“Bütün yapraklarım açarsa kork.”
[Oktay Rifat]
Türkiye’de
Kemalizm, Mustafa Kemal’in ötesinde bir gerçekliktir. O, bu ülkenin belkemiği,
o kemikteki iliktir. Eni sonu Kemalizm, emperyalizmin ve kapitalizmin
esnaf-zanaatkâr dolayımıyla toprağa sinmesidir. Dolayısıyla, “bugün Kemalizm
eski düşman, onunla uğraşmayalım” demek, bugünün esnaf ve zanaatkârlarının bir
tepkisidir. Dolayımsa hâlâ carîdir. Zira toprak, hâlâ kıyama gebedir. Kemalizm,
o kıyam bastırılsın diye vardır.
2004
tarihli MGK belgesinin de gösterdiği üzere, AKP iktidarı, Kemalizmin başka
araçlarla sürdürülmesidir. Bu nedenle, AKP’ye yönelik eleştirilerin AKP’nin
dışına çevrilmesi, içteki Kemalizmin bir marifetidir. AKP şahsında sol,
kendindeki kemalizmi muhafaza ediyor, ona laf ettirmiyor. Varlığının, o
kemalizmin saf ve bakir kalmasına bağlı olduğuna iman ediyor.
Sol,
AKP’yi en fazla, kendi kemalizmine düşmüş bir leke olarak görüyor, gösteriyor. Onu
ancak bu sayede bir tehdit ve tehlike olarak kodlayabiliyor. AKP’ye destek
veren kemalizmin potansiyel düşmanlarını kesinlikle ciddiye almıyor.
Solun
kemalizmle dövüşmek ve devrim yapmak gibi bir derdi yoktur. AKP’ye karşı
yıkılıp kurulmak, AKP’nin içinde olduğu iktidar hattına karşı
tarihsel-toplumsal yıkılışın ve kuruluşun zorunlu bileşenidir. “Her şey benle
başlasın, benle bitsin” diyenlerin, bu yıkıma ve kuruluşa düşman kesilmesi
doğaldır.
* * *
“Siyasette
en büyük yanlış, hasımın kriterlerini kabullenmek, bu kriterler üzerinden
kendini sorgulamaya açmaktır” diyen Kemal Okuyan[1], siyaseti bir bilek güreşi
derekesinde görüyor. Geçen 1 Mayıs’ta validen “teşekkürname” alan partinin
lideri, hâlâ “utanılacak bir şeyinin olmadığını” söyleyebiliyor. Ona göre,
“emperyalistler, gericiler ve sömürücüler solcuları arızalı, kendilerini
çağdaş, uygar, eğitilmiş ve normal görmektedir.” Kendisinin düşmanın
kriterlerini kabul etmediğini söyleyen Okuyan, yazısını “biz çağdaşız, onlar
çağdışı” diye bitiriyor. Tüm rakiplerini ve hasımlarını gerici, gayri medenî,
cahil ve anormal olarak görüyor. Dünyaya bu pencereden bakıyor. Demek ki Kemal
Okuyan yönünü, efendilerin yukarıdan fısıldadıklarına göre tayin ediyor.
Yazıyı
yazma gerekçesi de muhtemelen, bizim de içinde olduğumuzu düşündüğü, “arada
sırada yeşil olabilirim” diyen solculara kızmış olmasıdır. Esasında
esnaf-zanaatkâr siyasetinin yukarıdan aktaracağı, dolayımlayacağı şey, bir
biçimde, efendilerin, yukarıdakilerin sınıfsal öfkesi olabilmektedir. Zira
“yeşil” ve “kızıl” biçimseldir. Burada temelde öze, niteliğe ilişkin bir müdahale
gerçekleşmektedir. Yani bireysel tercihlere, zevklere değil, kolektif, maddî,
kütlesel zorunlu yönelimlere işaret edilmektedir. Meselenin “yeşil bayrak/kızıl
bayrak” taşıyıp taşımamaya indirgenmesi, öze ilişkin vurgunun karartılmaya
çalışılmasıyla ilgilidir. Bu yaklaşım, herhangi bir momentte sömürüye ve zulme
karşı bayrak oluşturmuş bir eylemi veya momentin kendisini göndere çekmeye
karşı her zaman direnç gösterecektir. Onun için kendi bayrağı, kendi öznelliği,
kendi bireyliği, kendi tezgâhı, kendi bireysel maddî çıkarları ve kendi varlığı
önemlidir. Solculuk, komünistliğe ve dolayısıyla, onun buraya dair ve ait
hâliyle, iştirakçiliğe hep nefretle bakmak zorundadır. Komünist siyaset,
sömürücülerin ve zalimlerin esnaf-zanaatkâr kesimin kulağına fısıldadıklarına
bakıp düşmanını tanımak, o düşmanla dövüşmektir.
* * *
Sol’un
tüyleri, “İslam” ve “Kürd” denildiğinde diken diken oluyor. Biz ise ondaki
alerjide umut görmekteyiz. Sol, İslam’a karşı laikliğini ve ateistliğini,
Kürd’e karşı milliyetçiliğini ve yurtseverliğini tepki olarak üretiyor. Biz, bu
tepkilerin yoğunluğuna ve kuvvesine bakıp, esnaf-zanaatkâr siyasetinin
eğilimini ve şiddetini tespit etmekteyiz. Elbette bu tespit, onunla dövüşmek
için gereklidir. Aslında tespit edilen eğilim ve şiddet, sömürenlerin ve
zalimlerin hâlini de ortaya dökmektedir. Sömürücülerin-zalimlerin
fısıltılarında hikmet bulmak solculuk, alamet bulmak iştirakçiliktir.
Türkiye’de
AKP iktidarı döneminde, İslam ve Kürd’ün öne çıkmış olmasına bakıp, bunları
karşı tarafa atmak mümkündür. Onları karşı tarafa atanların da kendi
taraflarının analiz edilip eleştirilmesine tahammül edememeleri, anlaşılır bir
durumdur. Mesele, kimin/neyin, “İslam’ı ve Kürd’ü karşı tarafa at” diye
fısıldadığı ve taraflar arasındaki çizgiyi kimin/neyin çizdiğidir.
Sol,
bu esnaf-zanaatkâr siyasetinin bir biçimidir. O, pekâlâ, liberal veya
muhafazakâr olabilir. Bugün mütevazı çığlığımızın saldırı ve savunmayla
karşılanması, bu liberallik ve muhafazakârlıkla ilgilidir. Dükkânların camı
çerçevesi inmekte, pazar daralmaktadır. Çember içine alınan nedir? Araya
çizgiyi ne çekmektedir? İslam ve Kürd, neden o çemberin dışındadır ve karşı
taraftadır? Soyutlanan, merkeze alınan, nedir? Bu sorulara cevap bulmaya
çalışmak, solun liberal ve muhafazakâr tezahürlerini deli etmektedir.
* * *
Sol,
kendisinin eleştirilmesine tahammül edemiyor. Zira artık kendisine ait bir
pazarı vardır ve o pazar da huzura ve istikrara muhtaçtır. Tam da bu nedenle,
huzur ve istikrar balonu ile AKP solun hedefine, menziline asla giremez. Solun
Gezi’deki çığlığı bölüp kendi hanesine yazmak istemesi, bununla ilgilidir.
Aslında
AKP’ye karşı kıyam, aynı zamanda sola karşıdır. Solun bunu görmek istememesi
önemli değildir. O, ister Gezi’yi ayna zannedip kendisine baksın, isterse
aynadaki suretini gerçek zannetsin, kıyam, bu toprağa geçmiştir. Gerektiğinde,
tüm kötülüklerin ortalığa saçılması için, aynayı kırmasını da bilecektir. Bu
ihtimale karşı Gezi’nin partisi kurulmalı, Gezi başlangıç ve milat addedilmeli,
o park faaliyetlerine ve rekreasyona indirgenmelidir.
Sol,
bu ülkede siyaset alanına çıkmasını, o başlama hâlini yüceltiyor, önemsiyor,
ama bir biçimde bu çıkışın ve başlangıcın sınıfsal-politik analizini yapmaktan
imtina ediyor. Yani “iyi de ben nasıl çıktım, ne tür ödünler verdim de bu
çıkışıma izin verildi? Bu çıkışın diyeti nedir? Çıkarken bende olan asli
unsurlardan hangilerini feda edip geride bıraktım? Beni bu siyaset alanına iten
nedir?” türünden soruları asla sormuyor. Gezi ile korkan sol, düne kadar, “tüm
sol örgütlerin dibine kibrit suyu. Hepsi yıkılsın gitsin” diyen küskünleri de
dâhil, evlatlarını kucağına geri çağırmıştır. Fısıltının kaynağı bellidir.
Fısıltının
sahibi, hareketi sol yuvarlara doğru büzmek derdindedir. Olası kurulacak tüm
bağlar kesilmelidir. Özne olma uhdesi, tekrar sola verilecektir. Ona “bununla
idare et” denilecektir. Bu sefer, dikey unsurlar tıraşlanacaktır. Kafasını
çıkartan, sol eliyle ezilecektir. Düşman, solu örgütlemektedir. Devletin
şiddeti, bununla ilgilidir.
* * *
Kemal
Okuyan, bir çırpıda yeşil’i, “seyahat özgürlüğü”, “haberleşme serbestiyeti”,
ilerleme gibi Alman kapitalizminin argümanlarının yanına atıyor. “Zekâ”sına
hayran kalmamak mümkün değildir. Ellilerde siyaset alanına çıkan ecdadına
bağlılık yemini ettiğinden, yirmilerde Müslüman halkla ve onun ileri gelen
isimleriyle ilişki, hatta parti kurmuş öncellerini tarih öncesine fırlatıp atıyor.
O, solun hanesine yazılmış, defter-i kebirine kaydedilmiş, tezgâhlarda
satılmasına izin verilen unsurları biçimsel olarak savunmak zorundadır. Ömrünü
böyle tamamlamaya ahdetmiş bir kişi olarak bu kemal’istin çağdaş olması,
sömürücülerin ve zalimlerin kendi kulağına fısıldadığı şeyleri ifa etmesi
demektir.
Esnaf-zanaatkâr
siyasetinin alt kompartımanı olarak sol, sağ muadili gibi, bir savunma
hâlindedir ve bu hâlin kendisini politiklik zannetmektedir. Onun “ama hep bizi
eleştiriyorsunuz, başka işiniz yok mu, çıkın sahneye, siz de bir şeyler yapın
da görelim” demesi bununla ilgilidir. O, kendisine yönelik eleştirileri bir
hamleyle karşı tarafa atacak, eleştiriyi gene kendi özne’liğinin işaretlenmesi
olarak alıp onu derhal savuşturacak ve kitlesini/seyircisini eleştiriye karşı
galeyana getirecektir.
* * *
Sol,
esnaf-zanaatkâr siyasetidir. O, sömürenlere ve zalimlere karşı tehdit
oluşturacak her şeyin parçalanması, ehlileştirilmesi, iğdiş edilmesi,
sindirilmesi ve yumuşatılmasıdır. Bunların yapılabilmesi için solun elbette
tehdit unsurları ile bir ilişki kurması zorunludur. Solun ilişki-temas kurduğu
şey, esasen tehdit altındadır ve bu tehdit, o şeyin tarihsel-toplumsal
bağlarının kesilmesi ile ilgilidir.
Sol,
teorik soyutlama ile pratik tecridi birbirine karıştırıyor. Teoride soyutladığı
şey, pratikte tecrit etmek istediği şeydir. Bir solcu neyle ilgileniyorsa, onun
bağlarını kesmek istiyordur. Bağların araştırılması, onların kesilmesi içindir.
Mesele, bağ aramak ve kurmak değil, bağcıyı dövmektir.
O
şey, teorik ve pratik olarak, merkeze konulduğu için, bir süre, önemsendiğini
düşünebilir. Oysa bu, örümcek ağıdır. Ağın ortasına gelen av, yok edilecektir.
Bu av, “beden”, “ülke”, “işçi sınıfı” vs. olabilir. Örneğin saf beden merkeze
alınır, onun her türlü uzantıyı, dışsallığı, maddî ilişkiyi fazlalık olarak
görmesi sağlanır. Bu yöntem, hem liberalizmin hem de faşizmin devreye soktuğu
bir yöntemdir. Çalışmanın, emeğin fazlalık olarak gösterilmesi için her şey
“beden” parantezine alınır. Beden putu karşısında her şey küçültülür,
etkisizleştirilir. Ama pratikte beden, bu bilinçle tekrar hâkim ideolojiye
bağlanır. Beden, ya intihar eder ya da ölmemek için anlık her türlü teslimiyete
“evet” der. O, ruhu çalınmış bir patates çuvalı, depresyon ilâcı niyetine
siyaset yaptığını zanneden bir apolitik, sıtmaya razı gelmiş bir sinektir.
Solun
ve solculuğun savunulması, kendi bireyliğinin savunulmasıdır esasında. Merkeze
konulan beden, ülke vs. bu bireyliğin imgesidir. Solun siyaset alanına
çıkmasına, tam da bu nedenle izin verilmiştir. Onun nefes alabilmesi, ancak bu
sayede mümkündür.
Birey
tamdır, bölünmez bütündür. Bu soyutlama, tecritle sonuçlanır. Birey ölçüsüne
vurulmuş hayat, ne önceden sonraya akana ne de öncesiz-sonrasız olana tahammül
eder.
Devrim
ve sosyalizm içinse, önceden sonraya akan kadar öncesiz-sonrasız olan da
zarurîdir. Ruhsuz bedenlerin, çağdaş baronların, işçileşmeye direnen esnaf ve
zanaatkârların, efendilerinin fısıltılarını Kur’an hükmünde sayanların,
geleceğin müstakbel devrimine de o devrimin bugün siyaset alanındaki alameti
olan “devrim”e de düşman olması gayet doğaldır.
Eren Balkır
2 Aralık 2013
Dipnot:
[1] “Bizim Utanacak Bir Şeyimiz Yok”, 2 Aralık 2013, Sol.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder