Aslolan,
mülkiyet ve rekabettir. İlki için devlet; ikincisi içinse demokrasi “icat”
edilmiştir. Dolayısıyla, her yanda ve her ânda “devlete karşı demokrasi” diye
bağırıp duranlara, “siz kimi kandırıyorsunuz?” diye tokat savurmak gerekir.
Zira rekabet, mülkiyetsiz olmaz.
Solculuğun
ve kısmen sosyalistliğin düzen içi manevralara, geçici, kısmî başarılara
kilitli olan bir tarafı vardır, ama komünist olmak, tam da düzenin aynasındaki
görüntüsüne âşık olmamaktır. Bu ise ancak aşkın bir hakikate “pervane” olmakla
mümkündür. Yanacağını bile bile…
* * *
Bir
sempozyumda, “İslam öncesi cahiliye döneminin daha demokratik olduğu” iddiasında bulunan Erdoğan Aydın’ın yapamadığı ve yanamadığı budur. Onda, onu kendisine
âşık kılan aynalar kırılmasın diye, İslam düşmanlığı ifrata varmakta, sonuçta
paganizm savunusu, aynanın sırrı hâline gelmektedir. Koruma altına alınan ayna,
mülkiyet ve rekabet ilişkilerinin çarpıttığı hakikattir.
Erdoğan
Aydın gibiler, o hakikate sırf mülkiyet ve rekabet sayesinde yaldızlanmış
özneliğine halel gelecek diye düşman olmak zorundadırlar. Bu, 12 Eylül’ün,
Özal’ın, 1989-92 çözülüş döneminin ve Ölüm Oruçları sürecinin teslim aldığı
herkes için geçerli bir ruh ve kişilik hâlidir.
* * *
Hitler’in
ideolojik kurgusunun önemli ölçüde paganist olduğu söylenir. Swastika, yani gamalı
haç, Hindistan yarımadasından apartılmış, pagan bir semboldür. Roma’ya yapılan
tarihaşırı atıf da bu paganizmin bir yansımasıdır.
“Paganizm”,
köylüyle, tarlayla, bitki dikmekle, saplamakla bağlantılı bir sözcüktür. Aynı
kökten türeyen “Pakt” da barış ve sözleşme anlamında, belli bir yerin ve o
yerin insanlarının tanınmasını ifade eder. Demek ki Hitler’in mücadelesi, her
yeri köyleştirip, herkesi tek führere bağlı ve mecbur kılma amacını güder.
Demokrasi,
devletin tekilliklere yedirilmesi işlemidir.
Erdoğan
Aydın’daki putçuluk, köylü mülkiyetindeki mantığın şehirli orta sınıfa
yedirilmesinden başka bir şey değildir. Bu savunu, putların demokrasisidir.
Cahiliye dönemindeki üç büyük put, Lât, Manat ve Uzza demokrasi adına
savunulmalıdır. Lât otorite, Uzza güç, Manat da paradır.
* * *
On
yılımız, AKP iktidarı ile geçti. Neredeyse bir kuşak, bu gerçekte yetişti.
Solun bu iktidara karşı mücadelesi ise Erdoğan-Apo eleştirileri üzerinden,
Müslüman ve Kürd düşmanı olan tarafa kaçmasıyla tanımlı. Yani sol, Müslüman’a karşı
eski laikliğini, Kürd’e karşı Türklüğünü daha fazla hatırladı, kendisini burada
kurdu. Devlete daha fazla bağlandı.
Tersi
de var: bir kesim de Müslüman ve Kürd’ü başarıcılık üzerinden istismar edip,
yol almaya çalıştı. Bu başarıcılık, Müslüman ve Kürd’den hiçbir şey
öğrenmemenin kılıfıydı. Müslüman ve Kürd içinden belirli kesimlerse, rekabet
için solun mülkiyetini istismar etmeyi kurtuluş addettiler.
* * *
İştirakî’nin
mütevazı ve naçiz mevcudiyeti, tam da burada tanımlı aslında. O, söz konusu
yönelimleri sol içerisinden dışarı çıkarak görmenin ve bu meyle dönük
“devrimci” bir müdahalenin adı.
İştirakî, devletten
ya da demokrasiden değil, devrimden yanalığın cılız aklı, eksik ruhu.
* * *
Bugün
söz konusu laiklik, solu daha fazla modernist ve aydınlanmacı kıldı. Mevcut
Türklük, onu daha fazla devlet kanalına soktu. Bu gelişmeler, esas olarak birey
kılıfı altında gizlendiler. Görünmez, bilinmez oldular. Yani, bireyliğini
koruyup, anlamlı iş yaptığını zannedenler, örtük ve dolaylı olarak,
burjuvazinin ve devletin müdafaasına nefer kılındılar.
Sol,
“kahramanlık fazla metafizik, fazla dinsel” diyerek geçmişine, geçmişindeki
devrimci kahramanlara küfreder hâle geldi. Oysa “kahraman”, Farsça kökenli ve
“ferman yazan” demek oluyordu. Osmanlı’nın baldırıçıplak asilerinin dilinde
devrimci bir şiara dönüşen “ferman devletinse dağlar bizimdir” cümlesini
varlığı ile somutlayanların indirdiği bir vahiydi bu.
Ama
AKP gerçeğinde solun maddî planda böylesi bir metafiziğe, vahye ve kelâma karşı
daha fazla alerjisi vardı. Sol, putların demokrasisini o putları yıkanın
fermanına tercih ediyordu. Başkaldırmadan “varın benim farkıma” diyordu özetle.
İçinden Ahmet Kaya’dan tiksinip, dışından, onu ucuz teorisi ve pratiği için
sömürüyordu.
* * *
“Kapitalizme
karşı komünizm, devlete karşı halk…” Böylesi bir karşıtlık belirleniyor. Ama
burada kendi komünizm ve halk tasavvuru için, kapitalizmin üç beş burjuvanın,
devletin üç beş bürokratın bireysel tercihi ve ideolojisi olduğu varsayılıyor.
Buna göre, önce o üç beş burjuvaya ve bürokrata karşı milyonların
örgütlenebileceği zannediliyor. Devlet, üç beş kişilik geri bir örgütlenme
sonuçta. Böylelikle milyonların o devlete karşı birleştirilebileceği
düşünülüyor. Ama bu hesaplar, süreç içinde kapitalizmin ve/veya devletin
yerleşikliğine tosladığında, onunla uzlaşma arayışları uç veriyor. Sanki ilk
bahsedilen karşıtlık, tam da milyonları uzlaşmaya, önceden iknaya hazırlamak
için tespit ediliyor. Yani ölümle korkutup vereme razı etmek, bu oluyor.
* * *
Negri,
İtalya’da grevdeki işçilere yaptığı “akademik” konuşmada, “rüyalarınızı bile
sömürüyorlar” diye bağırıyor ve hayatın tüm hücrelerini ayağa kaldırabileceği
hayaliyle konuşmasını sürdürüyor.
Bir
devrimci, “ötesini düşünmek, bizi dine yaklaştırıyor” diyerek endişesini dile
getiriyor, geriye dönmenin solu gericileştireceğini söylüyor ve son olarak da
reçeteyi veriyor: “Devrimci özne, ânda kurulur.” “Ân” dediğinde bireye, üstelik
beden denilen bir varlığa işaret ettiğini ve o bireye geçmişe-geleceğe uzanan
kollarını budamayı öğütlediğini, ân denilen sonsuzlukta bir tür liberalizme kul
olacağını ve dolayısıyla insanları burjuvazinin serbestiyet yalanlarına
örgütleyeceğini biliyor. Özünde döne dolaşa, ağızda gevelene gevelene, devrimci
öznenin ancak belirli bir aydınlanma ve modernizmle var olabileceği söyleniyor.
Oysa aydınlık mücadelesinin bir bakıma gaz yağı satıcılarının mücadelesi olduğu
görülmüyor. Fitili böylesi bir yerden tutuşturulmuş bir mücadelenin gözünü
karartmışlara verebileceği bir şeyin olmadığı anlaşılmıyor. Tersten, kimsenin
gözünü karartması da istenmiyor.
* * *
Negri,
“Devrimci siyaset,
kimlikten başlamak zorundadır, ama orada sona eremez. Mesele, kimlik politikası
ile devrimci politika arasında bir ayrım yapmak değil, tersine, kimlik siyaseti
içinde birbirine koşut olarak yer alan ve belki de paradoksal olarak kimliğin
ortadan kaldırılmasını amaçlayan devrimci düşünce ve pratik akışlarını
izlemektir. Başka bir deyişle, devrimci düşünce, kimlik siyasetinden kaçmamalı,
onun içinden çalışmalı, ondan öğrenmelidir.”
buyuruyor.
Birileri de bu yaklaşımın Apo tarafından benimsenip uygulandığı iddiası ile,
son süreçte akademik aynasındaki görüntüsünü satabileceğini düşünüyor.
* * *
Sol,
aslında kimlik siyasetini örgütleyeyim derken, kendisini ona örgütlüyor.
Kimliklerden bir kimliğe dönüşüyor. Kürd’ün ve Müslüman’ın varlığına karşı
esasta bu sol kimlik, müdafaa ediliyor. Bu iki dinamiğin içine girenler de
cepheden bunlara karşı çıkanlar da onlarla ancak kimlik düzeyinde ilişki
kurabiliyorlar.
Kürd
ve Müslüman, kimliklerden bir kimlik olmayı “tercih” edenleri bir süreliğine
solun yanına gönderiyor. Ağzı laf yapsın, şiirden, sinemadan anlasın, ufku
genişlesin diye kadro yetiştiriyor. Sol, metalar dünyasına bu kesimlerden adam
devşirme okulu olarak iş görüyor. Kimliklerinden sıkılanların, o kimliklerin
gördüğü zulüm, maruz kaldığı sömürüden kaçanların sığınağı olmak, solu da ara
bir kimlik formuna dönüştürüyor.
Apo
dolayımıyla Negri’ye atıfta bulunan yazarlar, “PKK’nin projesinin, devletin
ötesinde siyaset, partinin ötesinde siyasal örgütlenme ve sınıfın ötesinde
siyasal öznellik’ öngörme anlamında bir ‘radikal demokrasi’ projesi olduğunu
ileri sür”düğünü söylüyorlar. Sınıfın, devrimin ve iktidarın teorik ve pratik
gerilimleri berhava edilsin diye demokrasi, köklere indiriliyor. “Devletin
ötesinde siyaset” iktidarı, “partinin ötesinde siyasal örgütlenme” devrimi,
“sınıfın ötesinde siyasal öznellik” ise işçi sınıfını lügatten siliyor.
Prangalar kırılıyor, burjuvazinin masmavi özgürlük denizine çivileme atlanıyor.
* * *
Demir
Küçükaydın, son müzakereleri radikal demokrasi ve Ortadoğu bağlamında analiz
ediyor. PKK’nin ABD ve İsrail çizgisine geldiği için seviniyor. Müzakereleri
“devrim” olarak niteliyor. Burjuvazinin hiç “yurtsever” ya da “aydınlanmacı”
olmadığını ileri süren TKP gibi, burjuvazinin hiç “demokrat” olmadığını
söylüyor, kraldan fazla kralcılık yapıyor. Böylelikle, tıpkı TKP gibi,
demokratlığın en fazla kendisi gibi sosyalistlere yakışacağını söyleme imkânı
buluyor. Nihayet Yalçın Küçük çizgisine geldiğini ikrar ediyor ve “Kerkük’ü
almazsak Diyarbekir elden gider” diyor.
Küçükaydın,
demokratlık ve teorik yetkinlik konusunda Apo’yu kendisinin, Tayyip’i de onun
altına alıyor. Hiyerarşisini bu şekilde kuruyor. Cümlemizi, “Ortadoğu’nun büyük
devleti Türkiye” vizyonu için “demokrat” olmaya çağırıyor. Gerici, feodal ama
ne idüğü belirsiz devlete karşı burjuvazisiz, ama onun adına ulaştığı demokrasi
zaferinde, hepimize “burjuvazinin oyuncağı olun, yoksa yok olup gidersiniz”
diyor. Korku salıyor. Kerkük’ten gelecek petrol paraları için Tayyip’in Apo ile
barışmasının zorunlu olduğunu söylüyor. Ağza bir parmak bal çalıyor. Hatta
Tayyip’in PKK’yi Ortadoğu’da “taşeron” olarak kullanabileceğini iddia ediyor,
bunu şimdiden öngördüğü için gururlanıyor. “Boşuna mücadele etmeyin, sonunuz
bu” diyor, öğüt veriyor. Özetle, aynadaki imajına âşık olanlar, hakikati her
fırsatta çarpıtıyorlar.
* * *
Hâsılı,
Küçük, Aydın ve Küçükaydın, şefaati putların demokrasisinde buluyor. Demokrasi,
putsuz olmuyor. Dönüp dolaşıp mülkiyet ilişkilerine bağlanıyor. Putların her
yana ve her âna vakıf olmasını sağlıyor.
Demokrasinin
güncel karşılığı, her yerde asılı olan güvenlik kameraları oluyor. Kitlenin devrimci
damarının kesilmesini ve teslimiyeti, putlar önünde diz çökmeye hazır olanların
baş kılınmasını ifade ediyor. Bu üç aydın da puthaneyi dümdüz eden ümmi bir
yetimin öfkesini hiç mi hiç bilmiyor, anlamıyor. O öfkeyi, kendi bilmeleri,
anlamaları ile yok etmek istiyor.
Eren Balkır
20
Mart 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder