaktır. En düşük kuşağın rengi olan sarıyı kendi rengi olarak seçmesinin nedeni de budur. Öz itibarıyla gaye, dövüş sanatını halka açmaktır.

Bruce Lee, ilkin Hollywood’da, kendisinin oynadığı birkaç bölümlük karate dersleri çeker. Bu programlardan birinde karate öğrettiği yardımcısını yüz üstü yere yatırır ve kıpırdama imkânı vermeyecek şekilde, üstüne çıkıp boğazını sıkar ve şunu sorar: “Bu pozisyondan nasıl kurtulacağına dair aklına hiçbir şey gelmiyor mu?” Yardımcısı “hayır” der. Bruce Lee, “kolumu ısırmak da mı gelmiyor aklına?” diye sorar. Yardımcısı, “ama bu insanî değil” diye cevap verir. Bruce Lee, bunun üzerine, “kavgada insan yoktur, ama şunu bil ki, her durumda ısırmayı düşünürsen, tüm dişlerini kaybedebilirsin.”

* * *

Havada asılı, tecrit edilmiş, mutlak, kendinden menkul doğruyu bulmak adına Suphi, Kaypakkaya ve Mahir gibi tarihsel kişilere yaklaşmak, dişlerin dökülmesiyle sonuçlanacaktır. “Tarihin ve toplumun tüm mutlak bilgisi onlarda” demekle, “onlarda değil ama bize böylesi bilgi lâzım” demek arasında salınmak, nafiledir.

Mahir’in devamcıları, tam da ikinci cümle üzerinden geliştirdikleri yaklaşıma bağlı kalarak, onu aştıklarını düşünmüşlerdir. Düştükleri yer, gene Mahir’dir oysa.

Otuzlarda “bir parti tarihi yazalım” denildiğinde Şefik Hüsnü’nün “biz Suphiler’den ve gelenekten kaç kere koptuk, böylesi bir tarih yazımı bizi ona tekrar bağlayacaktır, gerek yok” cevabını vermesi tam da bu nedenledir. Huruc ve kopuş arasında ciddi bir anlam farkı vardır.

İlkinde birikim maddî, diyalektik bir ayrıma tabi tutulmuştur ve o birikim öne doğru çıkış gerçekleştirmektedir. İkincisi ise yeni zamana uyum sağlamak için birikimin terk edilmesini, cahilane, küçük burjuva bir kapanmayı ifade eder.

Yoğun bir teorik ve politik tartışmanın sürdüğü dönemde Kıvılcımlı ile organik ilişki içerisindeki Mahir’in tüm bir komünist parti geleneğini ve birikimini çöpe attığını iddia etmek mümkün değildir. Böyle iken, 1974 affıyla hapisten çıkanların nesnel planda neyin diyetini ödedikleri, neyi geride bıraktıkları sorgulanmalıdır. “Ortada zaten bir parti varken, neden yeni partiler kurulmuştur?” Sorulması gereken soru budur.

Mahir, kendi döneminin fiilî gerilimi içerisinde düşünmekte ve eyleme geçmektedir. Onun muhtemelen Kıvılcımlı’dan öğrendiği şeyleri sorgulamamış ve bu konular üzerine yetkin teorik analizler geliştirmemiş olması, Mahir’in KP geleneği ile karşıtlık içerisinde olduğunu göstermez. O günkü KP, verili hâliyle, ancak Mahir’den kaçanlara kucak açabilecek kıvamda olduğu için Mahir de ona uzaktır.

Tersten şu söylenebilir, eksiği gediği ile o gün KP geleneği, Mahir’de vücut bulmaktadır. Özel kişilerin özel bilgi dünyasına ve özel ilişkilerine kapatılmış resmî KP’nin asla yapamayacağını o gelenek yapmıştır, günahı sevabıyla.

Bu anlamda, esasen bugün kimse THKP varisi değildir. Varolan örgütlerin 1975-80 arasında kurulmuş ve faaliyet yürütmüş örgütlerin mirasçıları olduğunu söylemek daha doğrudur. Mülk edinilmesi değil, ait olunması gereken, bu toprakların devrimi adına, tam da THKP’dir ve o THKP, Suphiler’e özünde bağlıdır.

* * *

“Özle biçim aynı olsaydı bilim olmazdı” (Marx) ise, “her şeye kadir olan biçimdir, özün hükmü yoktur” denilemez. Mahir ve Suphi, biçime hapsedilemeyecek özsel bir pratiğin, birikimin parçasıdırlar. İşçi gibi bıyık bırakmak kimseyi proleter kılmaz, Che tişörtü giymek kimseyi devrimci yapmaz. Ama cahillik açısından biçim özün yerini alacak, “Kim?” sorusu “Ne?” sorusundan daha önemli olacaktır.

Küçük burjuva yaklaşım, başlayana ve bitene bakar. Gördüğüne iman eder ve biçimi yüceltir. Oysa öncesi ve sonrası önemlidir. Bu noktada Mahir’le kişi olarak negatif ya da pozitif ilişki kurulur. Başlatma ve bitirme meselesi üzerinden Mahir, mülk edinilir. Yanlışlık buradadır: CHP’nin fiilî ağırlığı sebebiyle THKP geleneğinin fukara Müslüman halka nüfuz edememesi, Mahir’in buna kişi olarak değinmemiş olmasının bir sonucu değildir.

Mahir’in bayrağını teslim alma ve teslim etmenin de o gün Mahir’in kimi sözlerine karşı çıkmış olmakla bir alâkası yoktur. Kişi olarak değil, politik olarak Mahir dönüşür ve başka bir halkın elinde bayrak hâline gelir. Bu, dönüştürmeyenlerin, bayrağın arkasına dizilmeyi zûl kabul edenlerin düşünmesi gereken bir zaaftır.

Zaaf bir yanıyla, İştirak gazetesini ve dönemin yayınlarını toplayan Selçuk Gürsoy’un ifade ettiği şeydir:

“[İştirakçi Hilmi] ile ilgili bu anlatımları yazanlar anti-komünist tarihçiler olsa da, yayılmasını sağlayanlar sosyalist yazarlar olmuştur. Sosyalistler bu yazılanları alıp, kabul edip, üstelik biraz daha ağırlaştırarak yeniden yazmasaydı, böyle bir yaygınlık kazanması söz konusu olmazdı.”

Yani sosyalist yazarlar, işlerine geldiği için anti-komünist tarihçilerin yazdıklarına inanmış, geçmişe, birikime ve tarihe küfretmişlerdir. Bunun nedeni ise, küçük burjuva öznenin, Spinoza’nın tabiriyle, “havaya fırlatılan taş gibi kendisinin uçtuğunu zannetmesi” ve başarıları kendi hanesine yazma, yenilgileri başkalarına fatura etme hastalığıdır.

Seçimler ve örgüt nüfusu açısından bugünlerde kimi ekipler, Müslüman’ın sırtını okşayan yazılara yer vermektedirler. Bu biçimseldir, mesele sadece, öze ilişkin, ağaç kökünün dip akıntıya kök uzatması değil, elmalı şekerin yeşile boyanmasıdır. Müslüman’ın derdiyle dertlenmeyen bir hareketin bu tip biçimsel hamleler yapması, hatalıdır.

Güç, gencin spor salonunda edindiği birkaç kasını göstermesine indirgenmekte, tarih ve dünya buradan okunmakta, Nikaragua’daki devrimci papazlar anımsanmakta, ama öncesine, yani “bu papazlar nasıl ve neden devrimcileşmiş?” sorusuna hiç bakılmamakta, bu alanda hiçbir şey yapılmamaktadır. Patrona Halil veya Bedrettin ne kadar solcu bir okumaya tabi tutulursa tutulsun, söz konusu yaklaşım, meseleyi belirli bir biçime kapatmaktan başka bir şey yapmayacaktır. Ezilen edebiyatı, bunları biçimsel ve liberal bir devlet karşıtlığına hapsedecek, Müslüman’ın iradesini ve öznelliğini hiçe sayacaktır.

Sol, Kürd, Türk, İşçi, Mazlum ya da Müslüman’a tepeden bakan, kibirdir; komünist hareketse onların yürüyüşünde, attığı adımlarda varolan öfke.

Eren Balkır
22 Şubat 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder