“Emekleyen yüreğime usta diyorlar.
Usta değil acemi bir işçiyim ben.
Onurlu bir kavganın neferiyim ben.”
[Ahmet Kaya]
12 Mart’ta ordu kendi bünyesinde “din elden gidiyor,
bu komünistleri durdurmak gerek” diye broşür basıp dağıtıyordu. Aynı ordu, 12
Eylül sonrası hazırladığı raporda süreci Atatürk’ün altı okuna göre tasnif
ediyor, herkesi oku saptırmakla suçluyor, MHP’yi “güya” milliyetçi, MSP’yi
laiklik düşmanı, devrimcileri ve solu halkçılık karşıtı olarak kodluyordu.
Bugünse AKP iktidarının bu geleneğin devamcısı olduğunu görmek gerek. AKP, altı
okun birleştiği noktanın kendisi olarak örgütlenen devlettir.
“Başörtüsüne saldırdılar” ya da “camide içki içtiler”
yalanlarının arkasında devlet millete “ben sizin canınızın, malınızın,
dininizin güvencesiyim, bana biat edin” mesajı veriyor. Esas olarak burada din
doğrudan canın ve malın bizatihi kendisi olarak tanımlanıyor. Yani din de altı
okun birleştiği noktaya hapsediliyor. Oysa bu devlet kurulduğu günden beri,
azınlıklardan gaspettiklerini muhafaza etmek, işçilerin-köylülerin başkaldırma
ihtimallerini yok etmek üzere örgütlenmiş bir yapıdır, dolayısıyla burada can
üç beş muktedirin, zenginin canıdır, mal da onların malıdır. Tezviratın,
yalanların arkasındaki gerçek budur: devlet imansız olduğundan, kimseye
güvenemeyeceğinden, kendisine kitle oluşturmaktadır ve bu amaçla gerekli
yerlere mesajlar vermektedir. Burada sözün doğru olup olmadığı önemli değildir,
önemli olan, mesajın kendisidir. Devlet, banka camlarının, ruhsuz bir örtünün
ve tarihsiz bir taş yığınının muhafızıdır. Bir kilim, bir rahle bulunan
mescidlere küfredip şatafatlı camilere huşu içinde bakan bir Müslüman için bu
mesaj hayatîdir. Zira o Muhammed’in değil, Ebu Süfyan’ın İslam’ına tabi, onun
ümmetine aittir.
Onca yalanla küfre uğrayan hakikat budur: Müslüman
Türk milleti kendi hilafına kurulmuş bu devletin bekçisi kılınmak
istenmektedir. Kara çarşafı Fransız subaylarca yırtıldığında bu turabı cehennem
ocağına çevirmeyi bilmiş bir millete kölelik asla yakışmaz ama kıpırdamayıp
zincirlerinin farkında olamayan bir kesim, bu huzurun diyetini günbegün ödemeyi
seçmiş görünmektedir. Fukara milletin bir bölüğü hâlâ AKP’nin İslam için
çalıştığını düşünmektedir.
AKP eliyle devletin son süreçte yürüttüğü saldırının
gerekçeleri farklı yönlerden analiz edilebilir ama esas olan, burada “ölümle
korkutup vereme razı etmek”tir. Taktik bu yönde gelişmektedir. Sola ise gene
ağızdan gelen kanı silecek mendiller dağıtmak düşmektedir. Sol ölebilmelidir,
tam da bugün ölebilmelidir.
Kendi bireyliğine saygı duyulmasını talep etmekten
başka bir şey yapmayanın ölmesi mümkün değildir. Birebir sohbetlerinde bile bu
hava hâkimdir. Artık uyuşuktur, mıymıntıdır yaptığı sanat. Bastığı yeri sarsan
adımlar atamaz hâlâ. Yerleştiği kovuktan memnundur. Zira bunun için solcu
olunmuştur. Bu kadar bireyin konuştuğu yerde halk susar. Halk yıkım ve
kurulumdur. Solun bu yıkım ve kurulum diyalektiğine karşı kendi metafiziği
vardır ve bu metafizik mevcut fiziği kilitleyen bir işleve sahiptir. Sol, biyolojinin,
fiziğin, kimyanın sayılara ve sayılarda boğulmasıdır.
Koca koca sol özneler, kitlenin kendiliğindenliği
içinde sürüklendiklerini artık itiraf etmektedirler ama bu itiraf değersizdir,
zira sadece nasıl sürüklenmemeleri gerektiğini tartışmaktadır. Köşe başlarına
ağlar gerip beklenmektedir. Bu balık avcıları, akıntının içinde sarsılmadan
kalmanın yollarını aramakta ve demokrasi pazarına mal taşımakla övünmektedirler
bir yandan. Bundan sonra muhtemelen daha fazla toplantı, konser, etkinlik
örgütlenecek, direnişin kitlesi örgüt havuzlarına toplanacaktır. Mal bulunacak,
mağribe doğru tekrar yola çıkılacaktır. Maşrık yetim, biçare ve kırgın hâliyle
onu arkasından seyredecektir. Solun halkın coşkun akan seli karşısında bir bent
olduğunu görme imkânı yoktur artık. O, halka mensup evlatları ile övünmektedir
ama esasında bu direniş süreci, halkın sol örgütlerden evlatlarını geri alma
girişimidir de. Bu şekilde okumak mümkündür.
Sola yönelik operasyonlar, devletin ölümle korkutup
vereme razı etme taktiğinin bir yansımasıdır. Bir sol partinin kuruluşunun
medyada bu denli yer bulması da bunun göstergesidir. Devlet “akıllı olun,
legalleşin” mesajı vermektedir. Legalleşme ise devletin herkesi kendi hukukuna
tabi kılmasıdır. Bu çağrı, halkın evlatlarını bağrına basmasına karşı devletçe
alınmış bir önlemdir. O sol örgütlerin mevcudiyetinden memnundur. Demokrasi
devletin ruha yedirilmesi meselesidir.
Can ve mal ortaklaşmadıkça, demokrasi talepleri ve
çığlıkları hep devlete ve egemenlere hizmet edecektir özünde. Sınırsız ve
sınıfsız komünizm cennetini bugün burada kurduğunu düşünenler de dâhil olmak
üzere, doğrudan, katılımcı her türden demokrasi talebi ve çığlığı, bugündeki
can ve malın ortaklaşmasına dönük bir iradeden yoksun olduğu sürece, devlet
denilen mekanizmaya yağ üretmekten başka bir şey yapmayacaktır. Bu kadar
bireyin olduğu bir ortamda ise can ve malın ortaklaşması iradesi hep dilsiz
kalacaktır.
Ölümle birlikte vücuttaki tüm kan kalbe toplanır. Gezi
Parkı da direnişin kalbi olarak kanı toplamıştır. Ancak bu süreç, forumlar
üzerinden ülke sathında parkların politikleşmesi ile sonuçlanmıştır. “Her şerde
bir hayır vardır” diyerek ilerlemek mümkündür. Bu anlamda forumların ütopik,
akademik, bireyci kurgulara kapatılmasına izin verilmemelidir. Che’nin
tabiriyle, “Halk en iyi öğretmendir”, Marx’ın tabiriyle “eğitenlerin de
eğitilmesi gerekir.” Halk tam da bu gerilimde örgütlenmelidir. Forumlar, ütopya
derslerinin verildiği amfilere değil, geleceğin mücadelesi ve mücadelenin
geleceği adına, birer karargâha dönüştürülmelidir. Zevkusefa mekânlarına
dönüştüğünü görüp mescidleri yıkan Peygamber iradesi ise asla unutulmamalıdır.
Devlet saldırmıştır, bunu bilinçli bir biçimde,
muhtelif hesaplar üzerinden yapmıştır. Esas mesele, direniş imkânlarını
öldürmektir. Devlet şiddetinin kitle içinde dalga dalga yayılacak bir yansıması
da vicdanî ve aklî bir yerden kendini rahatlatmak olacaktır. “Ben yapacağımı
yaptım” bilinci bireyleri kuşatacak, kitle, bu bireylerin söz ve eylemine tabi
olduğu sürece, daha da geriye gidecektir. Sürecin halkın politik niteliğini
-aksine- daha da çürütmesi ihtimali vardır. Forumlar bu anlamda Yunan tragedyasına
ait bir tür katharsis-arınma formu olarak vücut bulmaktadır. Herkes her şeyi
zaten bilmektedir; cümlesi, direnişi kendi bilgi yekûnunun ispatlandığını
gösterme noktasında istismar etme yarışı içine girmiştir.
Sol, 99’daki gerçek depreme müdahale edemediği gibi,
2013’ün bu mecazî depremi karşısında da akim kalmıştır. Zira o eski defterleri
kapatamamış, muhasebesini hâlâ tamamlamamıştır. Dolayısıyla bu momentte
kendisini yıkıp yeniden inşa etmesi asla mümkün değildir. Onun tek derdi, yaz
kampları kılıfı altında tatile hâlâ çıkamamış olmasıdır. Örgütler, kuruldukları
eski momenti, şefler öne çıktıkları konjonktürü Kâbe niyetine tavaf etmekle
yetinmektedirler. Bir sol parti, 99 depremi öncesi tertiplediği kamp çadırlarını
deprem bölgesine taşımakla yetinebilmiştir örneğin. Öfkeden ve dertten
kaçanlar, öfkesiz ve dertsiz bir sahte cennet havasını şişeleyip
satabilmektedirler sadece.
Solun elini bu noktada “orta sınıf” tahlilleri
rahatlatacaktır. Hareketi “niteliği zaten orta sınıftı, işçiler yoktu” diye
kenara itecek, işçi örgütlerini sürece dâhil etmemiş olmanın günahını orta
sınıfa mensup gençlerin sırtına yükleyecek, hareketin kendiliğinden yapısını
küçümsemeye dönük laflar havada uçuşacaktır. En geniş manada sol, forumları
devletin taktiği ve stratejisine karşı devrimci bir taktik ve strateji
bağlamında görmek yerine, kendi içi geçmiş bilgi birikimini pazarlamak için
kullanacaktır. Devletin saldırısı geriye doğru bir titreşime yol açacaktır ve
bu daha berbat sonuçların doğmasını koşullayacaktır. Şiddet iki kenarı keskin
bir kılıçtır, eline alan, kesik eline baktığında, karşı tarafın silâhını ister
istemez daha güçlü görecektir. Yani şiddetin etkisiyle toz duman çökecek ve
oluşan çatlaklar daha sağlam bir biçimde kapatılacaktır. Risk tam da budur:
geri alınmaz şekilde direniş mücadele tarihine kendi çentiğini atmıştır ama bu
bilincin eylemli bir karşılığı asla oluşmayacaktır. Bu ülkenin “komünist
partisi”nden CHP’sine kadar herkesin sandığa sarılmaları, bunun bugünden
alınmış bir işaretidir. Forumlar bu yönüyle halksızlaşacak ve çeşitli
örgütlerin kafa tokuşturduğu horoz ringlerine dönüşecektir. Örgütler
“örgütlenin” diyecek ama örgüt meselesini bu direnişin örsünde tekrar
dövmeyecek, örgüt fetişi hakikati perdeleyecektir.
Solun belki 12 Eylül, belki Sovyetler’in çözülüşü ile
başlayan tartışma toplantıları daha hâlâ bitmemiştir. Bitecek gibi de
görünmemektedir. Yıllarca anlatılanların boşa düştüğü bir moment yaşanırken her
sol özne, tartışma toplantılarındaki sandalyesi altından çekilmesin diye
kendisini daha fazla bağlamaktadır oturduğu yere. Sandalyenin ayaklarına beton
dökenlere de rastlanmaktadır öte yandan. Sürecin bu gerçeği pekiştireceği
açıktır. Bu tartışma toplantılarında kurulan öznelerin sokaktaki işe, atılan taşa
örgütlenmeleri mümkün değildir.
Dolayısıyla “muhalif odakların acilen direniş
muhasebesi yapmaları, daha öncesinde kullandıkları politik manevraları gözden
geçirmeleri, Haziran direnişinin ruhuna uygun ideo-politik ve pratik
programlarını örgütleyebilmeleri ve hayata geçirebilmeleri” gerekmemektedir.
Tam da önemli olan, bu muhasip kafasından çıkmaktır. Ortada politik manevranın
bulunmadığını görmektir, Haziran direnişinin ruhuna uygun programların
bırakalım örgütlenmeyi, dillendirilemeyeceğini anlamaktır. Hamam viran olmuşsa,
elde kalan tasın işlemeleriyle övünmek nafiledir.
Sol, toplamda devlet gibi, bu tür kıyamlara karşı
şerbetli ve gardını almış olarak karşılamıştır süreci, bu sonrasında da aynı
şekilde devam edecektir. Muhasebe hesap uzmanlığıdır ve her şeyi, herkesi
sayılardan ibaret görmektir. Direnişin sayısallaştırılması, nicelikleştirilmesi
çağrısı, aslında niteliğe hâkim olunduğuna ilişkin bir yanılsamayı içinde
barındırmaktadır. Hâkim olunduğu düşünülen niteliğin dönüşmeyeceğine dair
ortada dillendirilmemiş bir yemin vardır sanki. Oysa mesele, tam da solun kendi
mevcut niteliğini vahiy hükmünde kabul etmesidir. Bilgi ve hâkimiyet ilişkisi
solun varlık alanıdır ve bu tür başkaldırı momentlerinde söz konusu varlık
alanı kendi içine kapanmaktadır. Direniş süreci de kendi içine kapanma tehdidi
altındadır. Bu kapanma direnişin sol tarafından gerçekleşmektedir. Her zafer
sarhoşluğunun bedeli, bir daha savaşmama arzusudur.
Direnişin devrim hattıyla canlı ilişki kurması
zorunludur. Bu da bireysel, giderek birey tanrısının sûdur etmiş hâli olan
öznel hâlimizle mücadele ederek mümkün olabilir. Geleceğin devriminin alâmeti
bugünde belirmiştir. Onun hayalini çocuksu bir hâlde taşıyanları süreç bir
kenara fırlatıp atmıştır. Ama aynı zamanda bu süreç devrim imkânının daha da
bilinmez bir geleceğe ötelenmesini de dayatmaktadır. Başkaldırının niceliğe,
sayılara hapsedilmesi yerine, niteliğinin, özünün, ruhunun her yanı sarması için
uğraşılmalıdır.
Eren Balkır
30 Haziran 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder