Politikada “yanlış” ve “doğru” gibi kategorilere yer
yoktur. Orada, yerindelik gibi bir mesele belirleyicidir. Ama “yanlış”
ve “doğru” ille de kullanılacaksa, yanlış-doğrudan ve doğru-yanlıştan
söz edilebilir.
Lenin’in kimi yazılarının Türkçe çevirisinde
İngilizcedeki philistine sözcüğü, çoğunlukla “küçük burjuva” diye
çevrilir. Bu, yanlış-doğru bir çeviri. Esasında on dokuzuncu yüzyılda kendi
zenginliğiyle övünen ve kültür, estetik alanlarıyla ilgilenmeyen, cahil orta sınıfları
tanımlamak için kullanılan bir sözcük bu. Lenin “cahil” derken, sözcüğün “küçük
burjuva” diye çevrilmesi “yanlış bir doğru”. Çünkü küçük burjuva, gerçekten
cahil ve maddî varlığıyla övünmekten başka bir şey yapmıyor. O, herkesi
kendisine mecbur etmeye çalışıyor ve işin başı-sonunun kendisi olması için
gayret ediyor. Lenin, sözcüğü kültür ve estetikle ilgilenmeyen değil, verili
durumun mahiyetini araştırmayan, öze bakmayan anlamında kullanıyor. Çünkü küçük
burjuva, her şeyin mahiyetinin, özünün kendisi olduğuna inandığından ya da
böyle olmak istediğinden, kendisinin sorgulanmasına ve nesnelleştirilmesine
asla izin vermiyor.
Arapçada bu philistine’i karşılayan sözcük,
“hiçbir şey bilmeyen, anadan üryan, bilgisiz” anlamındaki “ümmi” değil.
“Bilmeye dirençli, kapalı olan” anlamında cahil yeterli. Goethe philistine
sözcüğünü, “kendisine ait olmayan tüm hayat koşullarını hiçe sayan, ama kendisi
dışındaki tüm insanların kendi hayat tarzına uymalarını talep eden” kişi olarak
tanımlıyor. Bu yaklaşım, çoğalmaya, kolektif olmaya kapalı olmak, herkesin ait
olduğu hayatı inkâr etmek zorunda.
* * *
İnsandır, ne yaptığını bilmez, bilemez çoğu zaman.
Yapar ama ne yaptığını bilmez. Yaptığı, böylesi bir cahillik, küçük
burjuvalıktır kimi vakit. O bir ara özneliğini kurmuştur, herkesin o öznelik
önünde diz çökmesini istemektedir. Özneliğinin ne tarafından kurulduğunu
sorgulatmaz.
Malumata değilse de bilmeye karşı dirençlidir. Hatta
ondaki malumatfuruşluk, bilgi satıcılığı, tam da bilmeyi anlamsızlaştırmak
içindir. Direnir, karşı koyar ve sürekli özneliğinin kurulduğu momenti herkese
hatırlatmak ister. Asla çoğalmaz, kolektifleşmez. En fazla, kendisinin kopyası
bir çocuk ya da dirijanlar-aparatçikler yetiştirmektir hayali.
1848 devrimleri esnasında Fransa’da işçiler bir gazete
çıkartırlar. Küçük burjuvalar destek için işçilerin kapısını çalarlar ve
işçiler onları kovarlar. Marx ve Engels, bu tavırdaki cahilliği yerden yere
vurur.
İşçi olmak, küçük burjuva tavır sergilemeye mani
değildir. Kolektif teorik faaliyetin bireye indirgenmesi de aynı yaklaşımın bir
ürünüdür. İşçiler, kendi heybetli varlıklarını kendisine kapatmışlardır ve
dışarıdan gelecek unsurları tehdit olarak algılamaktadırlar. Marx ve Engels’in
itiraz ettiği, bu kapatmadır. Kolektifin bireye kapatılması ve eleştiri
silâhlarının oraya istiflenmesi de aynı cahilliğin ürünüdür.
Cahil, kendi varlığını muhafaza etme derdindedir. O,
muhafaza ve kapatma pratiği sonucu her şeyi ve herkesi dışarı atacak, onları
savuşturmak için çeşitli hamleler geliştirecektir.
* * *
Dışarıdan gelen birisi olarak Mustafa Suphi,
tehdittir. Cahilane direnç, onu kovmaya mecburdur. Suphi, içte ve dıştaki
itirazlara rağmen, yurduna dönmek derdindedir. Kişi olarak Sibirya, Moskova,
Kazan ve Bakû hattındaki izleği takip ettiğimizde görürüz ki onun derdi, yurda
dönmektir. Kendi yurdunda faaliyet yürütmektir.
Bu, 12 Eylül sonrası sürgünden dönüp yurda gelmeye
çalışan üç-beş sanatçının, aydının hasretine benzemez. Suphi, bir devrimin
yurduna dönmeye yazgılıdır. Kişi olarak geçmişi, birikimi, niyeti, arzusu ne
olursa olsun, öznel ve iradî olarak Suphi, devrimin hamalı, neferidir, oradan
düşünür, dolayısıyla, yerin altında besleneceği su akıntısını arayan ağaç kökü
gibi, oraya doğru uzanmaya çalışmaktadır.
Biri çıkıp “o masondu, sosyalist devrimciydi, köylüydü,
maceracıydı, cahildi, anarşistti” dese de, onun bu yöneliminde bir hikmet
bulmak zorunludur. Kişi olarak Suphi’nin öznelliğinin bundan gayrı bir anlamı
ve değeri olamaz.
Aynı şekilde, Suphi’nin Anadolu’ya gelirken yanında
getirdiği, esir askerlerden müteşekkil Kızıl Ordu’sundaki askerlerin ne
kadarının kaçmayı istediğini, kaçta kaçının gerçek komünist olduğunu hesaplamak
da küçük burjuva bir yaklaşımdır. Aslolan, orduya, ordunun fiili yürüyüşüne
bakmaktır. Bakmayanlar, burjuvazinin ordusuna bağlanmışlardır. O fiili yürüyüşe
örgütlenmeyenler, işçinin-köylünün ordusunu kuramamışlardır.
Suphi’nin içinde olduğu dönemde varolan tekil
şahısların hikâyelerini ezbere bilmenin de bir hükmü yoktur. Kişinin yapıp
ettiklerine, sözlerine ilahi anlamlar yükleyip, sonra da “hiç de ilahi
değilmiş” demek saçmadır, cahilliktir.
İlk yükleme, tam da bu cümleyi sarfetmek, kişinin
eylemini ve sözünü boşa düşürmek için yapılır. Ya da tüm yapıp edilenleri ve söylenenleri
kendinden menkul bir olgu olarak değerlendirmek ve her şeyden tecrit etmek de
çıkışsızdır. Birilerinin fiiliyatta somut tanrıları vardır; tarihteki kişiler
ve durumlar bu tanrılar adına tasfiye edilmektedir, hepsi bu.
TÜSTAV’ın 2004’teki Mustafa Suphi sempozyumunda, o
dönemin tarihsel bilgisinin mülkünü elinde bulunduran Mete Tunçay, “Suphi
öldürülmeseydi, Ankara hükümetinin bir bakanı olurdu” demişti. Tunçay’ın bu
tespiti doğru da olabilir. Temelde belki de doğru-yanlıştır. Çünkü bu tespit,
tam da bizi Suphi’den fazla olan bir komünist hareketin hiç varolmadığına
inandırmak için dillendirilmektedir.
Burada aslolarak, her şeyin başı-sonu olmak için yanıp
tutuşan küçük burjuvaların ruhları gıdıklanmak istenmektedir. Mesele tekil bir
şahsa kapatılmakta, o tekil şahıs yenildiğine göre, bizler o meseleden
uzaklaşmamız konusunda ikna edilmeye çalışılmaktayızdır. Ayrıca o bireyler,
eksiklerine, zaaflarına, yanlışlarına bir bahane bulma imkânına kavuşmuşlardır.
1920 momentinin önemli politik aktörlerini yan yana
dizmek, bunların hayat hikâyelerini dizi senaryosu gibi ele almak, dönemin ana
dinamiklerini, yönelimlerini, diyalektiğini ve maddesini görmemekle
sonuçlanacaktır.
* * *
Diyelim, gerçekte Çerkes Ethem bomboş bir adamdı, ama
bu bizi, onu belirli bir dinamik içerisinde politik olarak anlamaya çalışmaktan
alıkoymamalıdır. Başka bir yurdu olmayacağı korkusu içerisinde yaşayan yüz binlerce
Çerkes’in mevcut politik hareketliliği içerisinde, Bolşevik devrimden şu veya
bu şekilde etkilenmiş askerler ve kitleler bağlamında Ethem, bir yere ve bir
şeye tekabül ediyor olmalıdır.
Onun ilk asker olduğu günde kilitlenip kaldığını
düşünmek, kendi özneliğini kurduğu yerde kilitlenip kalanların harcı olmalıdır.
Zira söz konusu yaklaşım, Ethem’i dönem içerisinde silmek amacını güdecektir.
Aynı şekilde, 1920 momentinin Mustafa Kemal’in
zaferiyle sonuçlanmış olmasını tarihsel açıdan mutlak bir veri olarak görenler,
Çerkes Ethem’i ve Mustafa Suphi’yi, dolayısıyla, onların içinde olduğu
kitlesel-politik oluşu boşa düşürmek, değersizleştirmek zorundadırlar. Bu da
tersten, Mustafa Kemal’in iradesine ve öznelliğine tabi olmayı öğütlemekten
başka bir şey yapmamaktır. O irade ve öznellik ayrıca bir bağlama oturtulabilir,
idrak edilebilir. Mesele, bugün iradenin ve öznelliğin o iradeye ve öznelliğe
ilericilik ve devrimcilik adına bağlanmasıdır. Mustafa Kemal denilen ve o
dönemde oluşan irade ve öznellik, tümüyle burjuvaziye aittir. O, bir mecazdan,
imgeden, dolayımdan ibarettir. Aslolan, onun şahsında burjuvaziye sunulan
bağlılık yeminidir.
Cahillik, filistinizm, küçük burjuvalık, her daim
kemalizm olarak tecessüm eder, etmek zorundadır. Cisimleşen hâl, hep
kemalisttir, olmak zorundadır, lafta komünist de olsa, kişi, her aşamada
kemalizmden medet umar. Tersten, ne kadar anti-kemalistmiş gibi görünse de,
“gelecek yok, bugün var, komünizm şimdi burada” diyenlerde cisimleşen cahillik
de dönüp dolaşıp pratikte kemalizme varır. Varmak zorundadır.
* * *
TKP’nin kuruluş tarihi 10 Eylül 1920 olarak bilinir,
ama aslında bu tarih, partinin resmî tarihçilerince belirlenmiştir. Söz konusu
tarihin belirlenmesi, 10 Eylül’ü önceleyen Suphi’nin iştirakçi faaliyet
dönemini silmeyi amaçlar. Parti, 10 Eylül’de bir kurultay tertiplemiştir ama
buradaki önparti, Suphi’nin örgütü, Türk İştirakiyyun Teşkilâtı’dır. Sonrasında
Şefik Hüsnü çizgisi kuruluş tarihini kendi gerçekleştirdiği Ankara kongresinin
tarihine çeker. Bu hamle de 10 Eylül ve iradesini boşa düşürmek içindir.
Anadolu ve İstanbul’daki ekiplerle birleşme yolları
aranmaktadır. Şefik Hüsnü, bu birliğe sıcak bakmamaktadır ve onun kafasında,
Fransa ve Almanya’da gördüğü sol siyaset tarzı vardır. Bu tarza göre, dönüşüm,
aydınlar eliyle gerçekleşecektir. O aydınlar, Kemalist kurguya asil üye ve
yedek üye olarak dâhl olurlar.
Oysa Anadolu’daki Türkiye Bolşevik Komünist Partisi
(legal planda Yeşil Ordu ile birleşip Halk İştirakiyyun Fırkası’nı kuran irade)
özellikle köylüler içerisinde belirli bir hat açma derdindedir.
Yıllarca Moskova’nın esasen THKP’yi değil TKP’yi
önemsediğini bize anlatan Mete Tunçay’ın bugün (yani “liberal AKP” koşullarında)
tam tersinin geçerli olduğunu söyleyen belgeler yayınlaması manidardır. Önceki
açıklamalara göre, ilk parti, yanlış bir yerde debelenmektedir, kirlidir,
Ankara’ya gelen ittihatçılara halkın “Bolşevik” sözcüğüne atfen kullandığı
tabirle, “bulaşık”tır; ikincisi Sovyetler’in suyunda yıkanmıştır, mutlaktır ve
kesindir. Satış işlemi, bunun üzerinden gerçekleşmektedir. TKP’lilere süreç
içerisinde THKP olmamak öğretilmiştir.
Tunçay gibi isimler, en fazla, sonrasında başarısız
olan TKP’lilerin yüreğini ferahlatmakta, “endişelenmeyin, sizin temelleriniz
çürüktü, ondan böyle oldu” demektedirler. Bu yaklaşım, ister istemez, kurulan
bağların nasıl ve neden kesildiğini görmeyen bir pratiği koşullamaktadır.
Havada asılı, tecrit edilmiş, kendinden menkul
değerler ve olgular belirlemek, anlamsızdır. Lenin’in vurgusuyla, “Marksist
diyalektik, bir nesnenin tecrit edilmiş olarak incelenmesini reddeder.” Suphi
gibi Mahir de belirli bir birikimin, toplamın üzerinden konuşur aslında.
Mesele, birikimin devrim yapmasıdır.
* * *
Bir kişinin işkencehanede, poliste, eylemde nasıl
direndiğine tabi olan bir örgüt, esasında yok hükmündedir, batıldır. Fazlayı,
birikimi, toplumsal-tarihsel hattı örememiş bir politik mücadele, hiç olmamış
demektir. Bu açıdan, tekil bir örgütün kendisini sürekli başka bir örgütle
kurduğu rekabet ilişkisi üzerinden teşkil etmesi, anlamsızdır; kendisini
sürekli belirli bir mülkiyetle tanımlaması, saçmadır. Bu mülkiyet ve rekabet
tecride mecburdur, herkesi tecrit etmek ister. Oysa hayatın aktığı tüm kılcal
damarlarda kendisini sürekli yıkıp kurmuyorsa, bir örgüt yoktur, hiç
olmamıştır.
Belirli bir mekâna hapsolmak, ne kadar eleştirilirse
eleştirilsin, istenilen bir şeydir. Sonrasında o mekân için kavgaların ne denli
devrimci olduğu edebiyatı üretilecektir. Lenin’in ağzındaki philistine sözcüğü,
cehaleti ve küçük burjuvalığı anlatır. Demek ki leninizm, kapalı devre teoriye
ve kapalı kapılar ardındaki işlere kapalıdır.
Kendi kabilesinin varlığına iman etmiş Mekkeli
müşriklerin düzeni, tam da bu nedenle “cahiliye” olarak anılmaktadır. Allah’a
iman, o hâlde, birikime güven, sözlü eyleme ve eylemli söze bağlılık demektir.
Sünnet budur, mülk sahiplerinin yaptığını yapmak değil. On binlerce kitap
okumuş olmak da yetmez, bu, Kur’anî manada, “kitap yüklü eşekler”i de ifade edebilir.
Bir Hadis’e dayanarak ifade etmek gerekirse mesele, bilginin gırtlaktan aşağı
inmesi, Hz. Ali’nin ifadesiyle, sözün doğru ağızda dile dökülebilmesidir.
* * *
Denilir ki Bruce Lee, onca karate filmini aslında
belirli bir dertle ve felsefeyle çekmiştir. Amacı, ünlü olmak ve para kazanmak
değildir. Hatta iddiaya göre, bu sebeple öldürülmüştür. Derdi, Uzakdoğu dövüş
tekniklerini bir potada eritmek, onları özel insanların özel becerisi olmaktan
çıkartıp halka ait kılmaktır. En düşük kuşağın rengi olan sarıyı kendi rengi olarak
seçmesinin nedeni de budur. Öz itibarıyla gaye, dövüş sanatını halka açmaktır.
Bruce Lee, ilkin Hollywood’da, kendisinin oynadığı
birkaç bölümlük karate dersleri çeker. Bu programlardan birinde karate
öğrettiği yardımcısını yüz üstü yere yatırır ve kıpırdama imkânı vermeyecek
şekilde, üstüne çıkıp boğazını sıkar ve şunu sorar: “Bu pozisyondan nasıl
kurtulacağına dair aklına hiçbir şey gelmiyor mu?” Yardımcısı “hayır” der.
Bruce Lee, “kolumu ısırmak da mı gelmiyor aklına?” diye sorar. Yardımcısı, “ama
bu insanî değil” diye cevap verir. Bruce Lee, bunun üzerine, “kavgada insan
yoktur, ama şunu bil ki, her durumda ısırmayı düşünürsen, tüm dişlerini
kaybedebilirsin.”
* * *
Havada asılı, tecrit edilmiş, mutlak, kendinden menkul
doğruyu bulmak adına Suphi, Kaypakkaya ve Mahir gibi tarihsel kişilere
yaklaşmak, dişlerin dökülmesiyle sonuçlanacaktır. “Tarihin ve toplumun tüm
mutlak bilgisi onlarda” demekle, “onlarda değil ama bize böylesi bilgi lâzım”
demek arasında salınmak, nafiledir.
Mahir’in devamcıları, tam da ikinci cümle üzerinden
geliştirdikleri yaklaşıma bağlı kalarak, onu aştıklarını düşünmüşlerdir.
Düştükleri yer, gene Mahir’dir oysa.
Otuzlarda “bir parti tarihi yazalım” denildiğinde
Şefik Hüsnü’nün “biz Suphiler’den ve gelenekten kaç kere koptuk, böylesi bir
tarih yazımı bizi ona tekrar bağlayacaktır, gerek yok” cevabını vermesi tam da
bu nedenledir. Huruc ve kopuş arasında ciddi bir anlam farkı vardır.
İlkinde birikim maddî, diyalektik bir ayrıma tabi
tutulmuştur ve o birikim öne doğru çıkış gerçekleştirmektedir. İkincisi ise
yeni zamana uyum sağlamak için birikimin terk edilmesini, cahilane, küçük
burjuva bir kapanmayı ifade eder.
Yoğun bir teorik ve politik tartışmanın sürdüğü
dönemde Kıvılcımlı ile organik ilişki içerisindeki Mahir’in tüm bir komünist
parti geleneğini ve birikimini çöpe attığını iddia etmek mümkün değildir. Böyle
iken, 1974 affıyla hapisten çıkanların nesnel planda neyin diyetini ödedikleri,
neyi geride bıraktıkları sorgulanmalıdır. “Ortada zaten bir parti varken, neden
yeni partiler kurulmuştur?” Sorulması gereken soru budur.
Mahir, kendi döneminin fiilî gerilimi içerisinde
düşünmekte ve eyleme geçmektedir. Onun muhtemelen Kıvılcımlı’dan öğrendiği
şeyleri sorgulamamış ve bu konular üzerine yetkin teorik analizler
geliştirmemiş olması, Mahir’in KP geleneği ile karşıtlık içerisinde olduğunu
göstermez. O günkü KP, verili hâliyle, ancak Mahir’den kaçanlara kucak
açabilecek kıvamda olduğu için Mahir de ona uzaktır.
Tersten şu söylenebilir, eksiği gediği ile o gün KP
geleneği, Mahir’de vücut bulmaktadır. Özel kişilerin özel bilgi dünyasına ve
özel ilişkilerine kapatılmış resmî KP’nin asla yapamayacağını o gelenek
yapmıştır, günahı sevabıyla.
Bu anlamda, esasen bugün kimse THKP varisi değildir.
Varolan örgütlerin 1975-80 arasında kurulmuş ve faaliyet yürütmüş örgütlerin
mirasçıları olduğunu söylemek daha doğrudur. Mülk edinilmesi değil, ait
olunması gereken, bu toprakların devrimi adına, tam da THKP’dir ve o THKP,
Suphiler’e özünde bağlıdır.
* * *
“Özle biçim aynı olsaydı bilim olmazdı” (Marx) ise,
“her şeye kadir olan biçimdir, özün hükmü yoktur” denilemez. Mahir ve Suphi,
biçime hapsedilemeyecek özsel bir pratiğin, birikimin parçasıdırlar. İşçi gibi
bıyık bırakmak kimseyi proleter kılmaz, Che tişörtü giymek kimseyi devrimci
yapmaz. Ama cahillik açısından biçim özün yerini alacak, “Kim?” sorusu “Ne?”
sorusundan daha önemli olacaktır.
Küçük burjuva yaklaşım, başlayana ve bitene bakar.
Gördüğüne iman eder ve biçimi yüceltir. Oysa öncesi ve sonrası önemlidir. Bu
noktada Mahir’le kişi olarak negatif ya da pozitif ilişki kurulur. Başlatma ve
bitirme meselesi üzerinden Mahir, mülk edinilir. Yanlışlık buradadır: CHP’nin
fiilî ağırlığı sebebiyle THKP geleneğinin fukara Müslüman halka nüfuz
edememesi, Mahir’in buna kişi olarak değinmemiş olmasının bir sonucu değildir.
Mahir’in bayrağını teslim alma ve teslim etmenin de o
gün Mahir’in kimi sözlerine karşı çıkmış olmakla bir alâkası yoktur. Kişi
olarak değil, politik olarak Mahir dönüşür ve başka bir halkın elinde bayrak
hâline gelir. Bu, dönüştürmeyenlerin, bayrağın arkasına dizilmeyi zûl kabul
edenlerin düşünmesi gereken bir zaaftır.
Zaaf bir yanıyla, İştirak gazetesini ve dönemin
yayınlarını toplayan Selçuk Gürsoy’un ifade ettiği şeydir:
“[İştirakçi
Hilmi] ile ilgili bu anlatımları yazanlar anti-komünist tarihçiler olsa da,
yayılmasını sağlayanlar sosyalist yazarlar olmuştur. Sosyalistler bu
yazılanları alıp, kabul edip, üstelik biraz daha ağırlaştırarak yeniden
yazmasaydı, böyle bir yaygınlık kazanması söz konusu olmazdı.”
Yani sosyalist yazarlar, işlerine geldiği için anti-komünist
tarihçilerin yazdıklarına inanmış, geçmişe, birikime ve tarihe küfretmişlerdir.
Bunun nedeni ise, küçük burjuva öznenin, Spinoza’nın tabiriyle, “havaya
fırlatılan taş gibi kendisinin uçtuğunu zannetmesi” ve başarıları kendi
hanesine yazma, yenilgileri başkalarına fatura etme hastalığıdır.
Seçimler ve örgüt nüfusu açısından bugünlerde kimi
ekipler, Müslüman’ın sırtını okşayan yazılara yer vermektedirler. Bu
biçimseldir, mesele sadece, öze ilişkin, ağaç kökünün dip akıntıya kök uzatması
değil, elmalı şekerin yeşile boyanmasıdır. Müslüman’ın derdiyle dertlenmeyen
bir hareketin bu tip biçimsel hamleler yapması, hatalıdır.
Güç, gencin spor salonunda edindiği birkaç kasını
göstermesine indirgenmekte, tarih ve dünya buradan okunmakta, Nikaragua’daki
devrimci papazlar anımsanmakta, ama öncesine, yani “bu papazlar nasıl ve neden
devrimcileşmiş?” sorusuna hiç bakılmamakta, bu alanda hiçbir şey
yapılmamaktadır. Patrona Halil veya Bedrettin ne kadar solcu bir okumaya tabi
tutulursa tutulsun, söz konusu yaklaşım, meseleyi belirli bir biçime kapatmaktan
başka bir şey yapmayacaktır. Ezilen edebiyatı, bunları biçimsel ve liberal bir
devlet karşıtlığına hapsedecek, Müslüman’ın iradesini ve öznelliğini hiçe
sayacaktır.
Sol, Kürd, Türk, İşçi, Mazlum ya da Müslüman’a tepeden
bakan, kibirdir; komünist hareketse onların yürüyüşünde, attığı adımlarda
varolan öfke.
Eren Balkır
22 Şubat 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder