ODTÜ ve Tuzluçayır direniyor… Faşizm, efendilerine
verdiği söz gereği, tüm muhalif odakları köreltmeye, tüm ocakları söndürmeye
kararlı. “Ön kapalıysa ön açılacak” gibi saçma cümleler kuruyor başbakan. Ön
açma pratiği dâhilinde olimpiyat ateşi, daha yanmadan, sönüyor.
Biri, Tokyo’nun kazanması ile ilgili yoruma, “keşke
olimpiyatı alsaydık da onu sabote etseydik” diyor. Aslında meseleyi öznelci ve
görsellik üzerinden ele aldığını söylemiş oluyor böylelikle.
Öznellik, esasen görünürlük ve göze göre kurulmuş
oluyor. Görünürlük ve göze göre kurulmak, görünenin arkasındaki ve gözün
berisindeki yıkımı, dağılmayı, çözülmeyi ve küçülmeyi gizliyor sadece. Zevahiri
kurtarmak, özneler arası yarışta birinci gelmenin yegâne garantisi hâline
geliyor. Örgütlülük ise kişilerin kendilerini gösterme ihtiyacı ile ilgili bir
meseleye indirgeniyor.
Kolektif olan pratik, dolayısıyla, kişiyle başlayıp
kişiyle bitiyor. Kolektif, gündelik hayatta gizlendikçe birey onu dağıtıyor.
Daha doğrusu birey, kolektifi ezmek ve dağıtmak için gündelik hayattaki
görselliğe ve görünürlüğe daha fazla abanıyor.
ODTÜ ve Tuzluçayır direniyor… Direniş mevzii
görünürlüğe göre teşkil ediliyor, kolektif olana, onun toplumsal-tarihsel
boyutuna göre değil. Solun iki kalesi, iktidarın masasındaki satranç tahtasında
hedefe konuluyor. Birey, toplum ve tarihten çekildikçe, devlet dolduruyor
boşluğu. Makro devlet mikro devletle yer değiştiriyor.
AKP, egemenlere verdiği söz gereği, solun görünür olan
bu noktalarını silmeye ahdediyor. Sol ise daha fazla görünürlükle karşı
koyabiliyor sürece. Saldırıyı gene görünürlük ve görsellik derdiyle göğüslüyor.
Kendisini ısrarla görünürlük üzerinden kurmayı sürdürüyor. Kürd siyasetiyle
ilişkisi ise onu dev aynası olarak kullanmakla sınırlı. Başka bir değeri yok.
ODTÜ ve Tuzluçayır’da görünürlük direniyor, fazlası değil. Ahmet Kaya’nın
dediği gibi, başkaldırılıp “varım benim farkıma” denmiyor, farkına varılması için
başkaldırılıyor sadece. Farkı görecek olan da, nasıl oluyorsa, egemenler…
Adolf Hitler, çöken Almanya’yı diriltme sözü
üzerinden, efendilerine kendisini ispatlamak için türlü taklalar atıyor. Çirkin
ve sümüklü çocukların sınıfça çekilen fotoğraflarda arkaya itelenmesinde olduğu
gibi, Hitler’in faşist çeteleri, toplumu iri ve diri göstermek adına, arızalı
ve bozuk unsurları geri plana itiyor, gerekirse eziyorlar. Hitler’in propaganda
sinemasına hizmet eden bir kadın yönetmen, Afrika yerlileriyle ilgili çektiği
belgeselde pazılı, iri kıyım erkekleri teşhir edip duruyor. Solun bir kısmı
ise, sığ faşizm eleştirisi üzerinden, siyasetini o çirkin ve sümüklü çocuğa
acıyıp onu ön tarafa çıkartmaya indirgemiş durumda. Buradaki kibrin ne denli
yaralayıcı olduğunun farkında bile değil. Tek meselesi, o çocuğun derdi ve
öfkesini köreltmek.
Solun bir kısmında son on yıl içinde zuhur eden
“gerontokrasi” edebiyatında da böylesi bir açık liberalizm, örtük faşizm var.
Bilinenin aksine, Hitler’in SA’ları, o faşist gençler, ilkin Yahudi ya da
komünist değil, sokaktaki dilencileri, engellileri ve yaşlıları dövüp
öldürüyorlar. Gerontokrasi, yani yaşlı hâkimiyeti eleştirisi, “açın Türkiye’nin
önünü” diyen Genç-Parti zihniyetinin bir uzan’tısı. Görünüşte genç ama öz
itibarıyla gayet yaşlı bir zihniyet bu.
Bugünse sol içi muhabbetlerde gençler, direniş
süresince aldıkları yaraları gösterip övünüyorlar. Yaşça kendisinden büyükleri
ve onların sözlerini bu sayede ezdiklerini düşünüyorlar. Görselliğe kul edilmiş
olan pratik, geçmişe kir muamelesi yapıyor. Bu pratik, egemenlerin “yeni ve
genç Türkiye” masalına eklemleniyor. Görünürlüğe kilitlenmiş bir pratik ve bu
pratikle kendisini kuran özne, ister istemez, pazılarını gösteriyor sağa sola.
Her şeyini görünme üzerinden anlamlı kılıyor. Görünür olan beden sırdaki ruhla
dövüştürülüyor, görünür âlemde bedenin tabiî kazanacağı bilinerek. Kitleye
korku salarcasına, o nedenle, gözü gaz kapsülü yüzünden çıkmış insanların
fotoğrafları dolaştırılıyor görsel âlemde. Görsel âlem tek eylem alanımız
oluyor giderek. Eskiden telefon yokken tüm dostlarımızın numaralarını ezbere
bilirken bugün bilmiyoruz örneğin. Görünür olmayana giderek daha az değer verir
hâle geliyoruz. Gözden ırak olanı kalp n’etsin?
“Az laf çok iş” sözünün de böylesi bir “faşizm”i gizde
taşıdığını anlamak gerek. Teorinin karşısına pratiği, sözün karşısına eylemi
çıkartmak, döne dolaşa pragmatizme ve oportünizme varıyor. Teori görünür değil,
pratikse kör göze parmak. Neyin fırsat ve yararlı olup olmadığını bilmek
içinse, teorik bir kavga şart. Görselliğin hâkim olduğu gerçekte teori de
meslekî ideoloji derekesinde ilerleyen akademizme kurban edilmek zorunda.
Akademide süren kavgada ise hep yeniğiz.
“Olimpiyatları alsaydık da kendimizi gösterme fırsatı
elde etseydik” anlayışı da burada. Femen grubunu bu yüzden seviyoruz galiba...
Aslında egemenlerin her mevzi kaybı, nesnel ya da değil, hangi planda olursa
olsun, önemsenmesi gereken bir husus. Ama sol, kendisini teşhir edememenin
sıkıntısını çekiyor sadece. Sol öznelerde gösteri dünyası, reklâmcılık,
iletişim, medya, bilgisayar teknolojisi gibi alanlarda uzman olanların
köşebaşlarını tutmasının nedeni burada. Her eylemin altmetninde, aynanın
karşısına geçip söylenen, “nasıl durdu üzerimde?” sorusu gizli.
Bir biçimde geçmişin eleştirisini yaparak, sahnedeki
yerini almış kimi özneler, fırsat bu fırsat deyip, eski ama sahnede öne çıkan
bir başka öznenin yanına sığınıyor. Bu özne CHP meselâ… Her mevzii ve her eylem
momentini bir sahne olarak algılamakta ciddi bir sorun var sanki.
ODTÜ’de devlet bir hamle yapıyor. Kendi tabanını sola
karşı bileylemek için bir oyun oynuyor. “Başörtüsüne saldırı” 28 Şubat dava
süreciyle çakışıyor ve bir de buna “Sütçü İmam’ın torunlarıyız” edebiyatı
ekleniveriyor. Sol ise görünür olmanın sevinciyle, yuvasına geri dönmekle
yetiniyor. Mahrem olanı, görünmeyeni koruyan Sütçü İmam ile gerçek bir ilişki
kuramıyor. Birilerine görünmek adına, 28 Şubat’ta devletin safında oluyor ve
bunun ceremesini çekiyor. Görünür olmayan başörtülü kızların derdi ve öfkesiyle
buluşamıyor. Bunlar, “yeni” devletin silâhları hâline geliyor.
Sol mahfillerde, olduğundan çok iri görünme gayretinde
olan ve son dönemde muhafazakârlaşma kararı alan Antikapitalist Müslümanlar,
nedense o muhafazakâr mahallelerde pek görünmüyorlar. Solu bu topraklara
yabancı, kendisini “Anadolu’nun bağrından çıkmış hareket” olarak gören bu
gençler, solu küçük burjuva bir yerden eleştiriyorlar. Sonuçta, “insan özünde
Müslüman’dır, sonradan solcu olur” tekerlemesini kendince ispatlamak için
“solcu genci hipnotize ettim, dua etmeye başladı” diyen Abdurrahman Dilipak’ın
yanına ilişiveriyorlar. Aslında çok da önemli olmayan ama nedense öfke nedeni
olan, ünlülerin Gezi sürecine katılmasına epey öfkelenen başbakanın yedek
işlerini yapıyorlar. ODTÜ’deki olayla ilgili yazdıkları bildiri ve alelacele
aldıkları tavır, bunun göstergesi. O kadar görünme telâşı, arkadaşların
ODTÜ’deki olayın arkasındaki AKP’ye ve cemaate karşı körleşmelerine neden
oluyor. Kendine çevrilmiş göz, sadece kendisini görüyor. O gözün sahibi “görün
beni” diye sağa sola yalvarmak zorunda kalıyor. İşi gücü sadece kendisini
göstermek oluyor.
Sol ya da değil, kendisini gözün gördüğü ile,
görsellikle tanımlı kılan her özne, gözün sahibine bir biçimde hizmet ediyor.
Hakikati hakikatle görme kavgası, var olan batılın gözleriyle görme pratiğinde
heba ediliyor. Hz. Ali’nin sözüyle, “insan hakikati kendisine göre değil,
kendisini hakikate göre tanımalı.” Kendisini “dostlar alışverişte görsün”
anlayışına, “bize ne derler yoksa, kötü görünmeyelim” ahlâkçılığına ve “beni de
görsünler” hukukçuluğuna bağlamamalı.
Daha yüksek flamalar, daha büyük pankartlar, daha
büyük sloganlar, daha büyük iddialar havalarda uçuşuyor bugünlerde. Bu yarışın
galibi, hep düşman oluyor. Devrimcinin görevi had bilip had bildirmek iken,
hadsizlik görselliğin vazgeçilmez bir parçası oluveriyor. Devrimci özne,
gerçeği izlemekle yetinen varlığa indirgeniyor. Bu, “böyle gelmiş böyle gider”
zihniyetine kapaklanmayla sonuçlanıyor. Onca radikalizm, sırdaki, görünmeyen
âlemdeki pasifizmi ve yenilgiciliği örtüyor. Kitleler, hiçbir şeyin değişmeyeceğine
ikna ediliyor böylece.
ODTÜ ve Tuzluçayır direniyor... Haziran direnişinin
medya ablukası sonucu mecburen girdiği alternatif medya ağları ve forumlar,
zamanla, sürecin temel bileşeni oluyorlar. Bu pratik, doğal olarak gözlerini
kör edip kavgaya girmiş kitlelere kendi yorgunluğunu ve dağınıklığını
yediriyor. Ağlar ve forumlar, kendisini göstermek isteyene hizmet ediyor.
Görünme derdi olmayan, kavganın içindeki insanlar yılarak geri çekiliyorlar.
Kendilerine omuz atıp öne geçenlere kızıp gene susuyorlar.
Alternatif medya ağları ve forumlar önemli ölçüde
seçimlere endeksli bugün. Ortadaki pratik, seçim sonuçlarının açıklandığı
ekranlarda bir biçimde var olabilmeye kilitlenmiş durumda. O ağların ve
forumların amacı, “devrimci siyaset” denilen çirkin ve sümüklü çocuğun arka
sıralara atılması. Fethullahçı cemevinin temel atma törenine milletvekili
göndermekten CHP yönetimi son anda vazgeçiyor. Kötü bir izlenim bırakmak
istemiyorlar. Sonradan kenara itilmek üzere, fukara gençler yollanıyor
barikatlara. CHP, AKP ile yaptığı kayıkçı dövüşünde, devrimcileri
kullanabileceğini zannediyor. Gözün görmediği bu. O çocuğunsa yumruğu daha
sıkı, dişleri kenetli, ayakları ise çıplak.
Eren Balkır
8 Eylül 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder