Dinci faşizm olmaz. Faşizmin dine ihtiyacı yoktur.
En fazla, kitlesel seferberlik düzeyinde belirli şeklî unsurlar istismar
edilebilir, o kadar. Dini o şeklî unsurlara kapatıp, orada boğanların o dine
küfretmeleri ya da ona sarılmaları arasında fark yoktur. Din, bu iki taraf
arasında iktidara ve sermayeye göre bir kıvama getirilmektedir. Her iki taraf
da dinin mevcut kıvamından memnundur.
Din, canını ve malını feda edip hakikat
için dövüşenlere aittir. Gerisi küfürdür, şirktir. Canını ve malını feda
edenlerin faşizme veya liberalizme meyletmeleri mümkün değildir. Çünkü faşizm ve
liberalizm, canını Allah, malını iman yapanların aslî yönelimleridir.
"Dinci
faşizm" zırvadır, mügalatadır, zira faşizm, her daim dinsizdir. Dinsizliği hiçbir cami
koruyamaz, hiçbir başörtüsü gizleyemez.
Faşizm, mızrağının ucuna Kur’an sayfası takıyor ve
birileri o mızrağın üzerine yürüyorsa, bu Kur’an’a düşmanlık demek değildir.
Mızrağın üzerine yürüyen, mızrağa, onu tutana ve o mızrağın sahibine karşı
yürüyordur. Orada varmış gibi görünen Kur’an, aslında yoktur.
Dövüşen gerçek bir
güç olarak ortada olan bir Kur’an, asla mızrağın ucuna iliştirilen bir kâğıt
parçası olamaz. Tam da kâğıt parçasına indirgendiği için öldürülmüştür, tam da
öldüğü için kâğıt parçasına dönüşmüştür. Ama hep yaşayan bir Kur’an vardır,
zira o, Allah’ın muhafazası altındadır.
“Mızrağı kullanmayın” demek, bugün İslamî değildir.
Bir zamanlar mazlum olmuşların bugün zalim olmalarından söz edilemez. Mızrak, hep oradadır. Bu yaklaşımla mızrağın yeni sahiplerine güzelleme yapılmaktadır
sadece. Zira onlar, hiç mazlum olmamışlardır.
28 Şubat’ta bacılarının namusunu
korumak adına tek bir taş bile atamamış, üstelik bugün taş atmamış olmakla
övünenlerin mazlum olduklarını söylemek, mazlumlara hakarettir. Mazlum, namusu
ve haysiyeti için kıyam edendir, başkası değil.
Bu türden laflar, aynı zamanda
sanki devlete, mızrağın sahibine laf edermiş gibi görünürken, mazluma da “asla
eline mızrak alma” anlamına gelmektedir. Bu çatışma gerçeğinde, liberaller,
devletin elindeki mızrağı eleştirirmiş gibi görünürken, mazlumun elindeki
mızrağı kırma derdindedirler. Onlar en fazla Tayyip’i fazla sert ve nobran
bulabilirler, hepsi bu. Dini şeklî olana mahkûm edenlerin siyaseti de şeklî
olanla kavramaları doğaldır.
"Dinci faşizm" ya da "İslamofaşizm", batı
liberallerinin ve istihbarat kurumlarına bağlı akademinin uydurduğu birer sözcüktür. Geçmişte faşizme karşıymış gibi
görünüp, aslında Sovyetler’e karşı savaşanların yeni sığındığı liman budur. Bu
açıdan sağda solda AKP yardakçılığı, çanak yalayıcılığı yapanlarla bu
kavramları kullananlar, kardeştirler. İslamofaşizm, sömürüye ve zulme karşı
mücadele etme imkânı olan İslam’ı katletme girişimidir. Onu söz söyleyemez,
kıpırdayamaz kılmaktır amacı.
İslam’ın tevhidî mücadelesi, mazlumlar lehine,
onlar için bir kılıç iken, içi boşaltıldığında, muktedirler ve müstekbirler
için her türlü direnişi ezmeye dönük bir tomaya, akrebe dönüşebilir. AKP
borazanları, “bu gençler bir bakkal açsa, hayatın içine girse, bu işlerle
uğraşmazlar” demekte, 28 Şubat’ta polis panzerleri önünde durmayı bugün alaya
almakta, bu tür kavgaların nafile olduklarını kavradıklarını söylemektedir.
Mesaj efendileredir, “biz iyi çocuklarız, bizden vazgeçmeyin” denilmektedir.
“Uşaklığımızın sınırı yoktur, biz, bu uşaklığı imanla yaparız” diye
bağırılmaktadır.
Demirel neyse bunlar da odur, zira Demirel hep, otuzundan sonra
“insanın liberal olmamasının akılsızlık” olduğunu söyleyen biridir. Bu laf, artık AKP’lilere tevarüs etmiştir. Kendilerinin hükümet yapılmalarının nedeni de tam
olarak budur.
İslamî hareketin hainleri, belki de hep o hareketin nimetlerine
bakmış olanlar veya bizzat o hareketi yönlendirmek için devlet tarafından içe ajan olarak yerleştirilenler, hükümet muslukları önüne dizilerek, eski kitaplarını yakarak ya
da çöpe atarak, başarılı olmalarının arkasına saklanmaktadırlar.
Oysa din
kavgada vardır, diz çökmüş, iktidara teslim olmuş, ranta ve sermayeye kul ve köle
olmuş bir Müslüman’ın politik olarak Müslüman olduğundan artık söz edilemez.
Irak veya Mısır’daki İngiliz sömürge valilerinin bu şekilde kılınan bir namazla
ilgili derdi yoksa, bu ülkenin efendilerinin de yoktur.
Bu açıdan, AKP’ye yönelik eleştirilerde "din" ve "İslam" kelimelerini bolca kullanmanın bir manası da yoktur, zira karşımızda
esasında dinsiz ve İslam’sız bir güç vardır. AKP, tabanını kendisinin din ve
İslam için çabaladığını söyleyerek kandırabilir, ama bu yalana AKP’ye ve onun
teslim ettiği devlete karşı mücadele edenlerin teslim olması mümkün değildir.
İslamî liberalizm de olmaz. Birileri liberal
olmuşsa, hayatı ve dünyayı liberal pencereden kavrıyorsa, orada İslam kovulmuş
demektir. Temelde üzerinde durulması gereken husus, muktedirin bir dine
tabiyetinin imkânsız olduğu gerçeği olmalıdır.
Birileri “işte bize saldırıyorlar, demek ki dine
saldırıyorlar” diyebilir, bir başkası da “dine saldırmadan bunları yenemeyiz”
deyip, kendi kitlesini diri tutmak isteyebilir. Bunlar, aynı yolun yolcusudurlar.
Her iki taraf da iktidar üzerinden politik okuma yapmakta, kitleleri bu okumaya
mahkûm etmektedir.
Bir grup Müslüman tarafından kaleme alınmış olan bildiri de
meseleyi buradan karşılamakta, liberal bir fikrî zeminden, Müslümanların
kimliğine sarılmaktadır. Esasında Müslümanlığı liberal bir kimliğe boğmaktadır.
Onlarca gün yaşananlara tek söz etmeyip, “Kabataş’ta başörtülü bir kadına
saldırmışlar” diye feveran edenler, bilerek ya da bilmeyerek, mızrağın ucuna
takılı başörtüsüne bakıp, AKP iktidarına teslim olmaktadırlar. Emek ve Adalet
Platformu öncülüğünde hazırlanan bildiri ve emniyete yapılan yürüyüş de bu
teslimiyet dairesinde tanımlıdır.[1]
Onca gün susup, mızrağın ucuna takılı İslam’ı
temize çıkartma gayretleri, nafiledir. Kaleme alınan bildiri, iktidarın
meseleyi meselenin başlangıç noktası olarak gösterilen Gezi Parkı’na boğma
gayretlerine destek olmakta, yavan bir muhafazakârlık eleştirisi yapıp, AKP’yi
temize çıkartmaktadır. Temize çıkardıklarını düşündükleri İslam ile AKP
“İslam”ı arasında fark yoktur. Aksine, onu beslemektedir.
AKP “İslam”ına karşı
huruc eylemeyen bir itiraz, döne dolaşa ona hizmet edecektir. Kendilerince
İslam’ı temize çıkartmaya çalışanlar, O’na adil ve insanî bir makyaj yapanlar, AKP iktidarının yedek askerleridirler. Bunların politik varlığı AKP’ye göbekten
bağlıdır.
Yapılması gereken, AKP iktidarı ile İslam üzerinden olumlu ya da
olumsuz bir ilişki kurmak değil, onu İslamî manada karşıya atmaktır. Esasında
bu kesimler nezdinde AKP, hâlâ din ve İslam dairesinde görülmekte, içeriden ona
vicdanî bir itiraz yükseltilmektedir. Bu momentte onu karşı tarafa, tağut
tarafına, kâfir tarafına atan irade, ancak bu iradedir İslamî olan. Bildirinin
İslamî-politik bir niteliği yoktur. Vicdanî bir edebiyatla kendi politik
ikballeri temiz tutulmaya çalışılmaktadır.
Liberalleşip İslam’dan uzaklaşanlar, düne kadar
beslendikleri göbek bağlarını kesip atamamaktadırlar. Para musluklarına ağzını
dayadığı anda dinini imanını inkâr ettiğini görmeyenler, hâlâ dinden imandan
söz etmektedirler. Bu kesim, soldaki “halk komitesi” yaklaşımına küfrederken,
İslam’daki meşvereti, şûrayı da çöpe attıklarını gayet iyi bilmektedirler.
Bugün "illegal", "marjinal" ya da "çapulcu" diye karşı atılanlar üzerinden İslam’a
yönelik bir operasyon gerçekleştirilmektedir. Mesaj Müslümanlaradır. Onlar "illegal" suçlaması üzerinden tağutun hukukuna kul edilmek, "marjinal" tespiti
üzerinden, bu zulüm düzeninin genel güzergâhına bağlanmak, "çapulcu" küfrü
üzerinden de efendilerin mallarını koruyan birer bekçi olmaya indirgenmek
istenmektedirler. Bu isyanın AKP iktidarını bir biçimde daha da güçlendirme,
pekiştirme imkânı mevcuttur. Bu imkân da Müslümanların ilgili mesajı, dinsiz
imansız bir yerden, vahiy misali dinlemelerine bağlıdır.
Karşımızda dinsiz imansız bir güç vardır.
Bu gücün faşist ve liberal kanatları arasında tercih yapmanın anlamı yoktur.
Her ikisini Kur’an ve Sünnet düzeyinde itiraza ve redde maruz kılmak
gerekmektedir. İbrahimî bir itiraz, bu nizamı dağıtacaktır. O’nun atıldığı ateşi
söndürmek için su taşıyan karıncadaki iman yoksa, bu ateşin içinde kazanan, gene
içimizdeki düşman olacaktır.
Mesele, olaylar başlamadan önce de olayların
başladığı anda da ve sonrasında da ağaç ya da park meselesi değildir. Faşizm
zorla, liberalizm ikna ile meselenin bu noktada boğulması için çabalamaktadır. Emek
ve Adalet bildirisi, liberal kanattan, faşizmin zoruna eklemlenmektedir. Başka
da bir değeri yoktur.
Bildiride devletin elindeki mızrağın ucunda
sallanan Kur’an sayfasına dönük tek bir lafa rastlanmamaktadır. Devletin
sıktığı gazı almaktan başka bir şey yapmamaktadır. Müslümanlara yönelik çağrı
kısmında ise, “paranızı, servetinizi terk etmeyin, ama yoksul bir çocuğun başını
okşamayı da unutmayın”dan öte bir şey söylenmemektedir. Gene iktidarla ve
servetle sapkınlaşmış bir güruha insancıllık ve adalet dersleri verilmektedir.
“Aksi takdirde şehrin çeperlerine sürülen yoksullar, bir gün haklarını almak
için mutlaka geri geleceklerdir” diyen bildiri, tam da bundan korktuğu için
yeni mahallenin zengin sakinlerine uyarılarda bulunmaktadır. O yoksul gençlerin
safında olmadığını, zenginlerin sokağında gezindiğini ikrar etmektedir. Bir ara
yol aranmaktadır. Ana yolda düşmanla cepheleşen millete bu ara yollarda
kaybolmak öğütlenmektedir. “O yoksulların başını okşamazsanız, bunlar
saraylarınızı yakarlar” denilmektedir. Tarih öğreticidir ve tarihin “saraylara
savaş kulübelere barış” diye haykırdığını onlar da duymaktadır. “Emir kulu
değil, Allah’ın kuluyuz” diyerek, bu faşist düzenin paralı askerlerine iman
hatırlatılmaktadır.
Gizli kamera çekimine yansımış bir sohbette polis eylemciye
“paramızı siz verin, sizin yanınıza geçelim” demektedir. Bu polise verilecek
iman dersleri kifayetsizdir. Yirmi polis yirmi yaşındaki bir kızı sokak
ortasında linç ederken “Tayyip Erdoğan’ı, Türk polisini sevdiğini söyle, seni
bırakalım” demektedir. Burada din iman yoktur. Firavuna ya da Ebu Leheb’e din
iman öğretilmez, öğrenilecek tek şey, onunla savaşmak olmalıdır.
İslamcı ya da Müslüman geçinen basın, ilk günden
itibaren Hüsnü Mübarek gibi komplo teorileriyle günü kurtarmaya çalışmıştır.
Komplo teorileri, Allah’a güvenmemenin, imansızlığın bir tezahürüdür. TV
kanallarında Soros’a sığınanlar, Soros’u Allah’tan büyük ve güçlü
zannetmektedirler. Fukara Müslüman halkı kendi rant ve yağma iktidarına bu
şekilde ortak edeceklerini düşünmektedirler. Oysa AKP düzeni, Soros nizamına
dayanmaktadır.
“Bu eylemciler bir bakkal açsa, bir otuz yaşına
girse, bu işlerden vazgeçerler” diyenler, bu laflarının Peygamber’i de
incittiğini bilmelidirler. Bunlar, Peygamber’in vefatı ile birlikte zulme karşı
mücadeleyi öldürmek istemektedirler. O bakkalların AKP’li ya da onun beslediği
market zincirlerinin altında ezildiğini gizlemektedirler.
Mevcut devlet, kurulduğu günden beri
dinsiz-imansızdır. Meclis’te tir tir titreyerek, “eylemcilerin yürümesine izin
verseydik de başbakanlığı, meclisi işgal mi etselerdi?” diye bağıran Muammer
Güler, neye hizmet ettiğini gayet açık bir biçimde bilmektedir. Bu dinsiz
imansız devlete hizmet edenle “dinci faşizm” ya da İslamî bir “muhafazakârlık”
eleştirileri ile ilişki kurmanın anlamı yoktur. Her iki yaklaşım da meseleyi
şahsîleştirmekte, kişileri öne almakta, onların dinî yüklerine vurgu yapmaktadır.
Oysa mesele, şahsî değil, devletlûdür ve bu devlet, kendisini muhafaza etmek
adına dinini imanını pazarda satılığa çıkarmış, ilk darbede teslim olmuş
kişileri kendisine bekçi tayin etmiştir.
AKP, kendi kitlesini darbe, CHP, Ergenekon, 28
Şubat ile korkutarak yönetmek derdindedir. Bugün sokağa dökülen kitle, tek tek
şahısların ötesinde, korkutmak için kullanılan unsurlarla bağını kopartmıştır.
Polise ve devlete diklenilen yerde ne darbe, ne CHP, ne Ergenekon ne de 28
Şubat vardır. Liberaller, meseleyi parka hapsetmekte, devlettekiler de isyanı bu
alanda boğmaya çalışmaktadırlar.
Örneğin Star gazetesi genel yayın
yönetmeni zat, eylemcilerin gençler olduğunu söylemekte, eylemlerin başını
CHP'nin çektiğine vurgu yapmakta, ama CHP’lilerin kendileri gibi çok çocuk
yapmadığından bahsedip, buna bağlı olarak gençler içinde CHP’nin zayıf olduğunu
iddia etmektedir. Bu zihin bulanıklığı tam da korkunun alametidir. Onlar da
kıyamın içindeki kitlenin CHP’yle (artık) ilişkili olmadığını bilmektedir. Ama
bu yönde bir çaba içerisindedirler. Yani kitlenin CHP tuzağına düşmesini, oraya
hapsolmasını istemektedirler. Bu sömürü ve zulüm düzeninin bu iki parti
şahsında sürdürüleceğini onlar da bilmektedirler.
Devlet saldırırken, saldırısı
ile millete nizamat vermektedir. Hakikat şu ki AKP neyse CHP odur. Her
ikisi de bu dinsiz imansız devletin bekçileridirler.
6-7 Eylül olaylarında Atatürk’ün evine bomba atan
zihniyet, bugün camide içki içildiği yaygarası koparmaktadır. O gün
Bulgaristan’da zulüm görüp ülkeye gelmiş göçmenler saldırılarda ve yağmada
kullanılmışlardır. Bu kontrgerilla taktikleri, bugün AKP’nin ana programatik
hattıdır. Melih Gökçek, Allah korkusu olan cami imamının açıklamalarına karşı
“imam kilisede zangoç olarak göreve başladı” yorumunu yapmaktadır örneğin. Bunların
cümlesi Allah’sız kitapsızdır.
Bu Allah’sız kitapsızlığı "dinci faşizm" olarak etiketlemek, teorik, ideolojik ve politik manada, körlüktür.
Ama aynı şekilde, AKP’nin “iktidar” olması ile yaşanacak olası sarsıntıları
yumuşatmayı, mahallenin namusunu kurtarmayı düşünenler de mahallenin küffar
ordusunun karargâhına, topçu kışlasına dönüştüğünü görmelidirler. Mazlum
Müslüman milletin faşizmin elindeki sopaya, liberalizmin elindeki havuca karşı
şerbetlenmiş imanı gene de hâlâ dipdiridir.
Eren Balkır
15 Haziran 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder