Pages

30 Haziran 2013

Direniş Muhasebesi


Emekleyen yüreğime usta diyorlar.
Usta değil acemi bir işçiyim ben.
Onurlu bir kavganın neferiyim ben.

[Ahmet Kaya]


12 Mart’ta ordu kendi bünyesinde “din elden gidiyor, bu komünistleri durdurmak gerek” diye broşür basıp dağıtıyordu. Aynı ordu, 12 Eylül sonrası hazırladığı raporda süreci Atatürk’ün altı okuna göre tasnif ediyor, herkesi oku saptırmakla suçluyor, MHP’yi “güya” milliyetçi, MSP’yi laiklik düşmanı, devrimcileri ve solu halkçılık karşıtı olarak kodluyordu. Bugünse AKP iktidarının bu geleneğin devamcısı olduğunu görmek gerek. AKP, altı okun birleştiği noktanın kendisi olarak örgütlenen devlettir.

“Başörtüsüne saldırdılar” ya da “camide içki içtiler” yalanlarının arkasında devlet millete “ben sizin canınızın, malınızın, dininizin güvencesiyim, bana biat edin” mesajı veriyor. Esas olarak burada din doğrudan canın ve malın bizatihi kendisi olarak tanımlanıyor. Yani din de altı okun birleştiği noktaya hapsediliyor. Oysa bu devlet kurulduğu günden beri, azınlıklardan gaspettiklerini muhafaza etmek, işçilerin-köylülerin başkaldırma ihtimallerini yok etmek üzere örgütlenmiş bir yapıdır, dolayısıyla burada can üç beş muktedirin, zenginin canıdır, mal da onların malıdır. Tezviratın, yalanların arkasındaki gerçek budur: devlet imansız olduğundan, kimseye güvenemeyeceğinden, kendisine kitle oluşturmaktadır ve bu amaçla gerekli yerlere mesajlar vermektedir. Burada sözün doğru olup olmadığı önemli değildir, önemli olan, mesajın kendisidir. Devlet, banka camlarının, ruhsuz bir örtünün ve tarihsiz bir taş yığınının muhafızıdır. Bir kilim, bir rahle bulunan mescidlere küfredip şatafatlı camilere huşu içinde bakan bir Müslüman için bu mesaj hayatîdir. Zira o Muhammed’in değil, Ebu Süfyan’ın İslam’ına tabi, onun ümmetine aittir.

Onca yalanla küfre uğrayan hakikat budur: Müslüman Türk milleti kendi hilafına kurulmuş bu devletin bekçisi kılınmak istenmektedir. Kara çarşafı Fransız subaylarca yırtıldığında bu turabı cehennem ocağına çevirmeyi bilmiş bir millete kölelik asla yakışmaz ama kıpırdamayıp zincirlerinin farkında olamayan bir kesim, bu huzurun diyetini günbegün ödemeyi seçmiş görünmektedir. Fukara milletin bir bölüğü hâlâ AKP’nin İslam için çalıştığını düşünmektedir.

AKP eliyle devletin son süreçte yürüttüğü saldırının gerekçeleri farklı yönlerden analiz edilebilir ama esas olan, burada “ölümle korkutup vereme razı etmek”tir. Taktik bu yönde gelişmektedir. Sola ise gene ağızdan gelen kanı silecek mendiller dağıtmak düşmektedir. Sol ölebilmelidir, tam da bugün ölebilmelidir.

Kendi bireyliğine saygı duyulmasını talep etmekten başka bir şey yapmayanın ölmesi mümkün değildir. Birebir sohbetlerinde bile bu hava hâkimdir. Artık uyuşuktur, mıymıntıdır yaptığı sanat. Bastığı yeri sarsan adımlar atamaz hâlâ. Yerleştiği kovuktan memnundur. Zira bunun için solcu olunmuştur. Bu kadar bireyin konuştuğu yerde halk susar. Halk yıkım ve kurulumdur. Solun bu yıkım ve kurulum diyalektiğine karşı kendi metafiziği vardır ve bu metafizik mevcut fiziği kilitleyen bir işleve sahiptir. Sol, biyolojinin, fiziğin, kimyanın sayılara ve sayılarda boğulmasıdır.

Koca koca sol özneler, kitlenin kendiliğindenliği içinde sürüklendiklerini artık itiraf etmektedirler ama bu itiraf değersizdir, zira sadece nasıl sürüklenmemeleri gerektiğini tartışmaktadır. Köşe başlarına ağlar gerip beklenmektedir. Bu balık avcıları, akıntının içinde sarsılmadan kalmanın yollarını aramakta ve demokrasi pazarına mal taşımakla övünmektedirler bir yandan. Bundan sonra muhtemelen daha fazla toplantı, konser, etkinlik örgütlenecek, direnişin kitlesi örgüt havuzlarına toplanacaktır. Mal bulunacak, mağribe doğru tekrar yola çıkılacaktır. Maşrık yetim, biçare ve kırgın hâliyle onu arkasından seyredecektir. Solun halkın coşkun akan seli karşısında bir bent olduğunu görme imkânı yoktur artık. O, halka mensup evlatları ile övünmektedir ama esasında bu direniş süreci, halkın sol örgütlerden evlatlarını geri alma girişimidir de. Bu şekilde okumak mümkündür.

Sola yönelik operasyonlar, devletin ölümle korkutup vereme razı etme taktiğinin bir yansımasıdır. Bir sol partinin kuruluşunun medyada bu denli yer bulması da bunun göstergesidir. Devlet “akıllı olun, legalleşin” mesajı vermektedir. Legalleşme ise devletin herkesi kendi hukukuna tabi kılmasıdır. Bu çağrı, halkın evlatlarını bağrına basmasına karşı devletçe alınmış bir önlemdir. O sol örgütlerin mevcudiyetinden memnundur. Demokrasi devletin ruha yedirilmesi meselesidir.

Can ve mal ortaklaşmadıkça, demokrasi talepleri ve çığlıkları hep devlete ve egemenlere hizmet edecektir özünde. Sınırsız ve sınıfsız komünizm cennetini bugün burada kurduğunu düşünenler de dâhil olmak üzere, doğrudan, katılımcı her türden demokrasi talebi ve çığlığı, bugündeki can ve malın ortaklaşmasına dönük bir iradeden yoksun olduğu sürece, devlet denilen mekanizmaya yağ üretmekten başka bir şey yapmayacaktır. Bu kadar bireyin olduğu bir ortamda ise can ve malın ortaklaşması iradesi hep dilsiz kalacaktır.

Ölümle birlikte vücuttaki tüm kan kalbe toplanır. Gezi Parkı da direnişin kalbi olarak kanı toplamıştır. Ancak bu süreç, forumlar üzerinden ülke sathında parkların politikleşmesi ile sonuçlanmıştır. “Her şerde bir hayır vardır” diyerek ilerlemek mümkündür. Bu anlamda forumların ütopik, akademik, bireyci kurgulara kapatılmasına izin verilmemelidir. Che’nin tabiriyle, “Halk en iyi öğretmendir”, Marx’ın tabiriyle “eğitenlerin de eğitilmesi gerekir.” Halk tam da bu gerilimde örgütlenmelidir. Forumlar, ütopya derslerinin verildiği amfilere değil, geleceğin mücadelesi ve mücadelenin geleceği adına, birer karargâha dönüştürülmelidir. Zevkusefa mekânlarına dönüştüğünü görüp mescidleri yıkan Peygamber iradesi ise asla unutulmamalıdır.

Devlet saldırmıştır, bunu bilinçli bir biçimde, muhtelif hesaplar üzerinden yapmıştır. Esas mesele, direniş imkânlarını öldürmektir. Devlet şiddetinin kitle içinde dalga dalga yayılacak bir yansıması da vicdanî ve aklî bir yerden kendini rahatlatmak olacaktır. “Ben yapacağımı yaptım” bilinci bireyleri kuşatacak, kitle, bu bireylerin söz ve eylemine tabi olduğu sürece, daha da geriye gidecektir. Sürecin halkın politik niteliğini -aksine- daha da çürütmesi ihtimali vardır. Forumlar bu anlamda Yunan tragedyasına ait bir tür katharsis-arınma formu olarak vücut bulmaktadır. Herkes her şeyi zaten bilmektedir; cümlesi, direnişi kendi bilgi yekûnunun ispatlandığını gösterme noktasında istismar etme yarışı içine girmiştir.

Sol, 99’daki gerçek depreme müdahale edemediği gibi, 2013’ün bu mecazî depremi karşısında da akim kalmıştır. Zira o eski defterleri kapatamamış, muhasebesini hâlâ tamamlamamıştır. Dolayısıyla bu momentte kendisini yıkıp yeniden inşa etmesi asla mümkün değildir. Onun tek derdi, yaz kampları kılıfı altında tatile hâlâ çıkamamış olmasıdır. Örgütler, kuruldukları eski momenti, şefler öne çıktıkları konjonktürü Kâbe niyetine tavaf etmekle yetinmektedirler. Bir sol parti, 99 depremi öncesi tertiplediği kamp çadırlarını deprem bölgesine taşımakla yetinebilmiştir örneğin. Öfkeden ve dertten kaçanlar, öfkesiz ve dertsiz bir sahte cennet havasını şişeleyip satabilmektedirler sadece.

Solun elini bu noktada “orta sınıf” tahlilleri rahatlatacaktır. Hareketi “niteliği zaten orta sınıftı, işçiler yoktu” diye kenara itecek, işçi örgütlerini sürece dâhil etmemiş olmanın günahını orta sınıfa mensup gençlerin sırtına yükleyecek, hareketin kendiliğinden yapısını küçümsemeye dönük laflar havada uçuşacaktır. En geniş manada sol, forumları devletin taktiği ve stratejisine karşı devrimci bir taktik ve strateji bağlamında görmek yerine, kendi içi geçmiş bilgi birikimini pazarlamak için kullanacaktır. Devletin saldırısı geriye doğru bir titreşime yol açacaktır ve bu daha berbat sonuçların doğmasını koşullayacaktır. Şiddet iki kenarı keskin bir kılıçtır, eline alan, kesik eline baktığında, karşı tarafın silâhını ister istemez daha güçlü görecektir. Yani şiddetin etkisiyle toz duman çökecek ve oluşan çatlaklar daha sağlam bir biçimde kapatılacaktır. Risk tam da budur: geri alınmaz şekilde direniş mücadele tarihine kendi çentiğini atmıştır ama bu bilincin eylemli bir karşılığı asla oluşmayacaktır. Bu ülkenin “komünist partisi”nden CHP’sine kadar herkesin sandığa sarılmaları, bunun bugünden alınmış bir işaretidir. Forumlar bu yönüyle halksızlaşacak ve çeşitli örgütlerin kafa tokuşturduğu horoz ringlerine dönüşecektir. Örgütler “örgütlenin” diyecek ama örgüt meselesini bu direnişin örsünde tekrar dövmeyecek, örgüt fetişi hakikati perdeleyecektir.

Solun belki 12 Eylül, belki Sovyetler’in çözülüşü ile başlayan tartışma toplantıları daha hâlâ bitmemiştir. Bitecek gibi de görünmemektedir. Yıllarca anlatılanların boşa düştüğü bir moment yaşanırken her sol özne, tartışma toplantılarındaki sandalyesi altından çekilmesin diye kendisini daha fazla bağlamaktadır oturduğu yere. Sandalyenin ayaklarına beton dökenlere de rastlanmaktadır öte yandan. Sürecin bu gerçeği pekiştireceği açıktır. Bu tartışma toplantılarında kurulan öznelerin sokaktaki işe, atılan taşa örgütlenmeleri mümkün değildir.

Dolayısıyla “muhalif odakların acilen direniş muhasebesi yapmaları, daha öncesinde kullandıkları politik manevraları gözden geçirmeleri, Haziran direnişinin ruhuna uygun ideo-politik ve pratik programlarını örgütleyebilmeleri ve hayata geçirebilmeleri” gerekmemektedir. Tam da önemli olan, bu muhasip kafasından çıkmaktır. Ortada politik manevranın bulunmadığını görmektir, Haziran direnişinin ruhuna uygun programların bırakalım örgütlenmeyi, dillendirilemeyeceğini anlamaktır. Hamam viran olmuşsa, elde kalan tasın işlemeleriyle övünmek nafiledir.

Sol, toplamda devlet gibi, bu tür kıyamlara karşı şerbetli ve gardını almış olarak karşılamıştır süreci, bu sonrasında da aynı şekilde devam edecektir. Muhasebe hesap uzmanlığıdır ve her şeyi, herkesi sayılardan ibaret görmektir. Direnişin sayısallaştırılması, nicelikleştirilmesi çağrısı, aslında niteliğe hâkim olunduğuna ilişkin bir yanılsamayı içinde barındırmaktadır. Hâkim olunduğu düşünülen niteliğin dönüşmeyeceğine dair ortada dillendirilmemiş bir yemin vardır sanki. Oysa mesele, tam da solun kendi mevcut niteliğini vahiy hükmünde kabul etmesidir. Bilgi ve hâkimiyet ilişkisi solun varlık alanıdır ve bu tür başkaldırı momentlerinde söz konusu varlık alanı kendi içine kapanmaktadır. Direniş süreci de kendi içine kapanma tehdidi altındadır. Bu kapanma direnişin sol tarafından gerçekleşmektedir. Her zafer sarhoşluğunun bedeli, bir daha savaşmama arzusudur.

Direnişin devrim hattıyla canlı ilişki kurması zorunludur. Bu da bireysel, giderek birey tanrısının sûdur etmiş hâli olan öznel hâlimizle mücadele ederek mümkün olabilir. Geleceğin devriminin alâmeti bugünde belirmiştir. Onun hayalini çocuksu bir hâlde taşıyanları süreç bir kenara fırlatıp atmıştır. Ama aynı zamanda bu süreç devrim imkânının daha da bilinmez bir geleceğe ötelenmesini de dayatmaktadır. Başkaldırının niceliğe, sayılara hapsedilmesi yerine, niteliğinin, özünün, ruhunun her yanı sarması için uğraşılmalıdır.

Eren Balkır
30 Haziran 2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder