Kürd’ün
nasıl güç olduğu, mühim bir rahledir. Solun tek derdi, o rahleyi kırmak, güç
olma bilgisini silmektir. O, sadece kendi iradesini tanıyanları ve kendisine
âşık olanları bünyesine alır. Kürd’ün ve Müslüman’ın kanı/teri, o bünyeye
ziyandır.
Sol,
küçük burjuvanın sınıf, ülke ve beden tahayyülüne tabidir. Dolayısıyla o,
Kürd’ün ve Müslüman’ın güçlü ve başarılı olmasını ancak kendisi üzerinden
anlamlandırabilir. Ona göre, ikisi de biraz sol olduğu için güçlü ve başarılı
olabilmiştir. Sol, gerçeği, hayatı ve dünyayı ancak kendisinden ve kendi
merkezinden okuyup anlayabilir. Başkaya, gayrıya, öteye ve harice kapalıdır.
Diğer
bir kesim de solun, yani kendisinin güçlü ve başarılı olmasına mani olsunlar
diye Kürd’ün ve Müslüman’ın birileri eliyle öne çıkartıldığını düşünmektedir.
Bu da benmerkezci bir okuma ve anlama pratiğidir.
Sol,
kendi sınıf, ülke ve beden tasavvurunun sürekliliği, bütünlüğü ve
tutarlılığıdır. Kürd ve Müslüman, bu süreklilik, bütünlük ve tutarlılıktaki
maraz, arıza, çentiktir. Öyle görülmeli, öyle anlaşılmalıdır. Sol, devletteki
ve burjuvadaki bütünlüğe göre inşa edildiği için Kürd’ü ve Müslüman’ı kıvama
getirmek, olmadı, bu tehlikeli unsurları tasfiye etmek ister.
Solun
her yerde olduğu gibi Türkiye’de de her türden kesintiyi, parçalılığı ve
tutarsızlığı telafi etmeye, gidermeye talip olmasında sorunlu bir taraf vardır.
Bir kimlik olarak sol, kesintilerin, parçaların, tutarsızlıkların düşmanıdır.
Bunlara düşman olana her zaman dost olmak durumundadır.
Böylesi
bir sol, kan ve terle ancak tüccar ve esnaf olarak ilişki kurabilir. Kan ve
terle proleter bir ilişki kuramaz. Kürd ve Müslüman’ın “küçük burjuva”
olarak kodlanması kodlayanın küçük burjuvalığındandır.
Tüccar/esnaf
ilişkisi, Kürd’ü ve Müslüman’ı siyaseten açtığı maddî imkânlar derekesinde
önemser. Başka bir değeri yoktur. Bu kesimlerdeki “proleter” nitelik, küçük
burjuva niceliğe tahvil edilmek zorundadır. İstanbul Belediyesi için girilen
yarışta pazarlık masasında koz olmak, böylesi bir zihniyetin sonucudur.
Bu
tüccarlığın ve esnaflığın sinsiliği, kolektif, tarihsel pratiğin seyri
karşısında bir işe yaramaz. Yani bir Türk solcusu, diyelim ki hiç
bozulmayacağını hesap edip, Kürd’ün içine ajanlarını yolladı ve Kürd’ün
imkânlarından istifade ederek nefes almaya niyetlendi, Kürd bunu görür ve o
boğazı sıkar. Bu noktada kızılacak olan, Kürd değil, ajanlarını içeriye
yollayandır.
Kürd
ile tecimsel, çıkar temelli ilişki kurmak, çıkışsızdır. Siyaseten nefes
alamadığı yerde Kürd’ün koltuğunun altına sığınmak, büyük siyasetin büyük
öznesi olduğu düşüncesiyle, ezberlerini yeniden ısıtmak, anlamsızdır. Burada
alınacak nefes, Kürd’ün nefesini boğacaktır.
Ama
aynı şekilde, barış ve müzakere sürecinin gerekleri, Kürd’ün açtığı siyaset
alanına kısa erimli çıkarları için girenleri de tasfiye edecektir. Kürd’ün
rahlesi önünde diz çökmek, taliban olmak ama o bilinci yüklenerek,
barışmayanın, müzakere etmeyenin yoldaşı olmak, aslolan budur.
Kürd’ün
eylemini esnaf ve tüccar zihniyetiyle değerlendirmeye çalışan zihniyet,
açmazdadır. Kürd’deki şiddet, ilkin sol denilen tamponda yumuşar. Bu tampon,
“seçimler”, “Rojava” ya da “komünalizm” de dese, gene de tampondur. Tampon olma
görevi, ezilenlere-sömürülenlere karşı ve onlar hilafına ifa edilir.
Ezilenler-sömürülenler,
basit burjuva temsilliklere bölünür. Demokrasi oyunu içinde bu temsillikler,
kimliklerin sembolü olarak, bir odaya doluşur ve dipten gelen dalganın nasıl
kontrol altında tutulacağı üzerine kıyasıya bir tartışma sürdürülür. Bir kişi,
politik anlamda attığı çentikle değil, etrafına topladığı insan sayısına göre
değer kazanır. Nicelik, niteliğe galebe çalar. Herkes, kendi kimliğinin
kümesinde horoz olma derdindedir.
Tampon,
tampon olmak zorundadır. Öyle olduğu için tampon olmuştur. “Kürd’e ve
Müslüman’a değmeyelim, ari kalalım” diyenler, devrim ve sosyalizm gibi bir
derdinin/kavgasının olduğu konusunda bu topraklarda kimseyi ikna edemezler.
Sorunlu
olan, Kürd’e ve Müslüman’a değenin, onun şiddetini düşürmeye yazgılı olmasıdır.
Bu açıdan, içeride ve dışarıda durmanın arasında bir fark yoktur. İçeride ya da
dışarıda dursa da bu hâliyle sol, şiddet karşısında bir dalgakırandır. Kürd ve
Müslüman’a değen, bu diyarları sınıfsal olarak bölmelidir. Daha doğrusu,
sınıfsal olarak yarılmış vadilerden ve koyaklardan ilerlemelidir.
Sığ
bir Kemalizm eleştirisi ilerlemeyi sağlamaz. Kürd’ün ve Müslüman’ın içine
sızabilmek için böylesi bir Kemalizm eleştirisi, zaruridir. Ancak Kemalizm
eleştirisi, aslında Kürd ve Müslüman’ı devlet ve iktidardan uzak tutmak için
yapılır. Kürd’e ve Müslüman’a Kemalizmi anlatmak, ancak Kemalizme küfretmekle
mümkündür.
Kemalizm,
burjuva siyasetidir. Solcu özneler, burjuva siyasetlerini gizlemek için Kemalizmi
kurban belleyip onun boğazına bıçak vururlar. Kemalizm eleştirisi, özünde,
Kürd’ün ve Müslüman’ın şiddetini düşürmek içindir. Yoksa Kemalizmin küçük
burjuva eliyle kurulmuş boyutuna, sınıf, ülke ve beden tasarımındaki yerine
kimsenin tek laf ettiği yoktur.
Ayhan
Bilgen’in Müslüman ahali üzerinden parti içinde yaşadığı sancılar, önemli bir
göstergedir. Bilgen, bu kontenjandan içeridedir. Oradan bir çığlık
yükseliyorsa, demek ki Müslüman, pürüz niteliğindedir.
Ayhan
Bilgen, “her liberal talebin vahşi kapitalizmin talebi olmayacağını”
söylemektedir. Ama burada dil, özü ifşa etmektedir: “vahşi kapitalizm” tabiri,
“kapitalizmin vahşi olmayanını istiyoruz” ya da “kapitalizmin insancıl
örnekleri de mevcuttur” demektir.
Dolayısıyla,
liberal bir kanaldan Müslüman’ın HDP içine akıtılması, AKP’de vücut bulan
dönüşümün Kürd halkına doğru yansıtılmasının bir parçasıdır. Liberalizm,
özgürlük, demokrasi, hukuk gibi başlıklar, dönüşen devletin bireylere, mikro
alanlara yedirilmesi girişimidir.
Kürd’den
ve Müslüman’dan evvel-ahir ideolojik bütünlükler çıkartmak ve bunları pazarda
satmak, küçük burjuvanın işidir. O, derisinde yara izine tahammül edemeyendir.
Bu
bütünlük çıkartma girişimi, Kürd’ün ve Müslüman’ın hadsizleşmesine, dolayısıyla,
şiddetle çektiği hududun silinmesine, buradan da hat çeken şiddetin
yoğunluğunun düşürülerek etkisizleştirilmesine neden olur.
Liberal,
kapitalizmin zamansal genişlemesi niyetinin dile dökülmüş hâlidir. Dolayısıyla,
o mekânsal yarılmayla ilgilenmez; en fazla, dertlerinin ve sorunlarının Kürd ve
Müslüman olmaktan kaynaklandığını düşünen kesimleri bir havuzda toplar. Kürd ve
Müslüman olmak sorunun kaynağı ise, onların kellelerine kılıç vurulması
şarttır. İdeolojik bütünlük kurmak, Kürd ve Müslüman’ın iradesini silmek
içindir.
* * *
Sapığın
Sinema Rehberi isimli çalışmasında Slavoj Žižek’in, “özerk kısmî
nesneden kurtulmanın yegâne yolu, o nesne olmaktır” dediği şey, solun Kürd
hareketi ile kurduğu ilişkiyi de izah eder. Söz konusu özerk kısmî nesnenin
safında olmaksa, Žižek’e göre hürriyettir.
Yani
aslında sol, kendi serbestiyeti adına, Kürd’ün safındaymış gibi görünerek,
kutsal ve mutlak belirlediği, sınıf-ülke-beden bütünlüğünü muhafaza etme
gayreti içindedir. Kürd’ün kendi öznel dertleriyle yöneldiği stratejik yönelim,
solun muhafaza siyaseti ile bir dönem için çakışmaktadır.
Özerk
kısmî nesne olarak Kürd, Demir Küçükaydın’ın revize ettiği “Doğu ve Batı”
başlıklı makalesinde görüldüğü üzere, ancak doğulu ve gerici yanlarımızın
törpülenmesinde bir “eğe” olabilir.[1] Solun karşısına aldığı devlet, doğulu,
bürokratik, tepeden inmeci, antidemokratiktir. Dolayısıyla Kürd’ün
başkaldırısı, bu özelliklerin giderilmesi için kullanılmalıdır. Devletin ıslahı
için Kürd gereklidir, o kadar.
Böylesi
bir tanıma doğru daraltılmış bir Kürd’ün kendi devletini kurmasına imkân
verilmemelidir. Yani aslında reeldeki Türk devleti değil, rüşeym hâlindeki Kürd
devleti ile dövüşülmektedir. HDP, esasen bunun arenasıdır.
Kürd’ün
içeri alınması, devlet kadar Kürd’ün de ıslahı için zorunludur. Küçükaydın,
“Müslüman’a ve Kürd’e batılı evrensel değerler önünde diz çökün”den başka bir
şey söylemez, söylemeyecektir. Batılı değerlerin ana eşiği Magna Carta’dır ve
toprak ağalarının, şövalyelerin demokratik kıskacı altındaki bir iktidarın
anlaşma metnidir. Demek ki Küçükaydın da Erdoğan Aydın gibi, “putperestlik
(cahiliye) dönemi daha insancıl ve daha demokratikti” demektedir.
Burada,
İslam da dâhil, her türden devrimin totaliter bulunmasına ilişkin liberal bir
mızmızlanma söz konusudur. Demokrasi mücadelesi, bu tip mızmız aydınlar için
sosyalizm mücadelesinin ta kendisidir.
Toplamda
demokrasi, bir tür devletin mikro alanlara yedirilmesinden başka bir şey
değildir. Özerk ve kısmî olanın nötralize edilmesidir. Bu sol aydınların
devlete ve demokrasiye yönelik devrimci bir mücadele vermeleri mümkün değildir.
Kürd,
sınıfı, ülkesi ve bedeniyle küçük burjuva ilişki yürüten sol için bir turnusol
değil, boş beyaz dosya kâğıdı işlevi görmektedir. Her şeyin temize çekildiği,
her şeye sıfırdan ve yeniden başlanabileceği yalanını tabana yutturmak zorunda
olan şefler, Kürd’ü istismar etme yolunu seçmişlerdir. Emre Görür’ün kaleme
aldığı “resmî” PKK tarihinde geçen şu cümle, bunun delilidir: “Kendi toprağına
ve insanlığın komünizan köklerine tutulan bu ışık sayesinde hareket, 20. yüzyıl
sosyalizminin ideolojik yükünden de kurtuldu.”
Türkiye
solunun sınıf, beden ve ülke tasavvuru, özünde, Kürd’e ve aynı ölçüde Leninizme
düşmandır. Düşmanlık, solun bütünlük tasavvurunun tehdit edilmesiyle ilgilidir.
20. yüzyıl sosyalizminin ana ideolojik yükü, Leninizmdir ve PKK aynasında
tasfiye edildiği düşünülen şey de odur. “Komünizan kökler” türünden tabirler,
Leninizm gibi her türden müdahalenin bozucu, fazla, artık ve zararlı
addedilmesine ilişkindir.
Yani
“devletin erkekliğini iğdiş edeyim” diyenler, iktidar mücadelesi veren herkese
karşı kılıcını bileylemektedirler. Ana rahmiyle komünizmi karıştıran şizofreni,
her türden yıkıcı-kurucu pratiğe düşman kesilmektedir. Yıkımın ve kurulumun
diyalektiği, bu ellerde ölmektedir.
Kürd’ün
ve Leninizmin etkisizleştirilmesi için batı mutfağına ait bir çorbanın her daim
kaynatılması zorunludur. Bu noktada “feminist-vegan teori” türünden kitaplar
rafları süslemelidir. Kürd için kadının ne olduğu önemliyken, batı solu için
onun kim olduğu önemlidir. Kadının ne yaptığı ve ne olduğu, bir kimlik içine
hapsedilmeli, orada boğulmalıdır. “Kendi kemiğinden yaratılmış” kadın, özerk
kısmî nesne olarak ancak onun iliğine kendisini işleyerek kontrol altına
alınabilir.
“Kadın
doğadır, zihnin fazla enerjisi anlamında libidodur, hazdır, komünal ruhtur”
türünden tespitler, kadının vd. faşist tahakküm yerine liberal hegemonyaya
teslim edilmesini ifade ederler. Batı solu için tüm bu unsurlar kontrolün
konusudur. Tartışma, esas olarak kontrolün yöntemiyle ilgilidir.
Devlet
ve demokrasi, tümüyle düşman ve tümüyle dost değildir.
Anlaşılmayan husus budur. Devletin baskı aygıtları, düşmanlarını demokrasi
hücrelerine kapatmayı amaçlar. Tümüyle imha gibi bir derdi yoktur. Devletin,
özgürlükle eşitlenen demokrasinin, yani bireyin sonsuz açılımı önünde engel
olduğunu söylemek, birkaç bireyi ikna edebilir ama mesele devrimdir ve devrim,
örgütlü politik kitlelerin eseridir.
Dost-düşman
ayrımı, devrimci mücadeleyle yapılır. Kitlelerin kendinden menkul, kendine
kapalı bireylerden oluştuğu düşüncesi ise ciddi bir yanılsamadır.
Kürd’ün
bu tarafa “ithal ettiği” devrim değil, kimlikçilik üzerinden teşkil edilmiş bir
imgedir. Bu imgenin ülkenin, sınıfın ve bedenin bütünlüğüne yedirildiğini
görmek şarttır. Kürd, şiddetin ta kendisidir ve bu hâliyle çektiği sınır, ancak
Kürd’ün silinmesi suretiyle ortadan kalkabilir.
Batı
solu, Kürd’süz bir Kürd hareketi icat etmeye mecburdur. Cinsiyetsiz bir dünya,
sınıfsız bir hareket, milletsiz bir coğrafya, hepten, solun bütünlük,
süreklilik ve tutarlılık üzerinden kendisini inşa etmişliğiyle alakalıdır. Bu
inşa, egemenlere ait ve onlara dairdir.
Sol,
Kürd ve Müslüman eliyle yaşadığı yıkımın kurduklarına odaklanmalıdır.
Son
açıklamasında herkes Apo’nun “Mahir Çayan’ın emanetini HDP’ye bırakıyorum”
sözüne takılmıştır. Buradaki niyet, buranın öcünü kimlerin ve neyin alacağı ile
ilgilidir.
Kimlik
olmanın ötesinde, Kürd nedir?
Kürd,
Allah’ın kulu olarak, hak yolunda halkın öcünü alandır.
Kürd’ün
sola içerilmesi, aslında buranın halkının öcünün alınmaması içindir.
Açıklamadaki esas nokta, “HDP isyan partisi olmasın” cümlesidir. Gezi isyanının
“fırsatçı taksicisi” bile olamayan bir yapı, logosunu “ağaç” yapınca isyan
partisi olacağını düşünmüştür. Oysa Apo, “biz yeterince isyan ettik, siz inşa
işine girişin” demektedir. Gençlerin ve kadınların kurullara yerleştirilmesi
önerisi ise, isyan ateşinin buralarda yanma ihtimaliyle ilişkili olsa gerektir.
Sol, inşadan önce, yıkıma bakmalıdır.
* * *
Michelangelo
Antonioni’nin 1970 yılı yapımı Zabriskie Noktası filminin başında
üniversiteli gençler, yapacakları eylemi tartışmaktadırlar. Ortama siyah
gençler hâkimdir. Yapılacak eylemde kitleselleşmenin değil, devrimci şiddetin
gerekli olduğunu vurgulayan siyah genç, konuşmasının sonunda şunu söyler:
“Molotof dediğin, benzinle kerosenin karışımıdır, radikal beyazlar ise zırva
lafla otun karışımı.”
Buranın
siyahları olarak Kürdlerin de beyaz Türk soluna yıllardır söylediği söz budur.
26-27
Ekim’de kongre yapacak olan HDP de hangi şişeye dolduğunu ve neyin karışımı
olduğunu cümle âleme ilân edecektir. Vatana millete şimdiden hayırlı olsun!
Eren Balkır
20
Ekim 2013
Dipnot:
[1] Demir Küçükaydın, “Doğu ve Batı”, 16 Ekim 2013, DK.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder