Bugün halk hakikattir, sol ise batıl. Direniş
sürecinde tüm sol birikim, zail olmuştur. Sol, halkta ölmeyi, halkla dirilmeyi
bilememiştir.
Bu, komünist olmak üzerinden geliştirilen bir
eleştiridir ve komünist pratiği solculuktan ayrıştırma teşebbüsüdür. Direnişi
genelde politika, özelde sol siyaset içi bir devrim olarak görmemek, ölümün
süreklileştirilmesinin bir sonucudur. Devrim lafzını kendisine kapatmış bir
öznellik, gerçek devrimin kendisine örgütlenememektedir. Bu nedenle söz konusu
öznellik, gerçeğin gerçekle değil, lafla dönüştürebileceğini zannetmektedir.
Lafın mülkiyeti ve rekabeti gerçekte hükümsüz olduğundan, her şey lafa boğulmaktadır.
“Her şeyi ben başlatırım, ben bitiririm” diyen
esnaf-zanaatkâr ideolojisi, solun ruhudur. Bu solun belirleniminde yaşanan
direniş süreci, ölümün karşısına daha fazla hayatı çıkartmak zorundadır. Zira
devletin şiddeti, tedhiş ve korku amaçlıdır. Korku iliklere sinecek ve bu tam
da solda karşılığını bulacaktır. Bugün forumların “yaşam alanları” olarak
kodlanması ve direnişi kendisinde boğması meselesi, tam da bu gerçekle
ilgilidir. Yaşamak isteyen sol, halkın direnişini öldürmek zorundadır.
Dolayısıyla parklardan halk çekilmiş, alan sola kalmıştır. Esasında bunun böyle
olmasını isteyen, solun bizatihi kendisidir ve hayıflanması faydasızdır.
Parklar, demokrasi marketinde bir reyon kapmak isteyen
ekip ve akımların pazar kavgasına dönüşmüştür. Evleri basılan transları, işten
atılan işçileri, başörtüsü yasak olan Müslüman kadını, işsiz genci vicdan
ritüellerinde kurban verenler, yan yana gelme imkânı bulmuşlardır. Tüm bu
kavgaların harı sönmüş, o harı taşımayanlar, onu söndürmüş olanlar, podyuma
çıkma imkânına kavuşmuşlardır.
Zira sol, trans, işçi, Müslüman, işsiz, köylü, Kürd,
Ermeni, Alevî vs. olmamanın sahte cennetidir. Buraları terk etmiş olanların bu
yanılsamayı sürdürmeleri için direniş, müthiş bir fırsat sunmuştur. Direnişin
yenilgisi solun zaferidir; direniş ve halk kazansaydı, solun tüm payandaları
yıkılacaktı. Hâlâ mevcut ise bunun nedeni, sömürülenlerin-mazlumların kolektif
kavgasının geri çekilmesidir ve bu geri çekilme sol olarak somutluk
kazanmaktadır.
Esnaf-zanaatkâr pratiği, halkı bireylere,
tüketicilere, kendine kapalı nesnelliklere bölmek zorundadır. Bu pratik, devlet
gibi, yan yana iki kişi görsün, onu ezmek ister. Ezemiyorsa, liberal bir virüs
salıp bölecektir. Esnaf-zanaatkâr pratiği, sinekten yağ çıkartmaya kilitlidir,
dolayısıyla, bu pratik, düzenin herkesin yağını çıkartma çabasına kendi
cephesinden dâhil olur. Burada sürekli salgıladığı ideolojik salgı ise
“vitalizm”dir. Bu ideolojik yaklaşım, mevcut hayatı her şeyin önüne alacaktır.
“Biz sizin hayatınızı düşünüyoruz” yalanına ortak olacaktır. Her şey sırf
yaşamak içindir. Son bir ayın direnişi, sırf yaşamaya odaklanmış solun bizatihi
kendisinde ölmektedir. Sol, ölme biçimidir.
Örneğin bir forumda sadece sol örgütler kalmışsa ve
“bu park faaliyetini mahallelerdeki parklara taşımak gerekir” denildiğinde,
“bizim yaşam alanımızı, parkı boğar bu öneri” tepkisi geliyorsa, boğulmak
istenenin, öncesiyle birlikte, halkın bir aylık pratiği olduğu açıktır. Göze
alınamayan şey, halkta ölmektir.
Park örgüt mezarlığı iken, oradan halka dair hiçbir
şey çıkmaz esasında. Burada koruma altına alınan, parkın arkasındaki iradedir.
O soldur ve tüm solculuğu ile kendisine açtığı dükkânını korumaya
çalışmaktadır. Buna karşılık mahallelere taşıma fikri tekrar sol bir
teknisyenlik üzerinden işlemektedir. Birileri, gene kendisine güdülecek koyun
arayan çoban rolü biçmiştir. Sol işin mahiyetine hüküm ve ipotek koyduğundan,
eksiklik sadece teknik kısımdaymış gibi görünmektedir. Oysa o mahalle parkına
uzanan da gene soldur. O parka toplanacak halk, gene eldeki ideolojik
cetvellere, pergellere göre bölünüp ayrıştırılacak ve istenilen kıvamdaki tekil
bireyler dükkâna müşteri kılınacaktır. Sadece biri diğerini daha akılsız
bulmaktadır, o kadar. Akıl ise cetvelin uzunluğu, pergelin genişliği ile ilgili
bir meseledir.
Her dükkân sahibinin hayali ise büyükşehre yerleşip
batıya açılabilecek bir şirket kurmaktır. Cetveli uzatmak, pergeli
genişletmektir. Uluslararası işçi derneği olmasına karşın UİD-DER’in "işçi
sınıfı" tabelalı dükkânında şu son süreçle ilgili tek laf etmemesi, tek
bir şey yapmamasının izahı buradadır. Muhtemelen örgüt, uluslararası etkisi
olan bu isyanı “orta sınıf” diye etiketleyip çöpe atmış, “işçi sınıfını
ilgilendiren bir şey yok” deyip yoluna devam etmiştir. O, işçinin bireysel
cismiyle ilgilenir, kolektif-tarihsel sıfatıyla değil.
Siyaset alanındaki devletçikler ve burjuva kurumlar
olarak örgütler, mevcut devletten ve burjuvaziden daha çok korkmuştur
yaşananlardan. Bu korku, içteki liberalizmi depreştirmiş, insan denilen put
daha fazla cilâlanmış, daha fazla kurban kesilmiştir sunağında.
İzmir’de alelacele üzeri kapatılan SDP-TKP kavgası, bu
solun ölü hâlini süreklileştirme gayretinin bir yansımasıdır. Tüm tabelalar
kırılmış, tüm flamalar yırtılmışken, direniş, ısrarla o tabelaların ve
flamaların arkasına toplanmaya çalışılmaktadır. Hiza buradan çekilince, ister
istemez mülkiyet ve rekabet galebe çalacak, herkes elindekini yarıştıracak ya
da herkesi eşya ve nesne kisvesinde görüp mülk edinmeye çalışacaktır. Dükkânlar
arası bu kavganın direnişe ve halka bir faydası olmayacağı açıktır. Halkı kendine
uygun bireylere bölme yöntemlerinin yarıştırılması bir sonuç vermeyecektir.
Yarışın kendisi ve mahiyeti külliyen yanlıştır. Park forumlarından halkın
tevhidî çığlığı duyulurken, bu kadar müşrikin ortalığı kuşatması, devletin
muzaffer olduğunun delili gibidir.
Söz konusu zihniyet, maalesef, Sivas’taki 2 Temmuz
anmasına katılan bir Antikapitalist Müslüman arkadaşta da karşılığını
bulmuştur. “Biz gelirken Allah’tan başörtülü arkadaş getirmişiz” denilmiştir.
Burada “başörtülü kadın” esas olarak flama veya döviz derekesinde
görülmektedir. Bu fikriyat, 2 Temmuz Ankara anmasında Ethem Sarısülük için
yapılacak etkinliğe çağrı metnini yaka kartına dönüştürmede de vardır. İnsan
bedeni, basit bir eşya ve reklâm panosu olarak görülmektedir. Baştaki örtü de
aynı düzeyde ele alınmaktadır.
Sürecin tek öznesinin kendisi olduğunu düşünüp,
başkalarını nesne olarak görmek, direnişin söküp attığı gözlere ait bir
bakıştır. Tüm bunların sürekliliğini görüp hayatın devam ettiğine dair işaret
alan ve sevinenlerin düşünmeleri gereken nokta da burasıdır. Yaşıyor görünen
öldürüyordur bir yandan.
İnsanları güdülecek koyun, teknik bir işlemin sıradan
parçası, niceliğe hapsolmuş basit bir sayı olarak görmek ve bu görünün
sürekliliğini kutsallaştırmak ölümün huzuru içindir, başka bir şey değil.
Dolayısıyla o kadar “kopuş” edebiyatı, aslında altında sürekliliğin kendisini
gizlemek amaçlıdır. “71 devrimciliği” kopuşunu sürekli vurgulamak, demek ki
onun öncesindeki yaşamsalcı, nicelikçi sağ siyasetin devam ettirilmesi içindir.
Özünde, “bu parkı ben örgütledim” vehmine ve kibrine övgüler düzmek, tam da o parkı
örgütleyenin halk ve halkın direnişi olduğu gerçeğini gizlemek amaçlıdır.
Sol, şehidleriyle ölmeyi becerememektedir. Toprağa
karışan can, teorinin, ideolojinin ve politikanın da o toprağa karışmasını
emreder oysa. Ancak sol, her şehidini toprağa verdiğinde daha fazla
yükselmektedir semaya. Şehidler, vicdanî yaraları kapatan birer bant olarak
istismar edilmektedir öte yandan. “Sol, ölüme tapıyor, yaşamı sevmiyor,
Ethem’in ölüsü dirisinden kıymetli hâle geliyor” diyen ve Ethem’in cesedini
dükkân terazisinde tartan Kör Kâtipler, tam da bu nedenle Ethem adına
kurulan parkın ruhuna sirayet etmektedirler. Sinan Çetin yetiştirmesi bu
kâtipler, hepimizi varolan hayatın işleyişine teslim olmaya çağırmaktadırlar.
Demek ki park, semada inşa edilmektedir. Devrimcilik, Ethem’in mezarına, eski
ayinlerde konulan eşyalar gibi, yerleştirilip geride bırakılmaktadır.
“Kolektiften kalan bireysel fazla”, “ölümü kutsayan gelenek”, “ölüm üreten
iktidarlarla yan yana gelmeme istemi” gibi ifadelerle Ethem üzerinden
devrimcilere, devrimciler üzerinden Ethem’e açıktan küfredilmektedir.
Halkla hemhal olacak tıynetten yoksun olanların
“bakın, kaç kişi topladım buraya” türünden övüngenlik ve kibirle ortak olduğu,
tam da bu küfrün kendisidir. Ethem ise halkın gelecekteki mahşerinde
haşrolacaktır, hakikat tam da budur.
Devletin şiddeti, herkesi bugüne mahkûm etmektedir.
Ahiret, aynı zamanda “bugünden sonrası” demektir. Ahireti düşünmemiz ve onun
için dövüşmemiz istenmemektedir. En devrimci lafları vicdan muhasebesi
doğrultusunda sarf edip duranlar, nedense bugün liberal laflara ve pratiğe âşık
olabilmektedirler örneğin. Çünkü onlar bugünden, bugünkü hâlden ve hâllerinden
memnundurlar.
Şiddetin bu geriye dönük etkisi, çözücüdür ve teslim
alıcıdır. Daha ilk günden devrimcilerin ölüme taptığı eleştirileri duyulmaya
başlanmışsa, bunun nedeni, taktik-strateji açısından devrimcilerin de bu
eleştirilerin sahiplerinden daha geriye çekilmiş olmasındandır. Bu ricatın,
geri çekilmenin nedeni de solun yaşamak, sadece yaşamak istemesidir.
Mevzubahis kör kâtip, direniş sürecinde nasıl ki
ölümden çok korkmuşsa, sol da aynı ölçüde ölüm korkusunu yüreğinde
hissetmiştir. Bu korku, onu en geri olana mahkûm edecektir. Oluşan
çatlaklardan, örgütlerinde en geri olanı yapma imkânı bulamamış ve bu yüzden
dışa düşmüşler sızacaktır. Bu da gene esnaf-zanaatkâr pratiğine özgü “her şeyi
ben başlatırım, ben bitiririm” edebiyatını güncellemekten başka bir sonuç
vermeyecektir. Dolayısıyla, örgütlerinden düşenler, örgütlerinin kosmosunu,
ideolojik-politik dünyasını sorgulamaksızın, “bir de biz başlayalım, başlatalım
bakalım” diyeceklerdir. Örgütlerinde şef olamamış, olsa bile yükselememiş
kişiler rüşt ispatına gireceklerdir. Kısa soluklu pratiklerle nefisler
okşanacak, rakamlarla övünülecek, endam, allanıp pullanacaktır.
Direniş süreci üç pratiği kendiliğinden öne
çıkarmıştır: Redhack, Çarşı ve Antikapitalist Müslümanlar.
Bu, direnişin ilk temel dersini özetler aslında. Halk, teslim alınamayan,
çözülemeyen, meşru bir illegalite talep etmektedir. Redhack, bunun imgesidir.
Halk, “bize yüz gaz maskesi verin, Taksim’i alalım” diyebilen ve asla diz
çökmeyen bir vurucu güç istemektedir. Çarşı’nın çağrıştırdığı budur. Halk,
yüreği kendisinden yana atan bir yürek, onun derdiyle yanan bir vicdanı
çağırmaktadır. Antikapitalist Müslümanlar, tam da bu yüreğin ve vicdanın
yansımasıdır. Bu üç pratiğe göre kendisini yıkıp kurmayan bir solun ağzındaki
yaşam edebiyatı düşmanın öldürme pratiğine aittir. Halkı görmeyen, halk denilen
hakikatin kavgasını vermeyen, halkta ölmeyen, halkın ihtiyacını da görmeyecek,
ona örgütlenemeyecektir.
Eren Balkır
4 Temmuz 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder