Düzen,
derimizin altına sinsi bir ölüm korkusu yerleştiriyor, sonra da ölümü
savuşturma kılıfı altında bizleri tüketim kölelerine çeviriyor. Sinema, müzik
ve edebiyat tüketimi de bu köleleşmenin süslü perdeleri oluyor. İnternetten
onca film indiriliyor ve kişiye onca filmi izleyebilecek vaktinin olabileceği
ihtimali bir biçimde sezdiriliyor. Her “download”da ölüm öteleniyor.
Biriktirmek,
ölüm korkusunu derinlere atıyor, hücrelerimiz, “daha” fazlası için birer ölüm
reaktörüne dönüşüyor, ölüyor, öldürüyoruz hayatı.
Redhack,
sanal hayat âlemine kızıl bir mızrak gibi düşüyor. Daha fazla yaşamak için
biriktirme ve tüketim kurallarına oynayan sol örgütlerse onu mülk edinmek için
türlü taklalar atıyorlar. Benliğini bugünde öldürerek kavganın ezeli-ebedi, uçsuz
bucaksız deryasına karışan kızıl haklayıcılar, kimi dükkân sahiplerinin
reyonlarına konulmak isteniyorlar. Kimse, hayata mülkiyet karşıtı bir “aidiyet”
üzerinden bakmıyor.
Redhack’in
muhtemelen TKP finansmanı ve fikriyatı ile çekilen filminde nedense bu ülke
toprağında sömürülenleri ve mazlumları haklamayı dert edinmiş Mustafa Kemal’in
“anti-emperyalist bir savaş verdiği” tespiti ile söze başlanıyor ve film, “daha
eşitlikçi, özgürlük ve aydınlık yarınlara özlem” ile bitiyor.[1]
Daha’nın
eşitlik, özgürlük ve aydınlığın başına getirilmesi elbette bugün eşit, aydınlık
ve özgür bir mevcudiyette yaşadığımızı ima ediyor. Peki ama öyle mi?
Yoksa
bu üç slogan, bugünün mevut iktidar ilişkilerinin ve iç savaş koşullarındaki
belirli denge momentlerinin daha’sını talep etmek için mi dillendiriliyor? Bu
devletin temellerinde kanı olan Sosyalist’in, Kürd’ün ve Müslüman’ın yeni
kurulum ve konfigürasyonda yer ve pay sahibi olma talebi, bu üç slogan
üzerinden dillendiriliyor. Dolayısıyla, egemenlerin daha’sına kapatılıyor.
Sözkonusu kan sulandırılıyor ve yıkıcılığından arındırılıp tam da filmde
Eczacıbaşı’nın dediği gibi, sistem için “yapıcı” bir niteliğe bürünüyor. Üç
yıkıcı dinamik, daha’yı talep etmekle, tam da bu yüzden, yapıcı-kurucu
yönlerini egemenlerin hizmetine veriyor.
Düzenin
derimizin altına yerleştirdiği ölüm korkusuna oynamak, komünistlerin işi
olmamalı. Militanlarını, bildirilerini ve eylemlerini bu ölüm korkusunu derine
itmek için seferber etmemeli. Ettiği ânda onun dilindeki “daha”, egemenlerin
tekelindeki “vaha”ya bağlanıverir. Her türlü komünizm ve devrim imkânı, vahadan
ari ve oradaki hayattan muaf barbar bedevîlerin kılıcındadır.
Eşitlik,
özgürlük ve aydınlık, fikriyat olarak Fransız Devrimi’nin ürünü. Fransız
Devrimi ise mazlumların ve sömürülenlerin öfkesinin ve “başka hayat” iradesinin
bastırılması. Dolayısıyla, sonuçta ortaya çıkan bu üç kavramın geriye doğru
eleştiriye tabi tutulması gerek. Varsın, bu somut-eylemsel eleştiriyi birileri
“gerici” addetsin. Onlar, geride bıraktıkları akıl hocalarının efendilerine
hizmet etmeyi komünistlik zannetsin. Ama bu kesim, “Marksizm olmadan sosyalizm
olmaz” da demesin. Zira Marksizm, Fransız Devrimi’nin eleştirisi üzerinde var
olan teorik ve pratik faaliyetin ortak adı. Söz konusu eleştiri olmaksızın
Marksizmin de anlamı yok.
Marx,
1789’un mezarlıklarında kalan sessiz öfkenin dili olmaya yöneldiği için Marx.
O, burjuvaları ölçüt alıp onlara kıyasla onların elindekinin daha fazlasını
talep eden biri değil. O, sınıf düşmanına dönük bilinciyle, ele aldığı tüm
teorik alanlarda elde kılıç ilerlemesini biliyor. Sırf daha fazlasını, yani
tüketime açık belirli konuları daha iyi ambalajladığı için Marx’ı önemseyenler,
kendi ölüm korkularını kendilerine saklasınlar. Yok olma, ölme korkusuyla yanıp
tutuşan, sürekli bugünü geleceğe öteleyenlerin Marksizm etiketiyle yürüttükleri
pratik, geri dönüp en fazla egemenleri besliyor. Daha fazlasını talep etmek,
tüketime içrek ve komünizmi bu talebin giderilmesi olarak satmak, döne dolaşa
onu tüketim öznelerine mahkûm ediyor. Üretimin özneleştirdikleri komünizmin
kapısından içeri sokulmuyor, bu ideoloji ve pratik, tüketimin rengârenk, ebrulî
ama tekdüze özneliklerinin cennet bahçesi olarak tasavvur ediliyor.
Herkes,
kolektif olandan el çekiyor, bireyi tüketim imkânları üzerinden ikna etmeye
çalışıyor. Birey, kişisel bilgisayarı ve klavyesi başında kendisini âlemin
kralı ya da tanrısı zannediyor. Ateizm, bireyin teolojisi olarak yeniden
“update” ediliyor. Ateistlerin kafalarında karikatürleştirdikleri tanrı, zaten
yok. O, burjuva bireylerin basitliklerini ifşa ediyor, o kadar. Tanrı olduğuna
ikna edilmiş bireyler, çalışma pratiğindeki köleliklerini örtbas etme ve
öteleme imkânına kavuşuyorlar. Redhack gibi pratikler de internet âleminde
tüketim nesnesi ile tüketim öznesi arasında salınıma terk ediliyor. Onu
kolektif devrimci pratiğe nefer kılacak bir niyete ve teşebbüse rastlanmıyor.
Ama
sözkonusu bireyselleşme, gayya kuyusu. Sol örgütler internete taşınıyorlar.
Sanal paylaşımlar üzerinden kendisini örgüt zanneden gruplaşmalar türüyor.
E-ticaret ve e-devlet gibi e-örgütler her yeri kaplıyor. Örgütler, daha fazlası
için bireyin önünde diz çöküyor ve kendisini bireyin isteklerine göre
biçimlendiriyor. Üç beş kişinin hikmet sahibi olduğunu zannetmesi ile işlerin
yolunda gittiği hissi veriliyor, ama kolektif olan lime lime ediliyor ve
dolayısıyla, kitleleri arkadan itecek, öne geçip toparlayacak her türlü politik
müdahale de bir biçimde imkânsızlaşıyor, zira birey, böylesi bir müdahaleye
asla izin vermiyor. İnternet pazarında daha güçlü, daha mutlu, daha zengin ve
daha “hayat”lı görünmek için çırpınmayı iş zannedenlerin ideolojik halesi,
politikayı ele geçiriyor.
Bir
sol Facebook sayfası, takipçilerini “gönüllü gazeteci ve muhabirler”e
dönüştürmekle övünüyor. Ümit Ünal’ın filmine atfen, her takipçisini nar tanesi
kılan bu pratik, herkese “hayatla bir muhabir mesafesinde ilişki kurun” demiş
oluyor. Haber pratiğinin yaşaması için her şeyin, her ânın o ân içinde
tüketilmesi ve sonuca bağlanması gerek. Daha fazlası ve kesik ânların sürekliliği
için her şey ve herkes, haber ve gazetecilik konusuna dönüşüyor. Sonuçta
örneğin Sinop’ta Sırrı Süreyya Önder’e yönelik olarak gerçekleştirilen linç
eylemini izleyen bir sayfa takipçisi, şu malumatı veriyor: “Arkadaşlarla bir
köşede durup bina önünde olup bitenleri izliyoruz.”
Bu
takipçiliğin eylemli bir müdahilliğin temellerini dinamitlediğini görmek
gerekiyor. Elindeki son model cep telefonu ile intihar eden bir kişiyi kaydeden
zombiler gibi, her gelişme izlence konusuna dönüşüyor. Tüm hayat, alınıp
satılabilir birimlere bölünüyor ve bireysel e-market raflarına yerleştiriliyor.
Etiyle hissedilen, gözüyle, canıyla dokunulan bildirilerin yerini “duvar”
paylaşımları, kuş cikciklemeleri alıyor. Tüm hayatı sarsacak doğru halkanın
yakalanması gibi bir niyet, doğalında siliniyor. Görsellik, sahte bir tanrısal
sema, kat hissi yaratıyor. Bir eylemde olmakla bir ünlüye rastlamak,
görselliğin sahte cennetinde bir ânda eşitleniyor. Eşitlenme ise bireyin
kendisini özgür hissetmesi için gerekli ön bir yanılsama.
Komünist
pratik, bu sanal pazarda olmayacak bir duaya dönüşüyor. Fark edilebilirlik
derdiyle sürekli aksi, ters, zıt ve uçuk olan pazara çıkartılıyor. Tutarlılık,
bütünlülük ve süreklilik gibi dertler gerici addediliyorlar. Komünist pratik,
komünizmin meçhul geleceğine fırlatılıp atılıyor ve böylelikle bugün düzen
güçlerine daha fazla açılıyor. “Nasılsa kapitalizm koşullarında yaşıyoruz”
deniliyor, ya en sığ siyasete kapaklanılıyor ya da doğrudan siyasete küsülüyor.
Daha
fazlası isteniyor ve dolayısıyla, “her ân ölecekmiş gibi yaşama”nın
devrimciliği geri plana itiliyor, “gerici” damgası yiyor. Daha solcu veya daha
sosyalist yarışı içinde kadrolar likide oluyor. Örgütler, sırf yaşamak ama
sadece hayatta kalmak için daha fazlasını istiyor, daha fazlasını isteyen
insanlara açılıyor.
Emperyalizm
karşıtlığı bile burada tanımlı kılınıyor. “Şu emperyalistler olmasa elimizde
daha çok şey olurmuş” deniliyor. Müslüman bir kanala konuk olan solcu,
“emperyalizme ve NATO’ya karşı yürüyüş” üzerinden İslamcılara had bildiriyor ve
diyor ki “bu mücadele çetin bir iş”. Bunu söyleyerek daha fazlasını istiyor ve
emperyalizme karşı mücadeleyi korkunun konusu hâline getirerek onu boşa
düşürmüş oluyor. Öyle ya, birine iş öncesi “bu işi sen yapamazsın” demek, işte
ortaklaşmayı, işin gerçekleşmesini istememek anlamına geliyor. Kimlerin ne
türden bir irade ortaya koyabileceğine önceden ipotek koymak, o katkıdan ve
katkıyı yapacak olandan hiçbir şey öğrenilmeyeceğini de açığa vurmuş oluyor.
Aynı
solcu arkadaş, “ben şehid kelimesini hiç kullanmam” diyerek laikliğini
tescilliyor ve bunu yaparak, ölümün yüceliğine dair vurguyu tarihten sildiğini
zannediyor, birilerine “bakın, ben hayata önem veriyorum, bu gerici hayat
düşmanı İslamcılar gibi değilim” mesajını vermiş oluyor. Ayrıca şahid olunan
karşısında durup birey ve insan denilen tanrılara taptığını bir biçimde ikrar
ediyor.
“Redhack,
TKP’nin ağına yakalanmış olmakla ona yazık oldu” denilebilir mi? Sığ bir AKP
karşıtlığına âlet edilirse yazık tabiî. İfşa ettikleri, köklü devlet geleneği.
Onda ifşa olan ise elli yıllık sol mücadele tarihinin zaafları. Bugün o sol,
“eskiden çatılardan bildiri atmakla boşuna uğraşmışız, şimdi on binlerce kişiye
tweet atıyoruz, iş hâlloluyor” diyor. Her cikciklemede binanın çatısına çıkmayı
bile yorucu gören kişileri “e-örgütleyecek”, bunu görmüyor. Eğer devrim,
dijital ortamda olacaksa, sorun yok. Bu pentagon oyuncağından medet ummak, daha
fazla yaşamak için günlük sağlık bültenlerini takip edenlere kalsın. Bize de
Ali Primera’nın (başka bir) “hayat için ölene asla ölü denmez” şarkısında dile
gelen ezeli-ebedi, uçsuz-bucaksız iradenin isimsiz canları olmak düşsün.
Eren Balkır
10
Mart 2013
Dipnot:
[1] RED filmi, Youtube.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder