“Savaş bir kez ilân
edilir edilmez, (ehil bir asker) o kıymetli vaktini takviye beklemekle heba
etmez […] aksine, hiç gecikmeksizin düşman cephesini yarıp geçer. Bu, tavsiye
edilmeyecek kadar cüretkâr bir siyasetmiş gibi görünebilir, ancak tüm büyük
stratejistler göstermiştir ki zaman, sayısal üstünlük ya da en ince
hesaplamalardan daha değerlidir.”
[Sun Tzu, Savaş Sanatı]
Giriş
Sınıf
düşmanımıza tencere, tava ya da mutfak lavabosu fırlatmak suretiyle kaç tane
hakiki manada proleter isyan başlatıldığını görmek, gerçekten de heyecan
vericidir. Zencî Kölelerin İsyanı (MS 869-883) böylesi
mütevazı koşullarda başlamıştır. Ellerinde çubuk, iki at ve üç kılıçla
yeryüzünün lânetlileri, Kutsal İslam İmparatorluğu’na ve köleliğe karşı savaş
ilân etmişlerdir.
Zencî İsyanı’nı diğer muhtelif köle ayaklanmalarından ayıran şeyi tek başına isyancıların mücadelesinin uzunluğu ve sayısı ile tespit etmek mümkün değildir, zira bu noktada yönetici sınıfa üstün gelme ve eldeki yeteneğin sergilenme süresi dikkate alınmak zorundadır. İsyancılar, ne yapılması gerektiğini doğaları gereği bilmektedirler. Bu, niceliksel kıyaslamaların yanlışa sevk edici olduğu koşullarda, isyancıların sahip olduğu sayının küçümsenmesi anlamına gelmez.
Spartaküs
İsyanı üç yıl sürmüş (MÖ 73-71) ve yaklaşık 120.000 köle ile yürütülmüştür.
Buna karşın Zencî İsyanı 500.000 gibi bir rakama ulaşmış, isyancılar, etrafı
kuşatılmış bir devleti on beş yıl süresince ayakta tutmayı bilmişlerdir. Belki
de bu isyanın Hollywood’a malzeme olmamış olması, gerçek manada gizli bir
lütuftur, zira Hollywood, doğası gereği, sınıflı topluma karşı proleter direnişi
öldürmek ve hafızalardan silmek gibi bir eğilime sahiptir. Dolayısıyla, biz 21.
yüzyıl proleterlerine düşen, bin yıldan fazla bir zaman önce bizden ayrılmış
akraba ruhların zamanını ve dünyasını yeniden yaratmak olmalıdır.
“Dolayısıyla, akıllı
bir general, düşman üzerine baskın yapmayı aklına koyar. Bir araba dolusu
düşman erzakı elindeki erzakın yirmi katına denktir.”
[Sun Tzu, Savaş Sanatı]
Askerî
Yön
Sömürücülerine
karşı silâhlanır silâhlanmaz isyancılar, düşman arazisine gece baskınları
yapmada ve silâhlara, atlara, yiyeceklere ve dost kölelere el koymada mahirleştiler.
Baskın sonrası intikamı ertelemek maksadıyla her şeyi yakıp yıktılar. On beş
yıllık ayaklanma süresince isyancılar, kuşatma mancınıkları, ateş topu
fırlatıcıları, hızlı iki tekerlekli savaş arabaları ve çok başlı oklar gibi o
dönemin tüm teknik imkânlarını edindiler. Düşmanın ilerleyişini durduracak
sağlam, su kanalları ile içten kuşatılmış kalelerle, hızlı açılıp kapanan
köprüler inşa edecek ve insanları iç kaleye çağıracak haberleşme hatları
kuracak uzman mühendisler yetiştirdiler.
Belki
de Spartaküs’ün yenilgisinden dersler çıkartarak, isyancılar denizi göz ardı
etmek suretiyle ellerini kollarını bağlamak istemediler. Savaş ve yük
gemilerine sahip oldular. Sadece tek bir savaşta Halife’nin donanmasını yenip
24 gemiye el koydular. Gemiler, kaptanlar tarafından birbirlerine zincirlenip
savunma becerisini artırmak için kullanıldılar! Râfiî, bugün bize abartılı
gelecek bir ifadeyle, Zencîlerin donanma gücünün 1.900 gemiye kadar ulaştığını
söylüyor!
“Ülkenin genel çehresi,
ülkedeki dağlar, ormanlar, tuzaklar, uçurumlar, bataklıklar ve taşkın
bölgelerine aşina olmadıkça bir orduyu yürüyüşe geçiremeyiz.”
[Sun Tzu, Savaş Sanatı]
İslam
İmparatorluğu ve Irk
Abbasî
İmparatorluğu (MS 750-1258) kârını sürekli artırmak için aşama kaydeden bir
medeniyet olma fikrini kısa sürede kavradı. Köylü göçleri ve tekrarlanan seller
yüzünden giderek bataklık bölgesine dönüşmüş olan Fırat-Dicle deltası, yoğun
emek aracılığıyla diriltilmeye çalışıldı. Zengin arazi sahipleri, “gelgite
maruz kalan araziyi ekilebilir kılmak şartıyla yüklü miktarlarda yardımlar aldılar.”
[1]
Bu
amaç doğrultusunda Zencîler, ya da başka bir ifadeyle, Doğu Afrika kökenli
siyah köleler ithal edildi. Giderek “Zenc” terimi, belirli bir coğrafî bölgeyi
tanımlamak için de kullanıldı ve aynı zamanda köleleştirilebilir barbarları
etiketlemek için devreye sokulan “serbestçe yüzen” bir kavram hâline geldi.
Barbarlık ile ilgili bu yaklaşım, o günlerde köleliğin meşrulaştırılmasını
kolaylaştıran bir etmen olarak iş gördü.[2]
Yabancı
kölelerin İslam İmparatorluğu’nda sayıca baskın hâle gelmesi, İslam’ın
evrimindeki ironik bir tuhaflığın sonucuydu. Oryantalist Bernard Lewis, makul
ve açık kimi ifadelerde bulunur bu konuda: “Kur’an, ırkçı ya da deri rengine
ait bir imtiyaza ilişkin hiçbir şey söylemez.”[3]
Esasında
toplumsal manada dışlama hususunda sadece “mümin/kâfir” ölçütünü kullanan
İslam, deri rengi bağlamında ırka ilişkin herhangi bir anlayış öne sürmez. Ama
bu, İslam’ın renk körü olduğu anlamına da gelmez (örneğin bkz.: “Ey insanlar!
Biz sizi bir erkek bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi
halklara, kabilelere ayırdık. Açıkçası Allah katında en değerliniz, Allah
bilinciyle en çok yaşayanınızdır. Allah her şeyi biliyor, her şeyi duyuyor;
bundan hiç şüpheniz olmasın.” [Kur’an, 49:13.]. Kur’an’ın önyargıdan
muaf oluşu, ırkî bilinçten ziyade kabilevî/etnik bilince sahip olan İslam
öncesi Arapların yaklaşımlarını yansıtır. Ama gene de bu noktada Pers
yayılmacılığına dönük bir tepki olarak İranlıların “hakaretamiz bir ifade ile
“kızıl insanlar” olarak anıldıklarına da şahit olunmuştur.
Başlangıcından
itibaren köleliğe dönük ikiyüzlü bir yaklaşım hüküm sürdü. Peygamber’in bile
köle sahibi olduğu ve köleliğin zenginleşmenin bir aracı olarak kullanılmasına
izin verdiği dönemde, bir yandan da (savaş süresince ya da haraç olarak
kullanılması haricinde) mevcut köleleştirme pratiklerini yasaklayan İslam içi
insanî bir eğilim de mevcuttu. (Bu yasaklar, savaşlarda ve haraç olarak edinme düzleminde
geçerlidir.) Bu sayede ekonomik üretkenliğin insanların daha fazla
metalaştırılmasına yol açan köle ithaline ihtiyaç duyduğu ve daha fazla köle
bulmak için yeni savaşların fitilini ateşleyen köleleştirmeyi meşrulaştırıcı
ırkçı bir ideolojinin tesis edildiği diyalektik bir döngü ortaya çıktı.
İslamî
hümanizm ise kölelik kurumlarında kendisini inkâr ederek yüzlerce yıl hükmünü sürdürdü.
Söz konusu dikotomiyi geçici de olsa aşma imkânını ise Zencîler bulacaktı.
Sonrasında bu hümanizmin mevcut genel emtia üretimi sisteminin bir tür
hayırseverliğe doğru yozlaşmasına mani olunamadı. Paul Mattick[4] hümanizmin
doğulu muadiline kıyasla daha kötü bir biçimde gözden düştüğü ve çarpıcı
sonuçlara ulaştığı Avrupa arenasına ilişkin geçerli kimi genellemelere
ulaşmaktadır:
“Burjuvazinin kendisini
güvenli bir ortam içinde tesis etmesiyle, hümanizm, sermaye oluşum sürecine
eşlik eden toplumsal sefaletin etkilerinin azaltılması adına bir tür
yardımseverliğe doğru yozlaşmıştır.”
İslamî
burjuvazinin hükümranlığı aksak, istikrarsız ve görece daha az emniyetliydi.
Avrupa feodalizmine karşı “batı” burjuvazisinin kazandığı kimi savaşların bir
biçimde onun “doğulu” muadili tarafından yaşanması gerekiyordu. Sonuçta İslam
aydınları arasında hümanist bir gelenek varlığını muhafaza etti. Bu, (burjuva)
tasavvufun İslam toplumlarında neden hâlâ güçlü bir akım olarak hüküm sürdüğünü
de açıklıyor.
Eldeki
kölelerin çoğunluğunun yerele ait unsurlar olduğu Roma İmparatorluğu ile bir
kıyaslama yapıldığında, kölelerin getirilmesi için uzun mesafelerin katedilmesi
gerekliliği, İslam içinde köle ticaretinin görece daha sofistike bir hâl arz
etmesine neden oldu. Lewis’in hatırlattığı üzere, fetih, ticaret ve hac
aracılığıyla İslam, ilk gerçek evrensel medeniyeti tesis etmişti. Burada
kullanılan “medeniyet” kelimesinde herhangi bir ahlâkî anlam yoktur ve tümüyle
öncekilere kıyasla daha fazla artı değer üreten belirli bir sistemi ifade
etmektedir. Bunun dışında, İslam’ın evrenselci iddialarının ondaki sınıflar ve
cinsiyetler arası eşitsizliği sistematik biçimde örten “muhayyel bir cemaat”
olarak ümmete dayandığını söylemek mümkündür. Muhayyel bir cemaatin hayatta
kalabilmek için dış düşmanlara ihtiyacı vardır ve tam da batılı muadili gibi
böl-yönet taktiğine başvurur. Ancak müteakip halifelerin emekçileri milliyet
esasına göre bölme politikalarına karşın köleler arasındaki uluslararası
dayanışma zamanla zirveye ulaşır.
“Eskilerin tabiriyle,
akıllı bir savaşçı sadece savaş kazanan değil, savaşı kolayca kazanma
noktasında öne çıkabilendir.”
[Sun Tzu, Savaş Sanatı]
İsyan
Her
ne kadar isyanın fitilini, Mezopotamya’nın bataklıklarında ve tuz madenlerinde,
özellikle Basra civarında çalışan Afrikalı köleler yakmışlarsa da bunlara zaman
içinde diğer köleler, serfler, köylüler, zanaatkârlar, bedevî Araplar, azatlar
ve tarihin karanlık, tekinsiz geçitlerinde gizlenen ve zarar ziyan peşinde
koşan ayaktakımına mensup çeteler de dâhil oldular.
Hoşnutsuz
isimlerden biri, Persli Ali Razi, söz konusu isyanın lideri hâline geldi.
Kendisine Zencîlerin dostu manasında “Zangiyar” denilen Razi, müritlerine
yeryüzünde cennet vaat ediyor ve halka açık yargılamalarda köle sahiplerini
şiddetli bir biçimde cezalandırıyordu. Gizli ilimlerle ilgili bilgisi ve
usturlaptaki uzmanlığı onun doğaüstü güçlere sahip olduğunun düşünülmesine
neden oldu. Bu hiç garipsenmemelidir, zira Spartaküs için de benzer güçlere
sahip olduğu iddia edilmiştir:
“Her şeye kanan Elen
tarihçi Plutarch’a göre, Spartaküs uyurken etrafını yılanlar sarıyormuş, kâhin
olan karısı o henüz daha köle iken sahip olduğu büyüklükten dem vuruyormuş.” [5]
Razi
de köleleri makul kimi argümanlar üzerinden ikna edip safına kattı.
Konuşmalarında kölelere sürekli, eğer onların güvenini boşa çıkartacak olursa,
kendisini tereddüt etmeden öldürmelerini söylüyordu Razi’nin verdiği sözün
Karbonariler gibi diğer gizli cemaatlerdeki benzeri yeminlerden görece daha
hakiki olduğu kesindir.
Esasında
isyanın elde ettiği başarının Razi’nin liderliğine dayanıyor olması hareketin
zayıflığının önemli bir nedeniydi. Bu noktada geçmişteki birçok mücadelenin
karizmatik bir lidere sırtını yaslamanın sıkıntısını çektiğini söylemeye gerek
bile yok. (Elbette bazı aptallar, Subcommandante Marcos, Che, Malcolm X,
Bakunin ve Lenin gibi isimlerin karizmasına kendilerini güvende hissetmek için
hâlâ ihtiyaç duyuyor olabilirler. Bu sorun zaman içinde hallolmuşsa da gene de
tümüyle aşılabilmiş değil.) Örneğin İlk Sicilya Köle Savaşı (MÖ 134-129) büyü
yapma becerisi olduğu iddiasıyla itibar kazanmış olan Suriyeli isyancı Kral
Eunus’un yükselişine tanıklık etmiştir. MS 866’da gerçekleşen ilk kapsamlı Zenc
isyanının lideri de Afrikalı Şerih Habeş’tir. Üç yıl sonra Zencîler lider
olarak Ali Razi’yi seçerler. İsyanın kişiliğinin damgasını taşımasından dolayı
onun üzerinde durmak gerekmektedir.
Kale-şehir
Muhtariye’den (Otonomya) iki halifeye ve bir dizi talihsiz generale saldırıp
onları yendiler, güçlerini ve prestijlerini artırdıkları dönemde camileri yerle
bir ettiler. Slavery and Human Progress [Kölelik ve İnsanî İlerleme]
isimli çalışmasında David Brion Davis, Zencîlerin kayıtlı tarihte ilk “ada”
toplumunu kurdukları sonucuna ulaşıyor: “Ada toplumundan kasıt, koruma
altındaki, kendine yeterli kaçak kölelerin teşkil ettiği toplumdur.” Oysa
Zencîlerin tartışmalı kabul edebileceğimiz bu alıntıda varsayılandan görece daha
hırslı oldukları aşikârdır. Zira batılı akademisyenler, bizim gibi paranoidlere
şüpheli gelecek biçimde söz konusu mücadeleleri çok küçük gösterip
marjinalleştirebilmektedirler. Davis de böylesi bir yanılgı içerisindedir.
Aslında Muhtariye, belki de ancak (kral iken köle olmuş) Aristonicus’un (MÖ 130
civarı) “şehre gelen tüm köleler azat edilecektir” diye beyanname çıkarttığı
Güneş Ülkesi Heliopolis ile kıyaslanabilir. Muhtariye, Heliopolis’in yeniden
bedenlenmiş hâlidir. Civar ülkelerdeki Türk, Slav, Persli ve Arap köleler bu
bayrağın altında toplanmış, devrimci terörün hüküm sürdüğü on beş yıllık
dönemin sonunda Afrikalı olmayan köleler ilk isyancıların sayısını hayli
geçmiştir.
“Ordunu sürekli
hareketli hâlde tut ve kimsenin akıl sır erdiremeyeceği planlar yap.”
[Sun Tzu, Savaş Sanatı]
İdeolojik
Savaş
Zenc
hareketinin tüm macerası boyunca “gizlilik ilkesi”ne dayalı yaklaşımını hiçbir
vakit yitirmemiş olduğunu bize gösterdikleri için Machiavelli ve Cesare
Borgia’ya müteşekkir olmamız gerek.
Sürecin
ta başında bile, elde yeterince silâh olmamasına karşın, hareket, örgütlenme
konusunda muazzam beceriler gösterdi. Çok soğukkanlıydı. Gizli bir plan
hazırlayan Ali Razi, dostlarını ayrıntılar konusunda bir şifre yoluyla
bilgilendiriyordu. Buna göre her bir köle (ekseriyetle erkek) efendisine aynı
gün aynı saatte suikast düzenleyecek ve evini, servetini ve toprağını elinden
alacaktı. Plan tıkır tıkır işledi ve böylelikle hareket, bugünkü Irak, Bahreyn
ve İran’ın önemli bir bölümünü ele geçirdi.
Yönetici
sınıfın kibri zamanla dezavantaja dönüşmüştü. Klasik antikite boyunca köleler
“konuşan maskeler” ya da “can bulmuş alet edevat” olarak görülmüşlerdi. Müslüman
elitteki aynı kibir, hızla bir dizi zafer elde etmiş Abbasî Hanedanlığı’na
sirayet etti. Hanedan üyelerinin aşağıda da ele alacağımız ırkçılıkları,
kölelerin küçümsenmesine bağlı olarak, onların kölelerce mağlup edilmesine
neden oldu.
Yönetici
Müslüman elitin ırkçılığı, imparatorluk köle emeğine giderek daha fazla bağımlı
hâle gelmesiyle derinleşir ve daha da kötü bir hâl aldı. Örneğin ünlü Müslüman
tarihçi Mesudî, Bergamalı Galen’e sırtını yaslayarak kaleme aldığı
çalışmasında, Sudanlıların on özelliğini şu şekilde sıralıyordu: “Kıvırcık
saçlar, ince kirpikler, geniş burun, kalın dudaklar, keskin dişler, berbat kokan
bir deri, koyu gözbebekleri, çatlak el ve ayaklar, uzun penis ve hayli neşeli
bir hâl.” Devamında da Galen’den şu alıntıyı yapıyor: “Beynindeki fesada bağlı
olarak içinde olduğu neşeli hâl o karanlık karakterine baskın çıkar.
Dolayısıyla zekâsı zayıftır.”[6]
Bir
başka yerde ise Mesudî, siyah derili olmalarının nedenini Eski Ahit’teki
Ham/Kenan hikâyesi üzerinden Tanrı’nın lânetine bağlıyor: “Nuh’un Gemisi’nde
karısı ile cinsel ilişkiye girdiği için dölündeki lânet üzerine geçmiştir.” (Bu
lâneti taşıyanın Ham mı yoksa Kenan mı olduğu ile ilgili tartışma için Ephraim
Isaacs’in çalışmasına bakılabilir.) Her ne kadar haham geleneğinden gelen
ideologlar, yazılarında mündemiç olan ırkçılıkta kendini gösteren bir ahlâkî
seçilmişlik fikrine inanmışlarsa da kendi ırkını başkalarından
biyolojik/kültürel açıdan üstün olduğuna dönük inanca, ayrımcılığa dayalı açık
bir ırkçılığa dönüştürmek İslam düşünürlerine kalmıştı. Her şeyin ötesinde eski
Yahudilik’ten farklı olarak İslam’ın elinde ayakta tutmak zorunda olduğu bir
imparatorluk vardı!
İbn-i
Kuteybe, “siyahların “sıcak bir ülkede yaşadıkları için çirkin ve şekilsiz”
olduklarını düşünmektedir. “Sıcak, onların rahimde yanmalarına ve saçlarının
kıvırcıklaşmasına neden olmaktadır.” İbn-i Haldun gibi bir dâhi bile siyahîlere
karşı önyargılı olma lekesini taşımaktadır üzerinde: “Bu nedenle Zencî
milletler kural olarak köleliğe boyun eğerler, çünkü onlar, esasta dilsiz
hayvanlara benzer özelliklere sahiptirler ve daha az insandırlar.”
“Sana zafer kazandıran
taktikleri asla tekrarlama, aksine onların sonsuz çeşitlilik arz eden koşullar
tarafından ayarlanmasına izin ver.”
[Sun Tzu, Savaş Sanatı]
Mutaassıp
hoşgörüsüzlüğe ait bu türden nutuklara karşı bazı siyahî yazarlar karşı
saldırıya geçtiler. Bir hicivci olan Basralı Cahiz (776-869), Zencîleri onları
hakir görenlere karşı savunan “Siyahîlerin Beyazlara Karşı Duyacağı İftihar”
isimli bir eser kaleme aldı. Ama bu türden entelektüel gayretler ne yazık ki
kapsam itibarıyla sınırlı kaldı. Örneğin hicivci, saray soytarısı ve şair bir
Arap olan Ebu Dulema (ölümü 776 civarı), Abbasî sarayındaki efendilerini
eğlendirmek için kendisiyle alay etmeye ve bu yönde komiklikler yapmaya zorlandı.
Lewis [Race and Color in Islam -İslam’da Irk ve Deri Rengi-, s. 17],
Cahiz’in Afrika kökenli olmasına karşın Afrikalılara dönük müdafaasında
“tümüyle ciddi” olmadığı iddiasındaydı. Cahiz, o zehirli diliyle Zenc
hareketine saldırırken, kesinlikle Arap’tan daha fazla Arap’tı: “Zenc hareketi,
insanlığın en az zekâlı ve en az izanlı oluşumudur, ayrıca eylemlerinin
sonuçlarını anlama becerisinden de mahrumdur.” Zencîler, belki de en fazla
kendileriyle ilgili yanlış düşüncelerle mücadele ettiler.
Taktik
ve Strateji
Gulamrıza
İnsafpur’un İran’da Kırsal Ekonomik Hayat ve Toplumsal Sınıflar Tarihi isimli
eserinde ifade ettiği kadarıyla, Zenc hareketi, 15 yılı bulan mücadele boyunca
imparatorluk güçleriyle 156 kez savaştı. İlk altı yılda kazanılan savaşların
çoğu, cesaret ve baskına dayalı gerilla taktiklerinin bir karışımı aracılığıyla
kazanıldı.
Örneğin
yedinci çarpışmada iki köye eşzamanlı saldırarak halifenin generallerini büyük
bir kurnazlıkla yendiler. Gerektiğinde acımasız (halife yanlısı binlerce kişiyi
idam ederler) gerektiğinde de yüce gönüllü oldular (imparatorluk karşıtı
propaganda savaşının bir parçası olarak askerleri serbest bıraktılar).
“Kurnaz ol! Kurnaz ol!
Ve casuslarını her türlü iş için kullan.”
[Sun Tzu, Savaş Sanatı]
Zenc
hareketi kadar tavizsiz olan bir hareket bile sınıf düşmanları ile ara sıra
temas kurmaktan kaçınamadı. Eldeki stoklar tükendiği vakit kendilerine kumanya
satan tüccarlar ve kendi saflarına kazandıkları askerler, ilk fırsatta
üstlerindeki kuzu postunu çıkarttılar, zamanla birer hain olduklarını kanıtladılar
ve sahte birer isyancı olarak mücadeleye zarar verdiler.
Bu
konuda en fazla öne çıkan örnek, (Müslüman) bir milliyetçi iken (Müslüman) Arap
ordusuna karşı savaşan ve “yığınla İranlıyı “özgürleştiren” Yakup isimli isyancıdır.
Ancak Zenc hareketinin eşitlikçi ilkelerinden zamanla nefret etti ve ilk
çatırdamada Halife’nin yanına kaçarak harekete asla telâfi edilemeyecek büyük
bir darbe indirdi.
Paris
Komünü’nün tarihsel derslerinin Ortadoğu proletaryası için de geçerli olması
tabiî ki şaşırtıcı değildir. Bilindiği üzere Komün’de patronlar, aralarındaki
hizip kavgalarını askıya almış ve proletaryaya karşı birleşmişlerdir.
“Şerefsiz” Yakup, bu özel dersi bizlere yüzlerce yıl önce vermiştir aslında!
Tüm
bu yaşananlar, Zenc hareketini yaygın bir istihbarat ağı kurmaya itti.
Yereldeki casuslar, düşmanın planlarını öğrenmekle görevlendirildiler. Ali
Razi, efendilerinin niyetlerini sormak için halife yanlılarının hâkim olduğu
bölgelerdeki kölelerin kaçırılması emrini verdi ve bu kölelerin birçoğunu kendi
safına kazanarak, onlara hiçbir zarar vermeksizin serbest bıraktı. Ayrıca bu
ulaklar aracılığıyla Zenc hareketi, dinlemesi muhtemel herkese eşitlikçi
öğretilerini vazetme imkânı buldu.
Hareket
içindeki birbirinden farklı katmanlar, özel mülkiyete karşı kapsamlı bir
saldırı gerçekleştirmek için birbirlerini tamamlayacak şekilde hareket ettiler.
Afrikalılar ve bedevîler, kölelik dönemi öncesinden hatırladıkları kabilelere
benzer hiyerarşik olmayan komünler kurma gayretiyle komünist eğilime katkı sundular,
Persliler ise bu noktada her şeyin ortak mülkiyette olması gerektiğini vazeden
Mazdekî ideolojinin etkisi altındaydılar.
Zenc
isyanı, kadınların da mücadeleye aktif bir biçimde katıldıkları nadir
isyanlardan biridir. Burada not etmek gerekir ki kadınlar ve çocuklar da halife
topraklarında özel bir rağbet görmekte, dolayısıyla köle ticaretinde ağırlıklı
bir yer tutmaktaydı.
“Sıradan sözler ve
hazırlıkların artırılması düşmanın ilerlemekte olduğunun işaretleridir. Sert
bir dil ve ileri atılmak ise düşmanın geri çekildiğinin işaretleridir.”
[Sun Tzu, Savaş Sanatı]
İmparatorluk
İntikam Alıyor!
“Feodal”
bir yapı olarak teşkil edilmiş İslam İmparatorluğu, üç yüz yılı aşkın bir
sürenin ardından madenlerde, atölyelerde, bataklıklarda, tarımda ve ev
işlerinde çalışan milyonlarca köleye sahip bir güç hâline gelmişti. Bu,
“feodalizm”e paralel, onun yanı başında ve ona tabi olarak yaşayan bir köleci
üretim tarzının oluşmasını koşullamıştı. Köle sahipliği konusunda bir artığın
oluştuğu, bazı kölelerin saray eğlencelerinde kullanılmalarından bellidir.
Harem ağaları, bakireler ve hatta travestiler, Müslüman elitin zevk dünyalarına
peşkeş çekiliyorlardı. “Temsil” olarak bilinen köle pazarlarında köle fiyatları
askerî bir zafer ardından hızla düşüyordu. Yirminci yüzyılın tüketimciliğini
önceden haber verecek biçimde zeki bir tüccar, düşük seyreden satışları
canlandırmak için 40 Türk köle alana bir tane bedava vermeyi düşünebiliyordu!
Onuncu
yüzyılda hazırlanan köle tüccarlarının kullandığı ilk el kitabı, esas olarak
kölelerin fizyolojisi ve fizyonomisine odaklanıyor, bu türden el kitapları
ileride karşımıza çıkacak kafatası biliminin öncüsü olarak kabul edilebilirler.
Sonraki çalışmalar, ayrıca etnolojik özellikleri de analiz ediyorlar. Tüm bir
çalışmasını bu konuya teksif etmiş olan İbn-i Büttan, köleler için ayrıntılı
bir teknik işbölümü öneriyor.
Bütün
bu bilgiler, yönetici sınıf hareketi askerî açıdan parçalayıp kitle içine kuşku
tohumları serpiştirmek için kullanıldı. Zamanla Zenc hareketinin kontrolündeki
şehirler halife güçlerinin eline geçtiler. Hareketin başkenti olan Muhtariye
iki yıl kuşatma altında kaldı. Sonunda bir baskın ve saldırı ile Razi ve en yakın
dostları son bir savaş için harekete geçtiler. Her şeyin bittiğini biliyorlardı.
Sona geldiğinde Razi’nin kesilen başı, direnişin beyhude olduğu konusunda geri
kalan özgür köleleri ikna etmek için tüm bölge genelinde teşhir edildi. Ancak
binlercesi, buna inanmadı ve asla somutlanmayacak bir mucizenin gerçekleşmesi
umuduyla, kuşatma altındaki birkaç küçük bölgede savaşmaya devam etti.
Sonuçlar
“Dolayısıyla bu
konudaki darb-ı mesel şudur: ‘Eğer düşmanını ve kendini biliyorsan, yapılacak
yüzlerce savaşın sonuçlarından korkmana gerek yoktur. Eğer düşmanını biliyor
ama kendini bilmiyorsan, kazandığın her zaferde bir mağlubiyet yaşarsın. Eğer
ne kendini ne de düşmanı biliyorsan, her savaşta yenilirsin.’[…]”
[Sun Tzu, Savaş Sanatı]
Bir
seferinde gerici bir burjuva, Roma İmparatorluğu’ndaki köle isyanlarının
yenilmesini şu şekilde izah etmişti: “[…] ayaklanmalar başarısızdı, çünkü
tarihin en devrimci krizinde bile köleler her zaman yönetici sınıfların
araçlarından başka bir şey değildiler.”[7] Lenin, elbette Zenc isyanından
habersizdi. Beş aşamalı tarih tezi üzerinden Stalin, tuhaf biçimde şu sonuca
ulaşıyordu: “[…] Çöküş aşamasındaki Roma Cumhuriyeti’nde yaşanmış büyük köle
ayaklanmaları köle sahibi sınıfı ve köleci toplumu yok etmiştir.” [8] Aynı
hükmü Zenc isyanı ile ilgili olarak verdiği takdirde hatalı, ama gene de görece
daha güvenli bir zeminde olacaktır. Hem Lenin hem de Stalin, antik dünyadaki
sınıf mücadeleleri analizi konusunda eksiktir. Ortadoğulu akademisyenler de
bugüne dek söz konusu eksikliğe yaslanan sözleri yankılamaktan başka bir şey
yapmamışlardır.
Zenc
hareketi savaşlar kazandığında ve yeni üyeler edindiğinde dahi fark edilemeyen,
doğasına özgü kimi zaaflara sahipti. Cephede ilerleme durduğunda kusurlar açığa
çıktı ve aşılması imkânsız kimi engellerle yüzleşildi.
Hanibal,
Cannae’de o ünlü zaferi kazanması ardından süvari komutanı Maharbal onu Roma’ya
ilerlemeye zorladı. Hannibal bu öneriyi reddedince Maharbal sert bir cevap verdi
kendisine: “Hanibal, tanrılar sana nasıl zaferler kazanacağını öğretmiş, ama bu
zaferleri nasıl kullanacağını öğretmemiş.” Aynı eleştiri Zenc için de
geçerlidir. Hilafet güçlerine karşı verilen mücadeleyi duraksatmak, Zencîleri
avantaj kazanma imkânından alıkoymuştu. Ellerinde bir ana plan yoktu. Zaman
içerisinde hazinelerinde servet birikmesiyle hareketin önderleri, eski efendilerini
taklit etmeye başlamışlardı. Katı hiyerarşik yapı ve askerlere yönelik seçkinci
tavır hayal kırıklığına yol açmıştı. Hareketin ordusundaki kimi üst düzey
generaller, nefret ettikleri toprak ağalarından farksız bir hâl almışlardı. Tüm
bu sürecin yarattığı yabancılaşmanın net biçimde farkında olan Ali Razi ise
yaşananlar karşısında eli kolu bağlı kalmıştı.
Aynı
sorun, 17. yüzyılda Karayip Adaları’ndaki topluluklarda da tekerrür etti.
“Örneğin Palmares
yerleşiminin uzun süre ayakta kalması, esasen Kral Ganga Zumba’nın monarşik
düzeninin gerçek manada bir hanedanlık formuna sahip olduğunu ifade eder. […]
Bu bağlamda yaşanan en tuhaf gelişme ise Brezilya’daki Yerli direniş
liderlerinin ortaya çıkmasıdır. […] Bu liderler, Portekiz Katolikliğinin etkisiyle
kendilerini papa gibi takdim etmişlerdir.”[9]
Köleler
arasındaki çeşitlilik, zamanla bölünmenin ana nedeni hâline geldi. Razi ve
generallerinin arasında taktikler konusunda tartışmalar yaşanmaya başlandı.
Bugün
kimilerine göre Zenc hareketi yenilmiş olmasına karşın muzafferdir, zira o,
yönetici sınıfı feodalizmin yedeğindeki bir üretim tarzı olarak kölecilikten
vazgeçirmeyi başarmıştı. Kölelerin iş yükü hafifletilmiş ve köleler zamanla
köylülere ve serflere dönüştürülmüş, bir kısmı da “azat” edilip ücretli köle
hâline getirilmişti. Buna göre Zenc hareketi, toplumsal devrim olmayan bir
toplumsal devrim başlatmıştı. Ama belki de kendisinden önceki ve sonraki birçok
proleter harekette görüldüğü üzere, en büyük hatası, “antik çağa ait şu temel
önermedeki hikmeti göz ardı etmesiydi:
“O hâlde savaşta en
büyük hedefin uzun seferler düzenlemek değil, zafer kazanmak olmalıdır.”
[Sun Tzu, Savaş Sanatı]
Mike Harman
4 Temmuz 2007
Kaynak
Dipnotlar:
[1] David Brion Davis, Slavery and Human Progres, s. 5.
[2]
P. F. de Moraes Farias, Slave & Slavery in Muslim Africa, Yayına
Hz.: J. R. Willis, I. Cilt, s. 27.
[3]
B. Lewis, Race and Slavery in the Middle East, s. 21.
[4]
Paul Mattick, Anti-Bolshevik Communism, s. 158.
[5]
F. A. Ridley, Spartacus, s. 37.
[6]
Bkz.: Ekber Muhammed, Slaves and Slavery in Muslim Africa, I. Cilt, s.
68.
[7]
W. Z. Rubinsohn, “Spartacus’ Uprising and Soviet Historical Writing”nden
aktaran Lenin.
[8]
J. V. Stalin, 13. Cilt, s. 239, “Birinci Tüm Kolhoz Köylüleri Sovyet Kongresi”.
[9]
K R Bradley, Slavery and Rebellion in the Roman World, s. 10-11.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder