Pages

29 Mart 2013

Rachel Corrie'nin Mirası


“Merhaba Baba… Benim için fazla endişelenme, burada tek derdim, daha fazla yararlı olmak. Kendimi hâlâ özel olarak belirli bir risk altında hissetmiyorum. Refah, son zamanlarda eskisine nazaran daha sakin.”

Rachel Corrie, bu cümleleri babası Craig’e, Refah’tan, Gazze Şeridi’nin güney ucundaki kasabadan, yazıyor.

Rachel’in Rachel Corrie Vakfı internet sitesinde bulunan “son epostası”, tarihsiz. 28 Şubat’ta annesi Cindy’ye yazdığı son epostanın hemen ardından yazılmış olmalı. Rachel, 16 Mart 2003’te bir İsrail buldozeri tarafından katledildi.

Orduya ait buldozerin altında ezilmesiyle gerçekleşen o acı ölümünün ardından Refah onun mirasını sahiplendi ve kendisini Filistin’in binlerce “şehid”inden biri olarak kucakladı. Rachel, ona yakışır övgülerle uğurlandı.

Rachel, savaş karşıtı ve sosyal adaletçi eylemlerin merkezi olan Olympia şehrinde, ilerici bir ailenin içine doğdu. Olympia, Washington Eyaleti’nin başkenti. Burada politikacıların yüreklerini nasır bağlamıştır, ahlâken kararsızdırlar ve ABD hükümetindeki isimler kadar İsrail yanlısıdırlar. Burada insanlar, iktidar ve nüfuz için kandırılıp dururlar. Rachel’in ölümünden on yıl sonra ABD hükümeti hâlâ İsrail’in safında. Kısa zaman içinde adaletin gerçekleşeceğini kimse ummuyor.

Mısır ve İsrail’e sınır olan Refah, bölgenin en fakir mülteci kamplarının bulunduğu yer. Burası yıllardır manşetlerden inmiyor. 1987’deki Birinci Filistin Ayaklanması’nda (İntifada) gösterdiği kahramanlıkla şehir, Gazze ve Filistin’in diğer bölümlerindeki kasabalar, köyler ve mülteci kampları arasında bir efsane olarak öne çıkıyor. O dönem İsrail geri kalan Filistinlilere kendince gerekli dersi vermek için Refah’ı bir sınav aşaması olarak kullandı. Bu nedenle Refah’taki şehidler listesi en uzun listelerden biri. Bu liste muhtemelen ileride daha da uzayacak. Refah’taki Mısır’a açılan tüneller İsrail’in 2006’da Filistin’de yapılan demokratik seçimler ardından uygulamaya koyduğu ekonomik ablukayı kırmayı bildi. Onlarca Refahlı çamur tepelerinin altına gömüldü, Mısır’ın kanalizasyon şebekesi içinde boğuldu ya da İsrail’in saldırıları sonucu ezildi. Bu insanların hâlâ bir mezar taşı yok.

Refah, kısmen kendisini kuşatan Slav, Atzmona, Pe’at Sadeh, Gan Or ve benzeri yasadışı Yahudi yerleşimleri yüzünden çok acı çekti. Refahlılar, güvenlik, özgürlük ve hatta uzun bir zaman yanı başındaki denize gitme haklarından mahrum kaldılar. Böylelikle söz konusu yasadışı yerleşimler, güvenliğin, özgürlüğün ve özel plajların keyfini çıkardılar. 2005’te yerleşimler dağıtıldığında bile Refah, İsrail ordusunun baskısı, saldırıları, Mısır’ın sınırlamaları ve ağır kuşatma şartlarına maruz kaldı. Ama özüne sadık kalarak Refah, bugün de direnmeye devam ediyor.

Rachel ve üyesi olduğu Uluslararası Dayanışma Hareketi’nden (UDH) dostları bu mücadeleyi takdir etmiş olmalılar ki, İsrail ordusunun caniyane saldırılarına rağmen bölgeye geldiler. İngiliz Independent gazetesi için muhabirlik yapan Justin Huggler 23 Aralık 2003 günü Refah’tan şunları yazıyordu:

“Refah’ta katledilen sivillerin hikâyesi kasabanın sınırlarını aşıyor ve her hafta Kudüs’teki haber kanallarına ulaşıyor. En son Cumartesi günü on bir yaşındaki bir kız çocuğu okuldan eve dönerken vuruldu.”

Huggler’ın makalesi şöyle bitiyor: “Refah’ta çocuklar silâh sesine o kadar alışmışlar ki neredeyse onsuz uyuyamıyorlar.” Huggler, kendisinin de “silâh sesleri altında uyuduğunu” söylüyor.

Refah, evlerin yıkılması gibi kimi korkunç gerçeklere tanık oluyor. “Refah’ın Yerle Bir Edilmesi” başlıklı 18 Ekim 2004 tarihli raporunda İnsan Hakları Gözlem Merkezi insanı epey sarsan rakamlar veriyor. Rapora göre, 2000-2004 yılları arasında İsrail Gazze’de 2.500 evi yıkmış.

“Bunların yaklaşık üçte ikisi Refah’ta bulunuyor. […] On altı bin insan, Refah nüfusunun yüzde onundan fazlası, evlerini kaybetmiş, birçoğu mülteci durumuna düşmüş, önemli bir kısmı ikinci ya da üçüncü kez evsiz kalmış.”

Yıkımlar, İsrail ordusunun operasyonlarını güvence altına almak amacıyla geçitlerin genişletilmesine yönelik olarak gerçekleştirilmiş. Bu noktada İsrail’in tercih ettiği silâh, Caterpillar D9 marka buldozer. Bu buldozerlere sıklıkla gece yarısı rastlıyorsunuz.

Rachel Corrie’yi ezen de aynı tipte, Amerika’da imal edilmiş ve oradan alınmış bir buldozer. Bu buldozerler uzun yıllardır Refah’ı terörize ediyorlar. Refah sokaklarındaki birçok duvarın Rachel’in resimleri ve muhtelif grafitilerle bezeli olması şaşırtıcı değil. Refah, 16 Mart’ta yeniden bir araya gelip Rachel’in onuncu ölüm yıldönümünü anıyor. Refah’ta bir ev ayakta kalsın diye buldozere meydan okuyan bu Amerikalı kız hakkında coşkun konuşmalar yapılıyor. On iki yaşındaki bir kız çocuğu, Rachel’e cesaretinden ötürü teşekkür ediyor ve ABD hükümetinden çoğunlukla sivillere karşı kullanılan silâhları İsrail’e vermemesini istiyor.

İşgalin en büyük yükünü Refah çekiyor, İsrail ordusunun öfkesine en çok o maruz kalıyor. Refah’ın ve Rachel’in hikâyesi, Filistin’de uzun yıllardır yaşanan o büyük trajedinin bir sembolü olarak duruyor karşımızda. Ağustos 2012’de, El Cezire’de de yayınlanan, Ev Yıkımlarına Karşı İsrail Komitesi raporu bu sürecin kısa bir özetini sunuyor:

“İsrail hükümeti, 2011’de, Doğu Kudüs’te 22, Batı Şeria’da 222 ev yıktı ve yaklaşık 1.200 insanı evsiz bıraktı. Gazze’ye yönelik savaş süresince (Aralık 2008-Ocak 2009) İsrail 4.455 ev yıktı ve 20.000 Filistinliyi yersiz yurtsuz kılıp kuşatmanın dayattığı sınırlamalara bağlı olarak bu insanların yeni ev yapmalarını imkânsız hâle getirdi.” (Diğer raporlardaki rakamlar daha da yüksek.) 1967’den beri işgal altındaki bölgelerde İsrail 25.000 ev yıktı ve 160.000 Filistinliyi evsiz bıraktı. Bu sayılar, ev yıkımları ile bağlantılı çatışmalarda ölen ve yaralananlar da hesaba katıldığında, epey artıyor.”

Rachel Corrie, elinde megafon, üzerinde o turuncu ceketiyle İsrailli buldozer şoförünü başka bir Filistinli evini yıkmasın diye ikna etmeye çalıştığı esnada, yıkımlarla ilgili rakamlar epey yüksekti. İsrail yanlısı Amerikan ve diğer batılı medya kanallarında eylemini karikatürleştiren insanlık dışı haberlere ve İsrail mahkemesinin geçen Ağustos’taki herkesçe beklenen kararına rağmen Rachel’in cesur eylemi ve sonrasında gerçekleşen cinayet, Filistin-İsrail çatışmasının tam da merkezinde duruyor artık. Bu olay, İsrail ordusunun acımasızlığını gösteriyor, Tel Aviv’deki yargılama sistemini rezil ediyor, Filistinli siviller için koruma sağlama konusunda uluslararası toplumun hatasını gün yüzüne çıkartıyor ve uluslararası dayanışma hareketinin çıtasını daha da yukarıya taşıyor.

İsrail mahkemesinin geçen Ağustos’ta aldığı karar herkesi ayıltan bir niteliğe sahip, bu karar İsrail’in kendine göre tesis ettiği yargılama sisteminin ne bir Filistinli ne de bir Amerikalı için adalet sağlayacak bir sistem olamayacağını söylüyor ve bu yöndeki hayallere bir son veriyor. Kuzey İsrail’deki Hayfa Yerel Mahkemesi’nde aldığı kararı okurken Hâkim Oded Gershon şunu söylüyor: “Ulaştığım sonuca göre, olayda buldozer şoförünün herhangi bir ihmali bulunmamaktadır.” Bilindiği üzere, Rachel’in ailesi bir dava açarak zararlar ve kanunî masraflar için bir dolarlık sembolik bir tazminat talep etmişti. Gershon davayı reddetti, Rachel’i “makul olmayan” bir kişi olarak resmetti ve yıllardır tanık olunan binlerce Filistinli örneğinde görüldüğü üzere, bir kez daha saldırının kurbanını suçladı. “Onun ölümü, kendi başına açtığı bir kazanın sonucudur” dedi. Hâkime göre, kanunî korumayı hak eden o evlerin kolektif bir cezalandırma biçimi olarak yıkılması da “makul” bir eylemdi. Esasında makullük, sadece İsrail’in işgaline ait kurallar açısından makullüktü.

Rachel’in mirası, Gershon’un maskaralığa dönmüş mahkemesinden bile daha uzun yaşayacak. Onun feda eylemi, bugün Filistin’deki kahramanlık ve acıyla yüklü o büyük resmin içine kakılmış bir hâldedir.

Rachel, ölümünden yaklaşık iki hafta önce, annesine şu cümleleri yazıyordu:

“Bence Filistin’in özgürleşmesi tüm dünya genelinde mücadele eden insanlar için muazzam bir umut kaynağı olabilir. Bence bu özgürlük, Ortadoğu’da ABD’nin desteklediği, demokratik olmayan rejimler altında mücadele eden Arap halkına muazzam bir ilham verebilir.”

Remzi Barud
19 Mart 2013
Kaynak


26 Mart 2013

Name


Ödülünü Obama’nın karısının verdiği Argo filmi, aslen Türk olan bir CIA ajanının hikâyesine dayanıyor. Amerikan rehinelerini kaçırma planı, Ruzi Nazar isimli bu ajana ait. Nazar, Gladio dairesinde örgütlenmiş, 12 Mart ve 12 Eylül’de aktif rol oynamış bir isim.

Gladio ise II. Dünya Savaşı’nda Amerika’nın İtalya’ya çıkartma yaptığında ve sonrasında hâlihazırda faal olan faşist unsurlardan yeni dönemin uluslararası kontrgerilla örgütünün kurulmasını ifade ediyor. Eski Alman ve İtalyan faşist generaller ve alt kademe askerler, Amerikan himayesinde komünizmle mücadele için örgütleniyorlar. Liberalizm ile faşizm arasındaki geçirgenlik, bu örgütlenmeyle kalıcılaşıyor. Kültür, sanat ve felsefe alanında CIA güdümlü teşkilâtlar kuruluyor. Yüzeyde insandan, haklarından, azınlıklardan, özerklikten, özgürlükten ve mağduriyetten dem vuruluyor ama altta Nazi kamplarının girişinde yazan “Arbeit Mach Frei” fısıldanıyor sessizce.

“Kısa kılıç” manasındaki Gladio, komünistlerin boynuna vuruluyor. Gene kurulduğu yerde bu kılıcın biraz ucu görülür gibi oluyor ama ilişkilerin çok derin ve köklü olduğu fark edilip üstü kapatılıyor. Hitler’in destekçilerinden Henry Ford’un düzeni kaim olsun diye Nato ve Gladio gibi unsurlar kendi liberallerini bularak ilerliyorlar.

Argo filminin de arkasında bu türden liberaller var. Film üzerinden Oscar alanlardan biri, bugün dünyanın çeşitli noktalarında Amerika için çalışan CIA ajanlarına ithaf ediyor ödülünü. Film, İran’a karşı örtük olarak ilân edilmiş savaşın kültürel-ideolojik cephesini örüyor. Maraş Katliamı gibi bir dizi operasyonun altında imzası olan Ruzi Nazar’ın hikâyesi, bugün yeni katliamların habercisi niteliğinde.

Böylesi bir jeopolitik gerçeklikte, bölgenin en önemli gücü olan bir örgütün mapus lideri “barış” yapma kararı alıyor. Işığa tutulduğunda sırda “si vic pacem parabellum” yazan bu mektubunda mapus lider, İran’a yönelik kazılan siperlere halkıyla birlikte gömülmemek için geri çekiliyor.

Siperlerin farkında ki “Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları 'Milli Dayanışma ve Barış Konferansı'na çağırıyorum” diyor, İranlıları dışarıda bırakarak. Dışarıda bırakmanın nedeni, ölçeğin Misak-ı Millî olarak alınmasından. Liberal, bu sınırların içindeki sınıfı, faşist ise muktedir sınıfın sınırlarını muhafaza ediyor.

Liberal de faşist de kitleleri hor görmekle malul. Dolayısıyla İmralı mektubuna ilişkin değerlendirmeler, mektubun seslendiği milyonları küçük ve hakir görmekten başka bir şey yapmıyorlar. Öyle ki sağcı basın, namedeki cümlelerin altında kaldığından, “bunu Apo değil Tayyip’in danışmanlarından biri yazmış” diye yalan haber yapıyor. Düşmanını küçük görünce küçüleceğini zannedip ahmaklaşıyor.

İlginçtir, nameyi eleştiren de destekleyen de aynı şeyleri söylüyor.

“Bu yönelişle Kürt Özgürlük Hareketi, Türkiye’yi yönetenlerin barış, demokratikleşme ve özgürlüklerin genişlemesi taleplerini bastırmayı meşrulaştırmak için istismar ettikleri silâhlı çatışma bahanesini ellerinden alarak karşıtlarını da silâhsızlandırıyor. Böylelikle, Türkiye'de demokratik hak ve özgürlüklerin, sosyal hakların, ezilen inanç ve kimliklerin ve kadınların özgürlüğünün önüne dikilen bir egemen sınıf engelini de ortadan kaldırıyor.”[1]

“Eskiden beri Kürt hareketinin mücadele stratejisini eleştiriyoruz. Silâhları da içinde barındıran o strateji, Türkiye işçi sınıfının milliyetçileşmesine yaradı. Milliyetçileşmeden en çok düzenin aktörleri ve iktidar partisi yararlandı. AKP dilini milliyetçileştirdikçe oy oranını korudu.”[2]

SoL’cular, utanmadan kendi milliyetçileşmelerini de Kürd hareketine fatura ediyorlar. Ahlâkî bir tutumdan beri olarak bir de “şimdi devlet, sol sosyalist güçlere daha fazla saldıracak” diyor. En azından şimdiye kadar buna mani olabilmişliği için ahlâkî ve haktanır bir yaklaşım içine giremiyor. Namede “büyük Türkiye” çağrısı bulup kendi milliyetçi “sosyalist Türkiye” hedefini güncelleme imkânı bulduğunu düşünüyor. Yaptıkları filmden bu hedefe ilişkin tasavvurlarının ne denli sığ olduğu görüldü: işçilerin haberi olmadan “devrim” oluyor ve bir iki kamulaştırma ile sosyalist iktidar tesis edilmiş oluyor. Bu da Kürd’ün mücadelesini hor ve hakir görmenin bir yansıması aslında.

HDK ise söz konusu bildirgenin sonunda şunları söylüyor:

“Halkların Demokratik Kongresi, doğmakta olan barış iklimini tüm bileşenleriyle birlikte ilerletmek, Türkiye’nin batısına taşımakta kararlıdır. Bununla birlikte kimlik hak ve iddiaları nedeniyle halkların birbirini boğazlaması ve devletin bir milliyeti diğerinden üstün tutması zemininin ortadan kalkması olasılığı zenginle-yoksul, ezilenle-ezen, mazlumla-zalim arasındaki mücadelenin gündemden kalkacağı anlamına gelmiyor. Tam tersine, barış iklimi bu mücadelelere halklar arasında etnik barikatlar olmadan girişmek için yeni bir imkân yaratıyor.”

Özünde herkes, kendi dükkânının derdinde. Destekleyen de eleştiren de milliyetçilik eleştirisi yapıyor ve egemenlerin böylesi bir kozdan ve bahaneden mahrum kalacaklarına işaret ediyor. Her iki taraf da Kürd hareketinin genel kurguya duhul etmesine içten içe seviniyor. Bir taraf, AKP karşıtlığı üzerinden, mektubun AKP’nin elini güçlendirmesine kızıyor, diğer taraf ise hareketin demokrasi mücadelesinin mutlaklığı önünde diz çökmesine seviniyor. Bir taraf, mülk sahiplerini; diğer taraf, elindeki mülklerle rekabet içinde olmayı matah bir şey sananları örgütleyeceğini zannediyor. TKP “İslam kardeşliği” eleştirisi için “bunun sahibi var, AKP’den daha fazlasını yapamazsınız.” diyor. Kendi milliyetçiliğinin CHP ve İP’i aşamayacağını gizlemeye çalışıyor.

Oysa Apo, halk kütlesinin iradî öznesi olarak düşünüp konuşuyor. “Ortadoğu’ya çekidüzen mi veriyorsun? Bensiz yapamazsın” diyor ve bir hiza, bir sınır, bir ölçü çekiyor kendince. “Barzanî ile birleşip oranın petrolünü içmek mi derdin? Bizim icazetimiz olmadan bunu yapamazsın.” diye uyarıyor. Yani mektupta hem geri adım atma hem de ileriye doğru sıçrama var. Dolayısıyla mektup bu gerilimde okunmalı. Ad hominem zırvalıklarla meseleyi şahsîleştirip “kendini kurtarmak istiyor” ya da “Tayyip’in önünde diz çöktü” türünden boş analizlere aldanmamak gerekiyor. “Mantıksal safsata” olarak Türkçeleştirilen bu Latince tabir, yaşanan tartışmanın ne denli şahsî ve öznelci bir yerden ilerlediğini göstermek için seçiliyor. Tayyip’i yüceltip Apo’yu küçültmek, emperyalizmi semaya fırlatıp Kürd hareketini küçümsemek kimseye fayda getirmedi, getirmiyor.

Birileri emperyalizme bir taş bile atmadan Kürdlere yönelik “emperyalizmin oyuncağı” dualarını etmeye devam ediyor. Bazıları da sınıfı kavramsal olarak kafalarında sildiği vakit toplumu cennet kılacağı yanılsamasına ek olarak mazlum milletler ve etnik kimliklerin çöpe gitmesi için demokrasicilik oynuyor. Siyasette usta ve uzman olmak, pürüzsüz bir zemini gerektiriyor. Dolayısıyla ortalığı mülkiyet veya rekabet üzerinden insanları sisteme örgütleyen sol özneler kaplıyor. Mektup bu niyetleri dikine kesiyor, her iki tarafı da görüyor ve kendi “bütünlük” çağrısını yapıyor. Ama bu çağrı tam da parçalamayla gerçekleşebiliyor, zira çağrı, Kürd’ün yangılı nefesinin iki ses teli üzerinde örgütlenmesini ifade ediyor.

Mektubun Kürtçesinin Kürtçesi zayıf biri tarafından okunması karşısında Türkçesinin Türkçesi “güçlü” biri tarafından okunması, sırf bu seçim bile, onun esasta Türk’e seslendiğini gösteriyor. Bu anlamda mektup, ideolojik bir propaganda metni olarak, Kürd’ün tarihsel mücadelesine mazlum Türk’ün çağrılmasını ifade ediyor. Mağdurların, gadre uğramışların, zulüm görmüşlerin ortaklaşmasına işaret ediyor. Böylelikle Kürd hareketi, AKP’nin zorunlu olarak açtığı kapıdan girip taktiksel olarak batıya uzatıyor başını. Kürd ve Türk tarafında olup mektuba kızanların esasta karşı oldukları şey bu. “Öldü, bitti, bize gün doğdu” olarak özetlenebilecek sevinçleri kursaklarında kaldığı için köpürüyorlar.

Mektuptaki “Bizlik-teklik” ayrımı da bu çağrıyı pekiştiriyor ve düne kadar kendisine düşman olan kesimlerin kulağına kar suyu kaçırıyor, onları tekçiliğin sultasından çıkıp “biz”e ait kardeşlik sofrasına çağırıyor. Bu noktada milliyetçi ve üstelik mücadelenin yarattığı değerleri kibirle sahiplenenlerin görmediği bu: kardeşlik sofrasına çağrı, kurtuluşa çağrıdır. Dolayısıyla düşmana benzememe ve düşmanın ele geçiremedikleriyle birlikte bir gerçeklik kurma niyetini ifade ediyor.

“Milliyetçiler”deki kibir, ciddi bir yanılsamadır. Kibir körleştiricidir, bu körlük nedeniyle metinde “Kürdistan” sözcüğünü arayıp bulmak istemektedirler. Aynı kibir Tayyip’te de vardır, o da Amed meydanında Türk bayrağı arayıp durmuştur. Oysa bölgesel dengeler ve çıkarların zorunlu sonucu olarak Kürd hareketi, kendisine dayatılan sınırları genişletme imkânı bulmuştur. Mektup, bu genişlemenin somut bir ifadesidir.

Mektup, özünde bu genişleme dâhilinde Ortadoğu halklarına emperyalizmi işaret ederek karşı bir birliği ve bizliği telkin etmektedir. Kâğıt üstünde, ezbere bir anti-emperyalizme karşı bu anti-emperyalizm somuttur ve hakiki bir zemine sahiptir.

Aslında mektup, “rüşeym Kürdistan”ın ilk emaresidir. Apo “biz” derken burayı, tekçilik eleştirisi ile tekçi olmayacak bir kurguyu dile getirmektedir. Bu “Kürdistan”, doksan sene evvel Türkiye’nin olamadığı ve doğası gereği kesinlikle olamayacağı bir ülke tasavvuru olarak örgütlenmektedir. Dolayısıyla Barzanîciliği de Tayyipçiliğe de somutta boşa düşürmektedir. Bu müdahale ile Apo, Tayyip denilen balon özneyi söndürmekte ve halkın iradesini sahneye çıkartmaktadır. Asıl kızılan budur. Birileri, Tayyip karşıtlığından nemalanmayı tek yol bellediğinden bu name karşısında tüyleri diken diken olmaktadır.

Ama mücadele esnasında bölge güçleri ve emperyalist odaklar arası çatlaklardan istifade etmenin emperyalizm uşaklığı olarak değerlendirilmesi ne kadar yanlışsa, kapitalizm içre kimi imkânları ve çatlakları kullanmayı “Marksizm kapitalizmi besliyor” diye eleştirmek de o kadar yanlıştır.

Apo’nun kendi pozisyonunu rasyonalize ederken “aştım” dediği Marksizm budur. Dolayısıyla onun da emperyalistler ve güç odakları arası çatlaklardan istifade ederken “emperyalizmin piyonu oldu” tespitlerine kızmaması gerekir. Teorik, ideolojik ve politik olarak ekolojizm, feminizm ve demokratizm bağlamında liberalizme meyletmek, kısa vadede ön açıcı gibi gelebilir ancak uzun vadede bu meyil, kitleleri hakikate karşı körleştirecektir.

En önemli tehlike, havaya fırlatılmış taşın bizatihî kendisinin uçtuğunu zannetmesidir. Liberalizm, tam da bu yanılsamayla insanların gözüne pembe bir mil çekmektir. Ekolojizm doğanın, feminizm kadının, demokratizmse halkın pazar tezgâhına çıkartılmasıdır. Pazarın sahibi tektir, sahipleri çoğaltma istemi zulmü ve sömürüyü pekiştirir.

Ulus-devlet, pazar demektir. Bölgesel pazarda olmak adına bu ulus-devlet pazarına itiraz etmek, mücadele eden halkı bölgesel pazarın sahibine kul edecektir. Liberalizm, kapısında “arbeit mach frei” yazan toplama kamplarına uzanan süslü yolun adıdır.

Eren Balkır
26 Mart 2013

Dipnotlar:
[1] “Halkların Demokratik Kongresi Genel Meclisi Sonuç Bildirgesi”, 24 Mayıs 2013, HDK.

[2] İlker Belek, “Herkes Kendi Yoluna”, 25 Mart 2013, Sol.

23 Mart 2013

Beytüllahim’in Çetin Yolu


21 Mart 2013 Perşembe günü ABD başkanı Barack Obama, Kudüs’ten işgal altındaki Batı Şeria’nın Beytüllahim kasabasına seyahat etti. Obama şehre İsraillilerin “Hat 300” adını verdikleri yol üzerinden, kuzey kapısından girdi.

Tüm kontrol noktalarının açılıp, yolların insandan arındırılması sonrası Obama’nın seyahati yalnızca birkaç dakika sürdü.

Oysa Filistinliler böylesi lüks imkânlardan mahrumlar. Söz konusu hat yasak bölge içerisinde ve buraya giriş işgal yetkililerinden alınacak özel izinlere tabi.

Eğer Obama, Beytüllahim’e Ramallah üzerinden ulaşmak isteseydi, muhtemelen seyahati 25 dakika, hatta biraz daha uzun, sürecekti. Öte yandan Filistinlilerin Ramallah üzerinden Beytüllahim’e seyahatlerinin neye benzediğini görmekte fayda var.

Atıf Luveys Ramallah’ta çalışıyor ve Beytüllahim’de yaşıyor. Anlattığına göre evden sabah 6:30’da çıkıyor, saat 8’de işe varma umuduyla Ramallah’a gitmek üzere bir taksiye biniyor.

Şehir merkezine vardığında İsrailliler şehrin güneydoğu girişindeki askerî kontrol noktasında kendisini durduruyorlar.

Luveys, Filistinlilerin “uçan kontrol noktaları” adını verdikleri bu devriyelerin işe gidip gelenler için gerçek birer kâbus olduklarını söylüyor. Eğer İsrail askerlerinin keyifleri olursa, Luveys’i pek fazla alıkoymuyorlar ve onun Arapçada “ateş vadisi” anlamına gelen “Vadiyülnar” denilen tehlikeli yol boyunca seyahatine devam etmesine izin veriyorlar. Bu yol üzerinden Luveys işgal altındaki Kudüs’ün dışındaki Azariye (Betani) kasabasına ulaşıyor.

Bu onu İsrail sınır polisi araçlarının bitişikteki bölgede sıklıkla devriye attıkları Adumim Mahallesi’ne ulaştırıyor. Burada işgal askerleri Filistinlileri kimlik ya da ruhsat kontrolü gibi bahanelerle sürekli durduruyorlar.

Atıf’a her gün eşlik eden Said Abdullah ise şunları söylüyor:

“Taş ocağı yolundan geçip Hazma isimli Filistin köyüne ulaşıyoruz. İşgal altındaki Kudüs’ün etrafından dolanan bir tali yola giriyoruz sonra. Yol boyunca Kudüs’ün içinde ve civarında toprağı lime lime etmiş yerleşimleri görüyoruz.

Cabba kontrol noktasını geçmeyi becerdiysem, Kalandiye geçidine kadar birkaç dakika yürüyorum. Ama burada karşımıza bir başka felâket çıkıyor: her akşam ve sabah işine giden ya da işten dönen binlerce insanın neden olduğu trafik sıkışıklığı. Tüm bu insanlar Filistinlilere işkence etmek ve onları aşağılamaktan keyif alan işgal askerlerinin kontrolü altında yol alabiliyorlar.”

İşte Filistinlilerin her gün işe gidip gelirken kat etmek zorunda oldukları çetin yol böyle bir yol. Geri dönüş daha da zor, iki saat, hatta daha da uzun bir süreyi yolda geçiriyorsunuz. Belki de kırmızı halılarla karşılanan, kendisi için yollar boşaltılan Obama bu ayrıntıları hiç bilmiyor. Bilse de umurunda olur mu, bu da ayrı bir konu.

Fadi Ebu Seyda

Devrim Bilimi


Birçokları için “diyalektik materyalizm” terimi, kafa karıştırıcı ve pek de aşina olunmayan iki kelimenin birbirine bağlanmasından oluşan bir tür jargon gibidir. Ancak bu kavram, suyun kaynamasından toplumun devrimci dönüşümüne dek her şeyle ilgili belirli bir anlayış geliştirmek gibi temel bir niteliğe sahiptir.

Diyalektik materyalizmin ne olduğunu anlamak için sıklıkla “diyalektik” ve “materyalizm”, bununla birlikte söz konusu iki kavramın karşıtları tanımlanmaya çalışılır.

Diyalektikle ilgili temel fikir, atomik yapıya ait en küçük ölçekten evrene ait en büyük ölçeğe dek her şeyin sürekli bir değişim sürecine tabi olduğunu söyler. Bu değişim, hem iç hem de dış etmenlere bağlı olarak oluşur. Pozitif ve negatif partiküllerden oluşan atom gibi her şey birbiriyle çelişki içerisindeki rakip çıkarlara ya da karşıt eğilimlere sahip iki parçadan oluşur. İç çelişkiler, bütün olarak bir nesnenin aslî değişim nedenidir. İç çelişkilerin her zaman belirli bir hareket ve gelişim içerisindeki, rakip ve çelişkili dış etmenlerle birlikte ele alınması gerekir. Doğal ve toplumsal dünya ile ilgili bu temel anlayış hiçbir şeyin sabit olmadığını söyler. Ayrıca, hiçbir şeyin başka bir şeyle birebir aynı olmadığı iddiasındadır. İster bir kilo şeker başka bir kilo şekerle isterse bir hükümet başka bir hükümetle kıyaslansın, arada belirli bir farkın olduğu gerçeği bir biçimde tespit edilecektir.

Diyalektik düşünmenin karşıtı, evrendeki her şeyin ve bunların niteliklerinin her zaman farklı biçim ve miktarlarda var olduğuna inanan metafizik düşünme tarzıdır. Metafizik, şeyleri mutlak biçimleri dâhilinde görür ve böylelikle açgözlülüğün ve zulmün toplumda her daim var olduğunu, dolayısıyla, toplumun kendisini sadece tekrarlamakla yetindiğini söyler. Bu tarih anlayışı nesneler için aslî değişim sebebi olarak dış etmenlere işaret eder, bu nedenle toplumun gelişimi coğrafyaya dayanılarak izah edilir, aynı coğrafyadaki ülkelerin gelişim açısından neden farklı düzeylerde olduğu ve toplumda birbirine rakip çıkarların nasıl oluştuğu gibi sorularla ilgilenilmez.

İnsanların zenginliğe ve lükse düşkünlükleriyle bağlantılı olarak kullanılan biçiminden farklı olan materyalizm kavramı, esasında insanların düşüncelerine, niteliklerine ve eylemlerine dair açıklamaya katkıda bulunan bir kavramdır. Materyalizm, tüm bu hususların insanları kuşatan maddî dünya tarafından biçimlendirildiğini söyler. Yani “bilinci belirleyen varlıktır.” Bu anlayış, algı ve düşüncenin insanın varoluşunu belirlediğine inanan idealizme aykırı bir yaklaşımdır. Dolayısıyla sağcı politikacılar, insanların öyle olmaya karar verdikleri için evsiz ya da fakir olduklarını iddia ederler. En uç biçiminde tüm maddî gerçekliğin ebedî bir varlık tarafından yaratıldığına dönük inanç, idealist felsefenin nihaî gerçekleşmesini ifade eder.

Bu noktadan itibaren diyalektiği ve materyalizmi birleştirmek, “her şeyin sürekli bir değişim içerisinde olduğunu” ve “algımızın maddî dünyaya dayandığını” söylemeyi ifade eder. Diyalektik materyalizm, toplumdaki sürekli değişimleri değerlendirmek ve toplumdaki gelişimi anlamak için bu araçları kullanır.

“Felsefeciler dünyayı yalnızca yorumladılar, oysa mesele onu değiştirmektir.” Devrimlerin nasıl gerçekleştiğine dair belirli bir anlayış sunan bir bilim olarak diyalektik materyalizmin kurucularından Karl Marx, ayrıca insanların toplumsal olguların anlaşılması ötesinde insanların etrafındaki dünyanın değiştirilmesinde aslî bir role sahip olduğuna inanır.

Mevcut düzeyinde kapitalist toplumdaki aslî çelişki, üretim güçleri (toprak, teknoloji ve altyapının insan emeğinin kârlılığı arasındaki ilişki) ile üretim ilişkileri (tüm fabrikalara, iş yerlerine ve toprağa bir avuç kapitalistin sahip olması, öte yandan milyarlarca insanın emeğini satarak var olabilmesi) arasındaki çelişkidir. Üretici güçlerdeki muazzam gelişme ile toplumun önemli bir bölümünü kontrol altında tutan ve tüm bu gelişimi kendi kârı için kullanan bu türden küçük bir grup arasındaki çelişki, söz konusu çelişkiyi çözecek mücadelenin zeminini de teşkil eder. Mazlumların mücadelesini de içeren sınıf mücadelesini kavramak, üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki söz konusu çelişkiye dayanan toplumsal hareketliliği kavramayı ifade eder. Bizim yüzde bire ve yönetici sınıfa karşı yürüttüğümüz mücadele, insanlığın geçmiş ve gelecek tarihidir. İşte tam da bu nedenle Marx’ın Komünist Manifesto’nun başında dile getirdiği biçimiyle, “bugüne kadar var olmuş tüm toplumun tarihi, sınıf mücadelesi tarihidir.”

Sürekli değişim ve gelişmeye dayanan bir bilim olarak diyalektik materyalizm, ne bir dogmadır ne de ebedî hakikatleri ifade eder. O, kapitalizmin nihai bir sona ulaştığını gösterir. Dünyadaki zenginliğin muazzam ölçülerde geliştiğini, ama ondan istifade edenlerinse sayıca çok az olduğunu söyler. Sosyalizm denilen geçiş aşaması, sömürülenlerin ve mazlumların bir araya getirilip toplumun yönetilmesini ve bir sonraki niteliksel gelişimi, tarihin yeni aşamasını temsil eden yeni bir üretim ilişkisini oluşturmayı anlatır. Diyalektik materyalizm, söz konusu çelişkileri anlamak ve tüm zayıflıkları ve güçlü noktaları bilince çıkartmak ve sosyalizmin kapitalist sömürü ve zulmün yegâne cevabı olduğunu göstermek için kullanılmalıdır. İşçilerle ve mazlumlarla yeni toplum mücadelesini inşa ederken ilişkiler kurmak için daha çok çalışmak ve nihayetinde kapitalizmi tarihin çöp tenekesine fırlatıp atmaksa devrimcilerin üzerine düşen bir görevdir.

S. Williams

21 Mart 2013

Pervane

Aslolan, mülkiyet ve rekabettir. İlki için devlet; ikincisi içinse demokrasi “icat” edilmiştir. Dolayısıyla, her yanda ve her ânda “devlete karşı demokrasi” diye bağırıp duranlara, “siz kimi kandırıyorsunuz?” diye tokat savurmak gerekir. Zira rekabet, mülkiyetsiz olmaz.

Solculuğun ve kısmen sosyalistliğin düzen içi manevralara, geçici, kısmî başarılara kilitli olan bir tarafı vardır, ama komünist olmak, tam da düzenin aynasındaki görüntüsüne âşık olmamaktır. Bu ise ancak aşkın bir hakikate “pervane” olmakla mümkündür. Yanacağını bile bile…

* * *

Bir sempozyumda, “İslam öncesi cahiliye döneminin daha demokratik olduğu” iddiasında bulunan Erdoğan Aydın’ın yapamadığı ve yanamadığı budur. Onda, onu kendisine âşık kılan aynalar kırılmasın diye, İslam düşmanlığı ifrata varmakta, sonuçta paganizm savunusu, aynanın sırrı hâline gelmektedir. Koruma altına alınan ayna, mülkiyet ve rekabet ilişkilerinin çarpıttığı hakikattir.

Erdoğan Aydın gibiler, o hakikate sırf mülkiyet ve rekabet sayesinde yaldızlanmış özneliğine halel gelecek diye düşman olmak zorundadırlar. Bu, 12 Eylül’ün, Özal’ın, 1989-92 çözülüş döneminin ve Ölüm Oruçları sürecinin teslim aldığı herkes için geçerli bir ruh ve kişilik hâlidir.

* * *

Hitler’in ideolojik kurgusunun önemli ölçüde paganist olduğu söylenir. Swastika, yani gamalı haç, Hindistan yarımadasından apartılmış, pagan bir semboldür. Roma’ya yapılan tarihaşırı atıf da bu paganizmin bir yansımasıdır.

“Paganizm”, köylüyle, tarlayla, bitki dikmekle, saplamakla bağlantılı bir sözcüktür. Aynı kökten türeyen “Pakt” da barış ve sözleşme anlamında, belli bir yerin ve o yerin insanlarının tanınmasını ifade eder. Demek ki Hitler’in mücadelesi, her yeri köyleştirip, herkesi tek führere bağlı ve mecbur kılma amacını güder.

Demokrasi, devletin tekilliklere yedirilmesi işlemidir.

Erdoğan Aydın’daki putçuluk, köylü mülkiyetindeki mantığın şehirli orta sınıfa yedirilmesinden başka bir şey değildir. Bu savunu, putların demokrasisidir. Cahiliye dönemindeki üç büyük put, Lât, Manat ve Uzza demokrasi adına savunulmalıdır. Lât otorite, Uzza güç, Manat da paradır.

* * *

On yılımız, AKP iktidarı ile geçti. Neredeyse bir kuşak, bu gerçekte yetişti. Solun bu iktidara karşı mücadelesi ise Erdoğan-Apo eleştirileri üzerinden, Müslüman ve Kürd düşmanı olan tarafa kaçmasıyla tanımlı. Yani sol, Müslüman’a karşı eski laikliğini, Kürd’e karşı Türklüğünü daha fazla hatırladı, kendisini burada kurdu. Devlete daha fazla bağlandı.

Tersi de var: bir kesim de Müslüman ve Kürd’ü başarıcılık üzerinden istismar edip, yol almaya çalıştı. Bu başarıcılık, Müslüman ve Kürd’den hiçbir şey öğrenmemenin kılıfıydı. Müslüman ve Kürd içinden belirli kesimlerse, rekabet için solun mülkiyetini istismar etmeyi kurtuluş addettiler.

* * *

İştirakî’nin mütevazı ve naçiz mevcudiyeti, tam da burada tanımlı aslında. O, söz konusu yönelimleri sol içerisinden dışarı çıkarak görmenin ve bu meyle dönük “devrimci” bir müdahalenin adı.

İştirakî, devletten ya da demokrasiden değil, devrimden yanalığın cılız aklı, eksik ruhu.

* * *

Bugün söz konusu laiklik, solu daha fazla modernist ve aydınlanmacı kıldı. Mevcut Türklük, onu daha fazla devlet kanalına soktu. Bu gelişmeler, esas olarak birey kılıfı altında gizlendiler. Görünmez, bilinmez oldular. Yani, bireyliğini koruyup, anlamlı iş yaptığını zannedenler, örtük ve dolaylı olarak, burjuvazinin ve devletin müdafaasına nefer kılındılar.

Sol, “kahramanlık fazla metafizik, fazla dinsel” diyerek geçmişine, geçmişindeki devrimci kahramanlara küfreder hâle geldi. Oysa “kahraman”, Farsça kökenli ve “ferman yazan” demek oluyordu. Osmanlı’nın baldırıçıplak asilerinin dilinde devrimci bir şiara dönüşen “ferman devletinse dağlar bizimdir” cümlesini varlığı ile somutlayanların indirdiği bir vahiydi bu.

Ama AKP gerçeğinde solun maddî planda böylesi bir metafiziğe, vahye ve kelâma karşı daha fazla alerjisi vardı. Sol, putların demokrasisini o putları yıkanın fermanına tercih ediyordu. Başkaldırmadan “varın benim farkıma” diyordu özetle. İçinden Ahmet Kaya’dan tiksinip, dışından, onu ucuz teorisi ve pratiği için sömürüyordu.

* * *

“Kapitalizme karşı komünizm, devlete karşı halk…” Böylesi bir karşıtlık belirleniyor. Ama burada kendi komünizm ve halk tasavvuru için, kapitalizmin üç beş burjuvanın, devletin üç beş bürokratın bireysel tercihi ve ideolojisi olduğu varsayılıyor. Buna göre, önce o üç beş burjuvaya ve bürokrata karşı milyonların örgütlenebileceği zannediliyor. Devlet, üç beş kişilik geri bir örgütlenme sonuçta. Böylelikle milyonların o devlete karşı birleştirilebileceği düşünülüyor. Ama bu hesaplar, süreç içinde kapitalizmin ve/veya devletin yerleşikliğine tosladığında, onunla uzlaşma arayışları uç veriyor. Sanki ilk bahsedilen karşıtlık, tam da milyonları uzlaşmaya, önceden iknaya hazırlamak için tespit ediliyor. Yani ölümle korkutup vereme razı etmek, bu oluyor.

* * *

Negri, İtalya’da grevdeki işçilere yaptığı “akademik” konuşmada, “rüyalarınızı bile sömürüyorlar” diye bağırıyor ve hayatın tüm hücrelerini ayağa kaldırabileceği hayaliyle konuşmasını sürdürüyor.

Bir devrimci, “ötesini düşünmek, bizi dine yaklaştırıyor” diyerek endişesini dile getiriyor, geriye dönmenin solu gericileştireceğini söylüyor ve son olarak da reçeteyi veriyor: “Devrimci özne, ânda kurulur.” “Ân” dediğinde bireye, üstelik beden denilen bir varlığa işaret ettiğini ve o bireye geçmişe-geleceğe uzanan kollarını budamayı öğütlediğini, ân denilen sonsuzlukta bir tür liberalizme kul olacağını ve dolayısıyla insanları burjuvazinin serbestiyet yalanlarına örgütleyeceğini biliyor. Özünde döne dolaşa, ağızda gevelene gevelene, devrimci öznenin ancak belirli bir aydınlanma ve modernizmle var olabileceği söyleniyor. Oysa aydınlık mücadelesinin bir bakıma gaz yağı satıcılarının mücadelesi olduğu görülmüyor. Fitili böylesi bir yerden tutuşturulmuş bir mücadelenin gözünü karartmışlara verebileceği bir şeyin olmadığı anlaşılmıyor. Tersten, kimsenin gözünü karartması da istenmiyor.

* * *

Negri,

“Devrimci siyaset, kimlikten başlamak zorundadır, ama orada sona eremez. Mesele, kimlik politikası ile devrimci politika arasında bir ayrım yapmak değil, tersine, kimlik siyaseti içinde birbirine koşut olarak yer alan ve belki de paradoksal olarak kimliğin ortadan kaldırılmasını amaçlayan devrimci düşünce ve pratik akışlarını izlemektir. Başka bir deyişle, devrimci düşünce, kimlik siyasetinden kaçmamalı, onun içinden çalışmalı, ondan öğrenmelidir.”

buyuruyor. Birileri de bu yaklaşımın Apo tarafından benimsenip uygulandığı iddiası ile, son süreçte akademik aynasındaki görüntüsünü satabileceğini düşünüyor.

* * *

Sol, aslında kimlik siyasetini örgütleyeyim derken, kendisini ona örgütlüyor. Kimliklerden bir kimliğe dönüşüyor. Kürd’ün ve Müslüman’ın varlığına karşı esasta bu sol kimlik, müdafaa ediliyor. Bu iki dinamiğin içine girenler de cepheden bunlara karşı çıkanlar da onlarla ancak kimlik düzeyinde ilişki kurabiliyorlar.

Kürd ve Müslüman, kimliklerden bir kimlik olmayı “tercih” edenleri bir süreliğine solun yanına gönderiyor. Ağzı laf yapsın, şiirden, sinemadan anlasın, ufku genişlesin diye kadro yetiştiriyor. Sol, metalar dünyasına bu kesimlerden adam devşirme okulu olarak iş görüyor. Kimliklerinden sıkılanların, o kimliklerin gördüğü zulüm, maruz kaldığı sömürüden kaçanların sığınağı olmak, solu da ara bir kimlik formuna dönüştürüyor.

Apo dolayımıyla Negri’ye atıfta bulunan yazarlar, “PKK’nin projesinin, devletin ötesinde siyaset, partinin ötesinde siyasal örgütlenme ve sınıfın ötesinde siyasal öznellik’ öngörme anlamında bir ‘radikal demokrasi’ projesi olduğunu ileri sür”düğünü söylüyorlar. Sınıfın, devrimin ve iktidarın teorik ve pratik gerilimleri berhava edilsin diye demokrasi, köklere indiriliyor. “Devletin ötesinde siyaset” iktidarı, “partinin ötesinde siyasal örgütlenme” devrimi, “sınıfın ötesinde siyasal öznellik” ise işçi sınıfını lügatten siliyor. Prangalar kırılıyor, burjuvazinin masmavi özgürlük denizine çivileme atlanıyor.

* * *

Demir Küçükaydın, son müzakereleri radikal demokrasi ve Ortadoğu bağlamında analiz ediyor. PKK’nin ABD ve İsrail çizgisine geldiği için seviniyor. Müzakereleri “devrim” olarak niteliyor. Burjuvazinin hiç “yurtsever” ya da “aydınlanmacı” olmadığını ileri süren TKP gibi, burjuvazinin hiç “demokrat” olmadığını söylüyor, kraldan fazla kralcılık yapıyor. Böylelikle, tıpkı TKP gibi, demokratlığın en fazla kendisi gibi sosyalistlere yakışacağını söyleme imkânı buluyor. Nihayet Yalçın Küçük çizgisine geldiğini ikrar ediyor ve “Kerkük’ü almazsak Diyarbekir elden gider” diyor.

Küçükaydın, demokratlık ve teorik yetkinlik konusunda Apo’yu kendisinin, Tayyip’i de onun altına alıyor. Hiyerarşisini bu şekilde kuruyor. Cümlemizi, “Ortadoğu’nun büyük devleti Türkiye” vizyonu için “demokrat” olmaya çağırıyor. Gerici, feodal ama ne idüğü belirsiz devlete karşı burjuvazisiz, ama onun adına ulaştığı demokrasi zaferinde, hepimize “burjuvazinin oyuncağı olun, yoksa yok olup gidersiniz” diyor. Korku salıyor. Kerkük’ten gelecek petrol paraları için Tayyip’in Apo ile barışmasının zorunlu olduğunu söylüyor. Ağza bir parmak bal çalıyor. Hatta Tayyip’in PKK’yi Ortadoğu’da “taşeron” olarak kullanabileceğini iddia ediyor, bunu şimdiden öngördüğü için gururlanıyor. “Boşuna mücadele etmeyin, sonunuz bu” diyor, öğüt veriyor. Özetle, aynadaki imajına âşık olanlar, hakikati her fırsatta çarpıtıyorlar.

* * *

Hâsılı, Küçük, Aydın ve Küçükaydın, şefaati putların demokrasisinde buluyor. Demokrasi, putsuz olmuyor. Dönüp dolaşıp mülkiyet ilişkilerine bağlanıyor. Putların her yana ve her âna vakıf olmasını sağlıyor.

Demokrasinin güncel karşılığı, her yerde asılı olan güvenlik kameraları oluyor. Kitlenin devrimci damarının kesilmesini ve teslimiyeti, putlar önünde diz çökmeye hazır olanların baş kılınmasını ifade ediyor. Bu üç aydın da puthaneyi dümdüz eden ümmi bir yetimin öfkesini hiç mi hiç bilmiyor, anlamıyor. O öfkeyi, kendi bilmeleri, anlamaları ile yok etmek istiyor.

Eren Balkır
20 Mart 2013

19 Mart 2013

Zencî Kölelerin İsyanı

Savaş bir kez ilân edilir edilmez, (ehil bir asker) o kıymetli vaktini takviye beklemekle heba etmez […] aksine, hiç gecikmeksizin düşman cephesini yarıp geçer. Bu, tavsiye edilmeyecek kadar cüretkâr bir siyasetmiş gibi görünebilir, ancak tüm büyük stratejistler göstermiştir ki zaman, sayısal üstünlük ya da en ince hesaplamalardan daha değerlidir.

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]


Giriş

Sınıf düşmanımıza tencere, tava ya da mutfak lavabosu fırlatmak suretiyle kaç tane hakiki manada proleter isyan başlatıldığını görmek, gerçekten de heyecan vericidir. Zencî Kölelerin İsyanı (MS 869-883) böylesi mütevazı koşullarda başlamıştır. Ellerinde çubuk, iki at ve üç kılıçla yeryüzünün lânetlileri, Kutsal İslam İmparatorluğu’na ve köleliğe karşı savaş ilân etmişlerdir.

Zencî İsyanı’nı diğer muhtelif köle ayaklanmalarından ayıran şeyi tek başına isyancıların mücadelesinin uzunluğu ve sayısı ile tespit etmek mümkün değildir, zira bu noktada yönetici sınıfa üstün gelme ve eldeki yeteneğin sergilenme süresi dikkate alınmak zorundadır. İsyancılar, ne yapılması gerektiğini doğaları gereği bilmektedirler. Bu, niceliksel kıyaslamaların yanlışa sevk edici olduğu koşullarda, isyancıların sahip olduğu sayının küçümsenmesi anlamına gelmez. 

Spartaküs İsyanı üç yıl sürmüş (MÖ 73-71) ve yaklaşık 120.000 köle ile yürütülmüştür. Buna karşın Zencî İsyanı 500.000 gibi bir rakama ulaşmış, isyancılar, etrafı kuşatılmış bir devleti on beş yıl süresince ayakta tutmayı bilmişlerdir. Belki de bu isyanın Hollywood’a malzeme olmamış olması, gerçek manada gizli bir lütuftur, zira Hollywood, doğası gereği, sınıflı topluma karşı proleter direnişi öldürmek ve hafızalardan silmek gibi bir eğilime sahiptir. Dolayısıyla, biz 21. yüzyıl proleterlerine düşen, bin yıldan fazla bir zaman önce bizden ayrılmış akraba ruhların zamanını ve dünyasını yeniden yaratmak olmalıdır.

Dolayısıyla, akıllı bir general, düşman üzerine baskın yapmayı aklına koyar. Bir araba dolusu düşman erzakı elindeki erzakın yirmi katına denktir.

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]

Askerî Yön

Sömürücülerine karşı silâhlanır silâhlanmaz isyancılar, düşman arazisine gece baskınları yapmada ve silâhlara, atlara, yiyeceklere ve dost kölelere el koymada mahirleştiler. Baskın sonrası intikamı ertelemek maksadıyla her şeyi yakıp yıktılar. On beş yıllık ayaklanma süresince isyancılar, kuşatma mancınıkları, ateş topu fırlatıcıları, hızlı iki tekerlekli savaş arabaları ve çok başlı oklar gibi o dönemin tüm teknik imkânlarını edindiler. Düşmanın ilerleyişini durduracak sağlam, su kanalları ile içten kuşatılmış kalelerle, hızlı açılıp kapanan köprüler inşa edecek ve insanları iç kaleye çağıracak haberleşme hatları kuracak uzman mühendisler yetiştirdiler.

Belki de Spartaküs’ün yenilgisinden dersler çıkartarak, isyancılar denizi göz ardı etmek suretiyle ellerini kollarını bağlamak istemediler. Savaş ve yük gemilerine sahip oldular. Sadece tek bir savaşta Halife’nin donanmasını yenip 24 gemiye el koydular. Gemiler, kaptanlar tarafından birbirlerine zincirlenip savunma becerisini artırmak için kullanıldılar! Râfiî, bugün bize abartılı gelecek bir ifadeyle, Zencîlerin donanma gücünün 1.900 gemiye kadar ulaştığını söylüyor!

Ülkenin genel çehresi, ülkedeki dağlar, ormanlar, tuzaklar, uçurumlar, bataklıklar ve taşkın bölgelerine aşina olmadıkça bir orduyu yürüyüşe geçiremeyiz.

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]

İslam İmparatorluğu ve Irk

Abbasî İmparatorluğu (MS 750-1258) kârını sürekli artırmak için aşama kaydeden bir medeniyet olma fikrini kısa sürede kavradı. Köylü göçleri ve tekrarlanan seller yüzünden giderek bataklık bölgesine dönüşmüş olan Fırat-Dicle deltası, yoğun emek aracılığıyla diriltilmeye çalışıldı. Zengin arazi sahipleri, “gelgite maruz kalan araziyi ekilebilir kılmak şartıyla yüklü miktarlarda yardımlar aldılar.” [1]

Bu amaç doğrultusunda Zencîler, ya da başka bir ifadeyle, Doğu Afrika kökenli siyah köleler ithal edildi. Giderek “Zenc” terimi, belirli bir coğrafî bölgeyi tanımlamak için de kullanıldı ve aynı zamanda köleleştirilebilir barbarları etiketlemek için devreye sokulan “serbestçe yüzen” bir kavram hâline geldi. Barbarlık ile ilgili bu yaklaşım, o günlerde köleliğin meşrulaştırılmasını kolaylaştıran bir etmen olarak iş gördü.[2]

Yabancı kölelerin İslam İmparatorluğu’nda sayıca baskın hâle gelmesi, İslam’ın evrimindeki ironik bir tuhaflığın sonucuydu. Oryantalist Bernard Lewis, makul ve açık kimi ifadelerde bulunur bu konuda: “Kur’an, ırkçı ya da deri rengine ait bir imtiyaza ilişkin hiçbir şey söylemez.”[3]

Esasında toplumsal manada dışlama hususunda sadece “mümin/kâfir” ölçütünü kullanan İslam, deri rengi bağlamında ırka ilişkin herhangi bir anlayış öne sürmez. Ama bu, İslam’ın renk körü olduğu anlamına da gelmez (örneğin bkz.: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi halklara, kabilelere ayırdık. Açıkçası Allah katında en değerliniz, Allah bilinciyle en çok yaşayanınızdır. Allah her şeyi biliyor, her şeyi duyuyor; bundan hiç şüpheniz olmasın.” [Kur’an, 49:13.]. Kur’an’ın önyargıdan muaf oluşu, ırkî bilinçten ziyade kabilevî/etnik bilince sahip olan İslam öncesi Arapların yaklaşımlarını yansıtır. Ama gene de bu noktada Pers yayılmacılığına dönük bir tepki olarak İranlıların “hakaretamiz bir ifade ile “kızıl insanlar” olarak anıldıklarına da şahit olunmuştur.

Başlangıcından itibaren köleliğe dönük ikiyüzlü bir yaklaşım hüküm sürdü. Peygamber’in bile köle sahibi olduğu ve köleliğin zenginleşmenin bir aracı olarak kullanılmasına izin verdiği dönemde, bir yandan da (savaş süresince ya da haraç olarak kullanılması haricinde) mevcut köleleştirme pratiklerini yasaklayan İslam içi insanî bir eğilim de mevcuttu. (Bu yasaklar, savaşlarda ve haraç olarak edinme düzleminde geçerlidir.) Bu sayede ekonomik üretkenliğin insanların daha fazla metalaştırılmasına yol açan köle ithaline ihtiyaç duyduğu ve daha fazla köle bulmak için yeni savaşların fitilini ateşleyen köleleştirmeyi meşrulaştırıcı ırkçı bir ideolojinin tesis edildiği diyalektik bir döngü ortaya çıktı.

İslamî hümanizm ise kölelik kurumlarında kendisini inkâr ederek yüzlerce yıl hükmünü sürdürdü. Söz konusu dikotomiyi geçici de olsa aşma imkânını ise Zencîler bulacaktı. Sonrasında bu hümanizmin mevcut genel emtia üretimi sisteminin bir tür hayırseverliğe doğru yozlaşmasına mani olunamadı. Paul Mattick[4] hümanizmin doğulu muadiline kıyasla daha kötü bir biçimde gözden düştüğü ve çarpıcı sonuçlara ulaştığı Avrupa arenasına ilişkin geçerli kimi genellemelere ulaşmaktadır:

“Burjuvazinin kendisini güvenli bir ortam içinde tesis etmesiyle, hümanizm, sermaye oluşum sürecine eşlik eden toplumsal sefaletin etkilerinin azaltılması adına bir tür yardımseverliğe doğru yozlaşmıştır.”

İslamî burjuvazinin hükümranlığı aksak, istikrarsız ve görece daha az emniyetliydi. Avrupa feodalizmine karşı “batı” burjuvazisinin kazandığı kimi savaşların bir biçimde onun “doğulu” muadili tarafından yaşanması gerekiyordu. Sonuçta İslam aydınları arasında hümanist bir gelenek varlığını muhafaza etti. Bu, (burjuva) tasavvufun İslam toplumlarında neden hâlâ güçlü bir akım olarak hüküm sürdüğünü de açıklıyor.

Eldeki kölelerin çoğunluğunun yerele ait unsurlar olduğu Roma İmparatorluğu ile bir kıyaslama yapıldığında, kölelerin getirilmesi için uzun mesafelerin katedilmesi gerekliliği, İslam içinde köle ticaretinin görece daha sofistike bir hâl arz etmesine neden oldu. Lewis’in hatırlattığı üzere, fetih, ticaret ve hac aracılığıyla İslam, ilk gerçek evrensel medeniyeti tesis etmişti. Burada kullanılan “medeniyet” kelimesinde herhangi bir ahlâkî anlam yoktur ve tümüyle öncekilere kıyasla daha fazla artı değer üreten belirli bir sistemi ifade etmektedir. Bunun dışında, İslam’ın evrenselci iddialarının ondaki sınıflar ve cinsiyetler arası eşitsizliği sistematik biçimde örten “muhayyel bir cemaat” olarak ümmete dayandığını söylemek mümkündür. Muhayyel bir cemaatin hayatta kalabilmek için dış düşmanlara ihtiyacı vardır ve tam da batılı muadili gibi böl-yönet taktiğine başvurur. Ancak müteakip halifelerin emekçileri milliyet esasına göre bölme politikalarına karşın köleler arasındaki uluslararası dayanışma zamanla zirveye ulaşır.

Eskilerin tabiriyle, akıllı bir savaşçı sadece savaş kazanan değil, savaşı kolayca kazanma noktasında öne çıkabilendir.

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]

İsyan

Her ne kadar isyanın fitilini, Mezopotamya’nın bataklıklarında ve tuz madenlerinde, özellikle Basra civarında çalışan Afrikalı köleler yakmışlarsa da bunlara zaman içinde diğer köleler, serfler, köylüler, zanaatkârlar, bedevî Araplar, azatlar ve tarihin karanlık, tekinsiz geçitlerinde gizlenen ve zarar ziyan peşinde koşan ayaktakımına mensup çeteler de dâhil oldular.

Hoşnutsuz isimlerden biri, Persli Ali Razi, söz konusu isyanın lideri hâline geldi. Kendisine Zencîlerin dostu manasında “Zangiyar” denilen Razi, müritlerine yeryüzünde cennet vaat ediyor ve halka açık yargılamalarda köle sahiplerini şiddetli bir biçimde cezalandırıyordu. Gizli ilimlerle ilgili bilgisi ve usturlaptaki uzmanlığı onun doğaüstü güçlere sahip olduğunun düşünülmesine neden oldu. Bu hiç garipsenmemelidir, zira Spartaküs için de benzer güçlere sahip olduğu iddia edilmiştir:

“Her şeye kanan Elen tarihçi Plutarch’a göre, Spartaküs uyurken etrafını yılanlar sarıyormuş, kâhin olan karısı o henüz daha köle iken sahip olduğu büyüklükten dem vuruyormuş.” [5]

Razi de köleleri makul kimi argümanlar üzerinden ikna edip safına kattı. Konuşmalarında kölelere sürekli, eğer onların güvenini boşa çıkartacak olursa, kendisini tereddüt etmeden öldürmelerini söylüyordu Razi’nin verdiği sözün Karbonariler gibi diğer gizli cemaatlerdeki benzeri yeminlerden görece daha hakiki olduğu kesindir.

Esasında isyanın elde ettiği başarının Razi’nin liderliğine dayanıyor olması hareketin zayıflığının önemli bir nedeniydi. Bu noktada geçmişteki birçok mücadelenin karizmatik bir lidere sırtını yaslamanın sıkıntısını çektiğini söylemeye gerek bile yok. (Elbette bazı aptallar, Subcommandante Marcos, Che, Malcolm X, Bakunin ve Lenin gibi isimlerin karizmasına kendilerini güvende hissetmek için hâlâ ihtiyaç duyuyor olabilirler. Bu sorun zaman içinde hallolmuşsa da gene de tümüyle aşılabilmiş değil.) Örneğin İlk Sicilya Köle Savaşı (MÖ 134-129) büyü yapma becerisi olduğu iddiasıyla itibar kazanmış olan Suriyeli isyancı Kral Eunus’un yükselişine tanıklık etmiştir. MS 866’da gerçekleşen ilk kapsamlı Zenc isyanının lideri de Afrikalı Şerih Habeş’tir. Üç yıl sonra Zencîler lider olarak Ali Razi’yi seçerler. İsyanın kişiliğinin damgasını taşımasından dolayı onun üzerinde durmak gerekmektedir.

Kale-şehir Muhtariye’den (Otonomya) iki halifeye ve bir dizi talihsiz generale saldırıp onları yendiler, güçlerini ve prestijlerini artırdıkları dönemde camileri yerle bir ettiler. Slavery and Human Progress [Kölelik ve İnsanî İlerleme] isimli çalışmasında David Brion Davis, Zencîlerin kayıtlı tarihte ilk “ada” toplumunu kurdukları sonucuna ulaşıyor: “Ada toplumundan kasıt, koruma altındaki, kendine yeterli kaçak kölelerin teşkil ettiği toplumdur.” Oysa Zencîlerin tartışmalı kabul edebileceğimiz bu alıntıda varsayılandan görece daha hırslı oldukları aşikârdır. Zira batılı akademisyenler, bizim gibi paranoidlere şüpheli gelecek biçimde söz konusu mücadeleleri çok küçük gösterip marjinalleştirebilmektedirler. Davis de böylesi bir yanılgı içerisindedir. Aslında Muhtariye, belki de ancak (kral iken köle olmuş) Aristonicus’un (MÖ 130 civarı) “şehre gelen tüm köleler azat edilecektir” diye beyanname çıkarttığı Güneş Ülkesi Heliopolis ile kıyaslanabilir. Muhtariye, Heliopolis’in yeniden bedenlenmiş hâlidir. Civar ülkelerdeki Türk, Slav, Persli ve Arap köleler bu bayrağın altında toplanmış, devrimci terörün hüküm sürdüğü on beş yıllık dönemin sonunda Afrikalı olmayan köleler ilk isyancıların sayısını hayli geçmiştir.

Ordunu sürekli hareketli hâlde tut ve kimsenin akıl sır erdiremeyeceği planlar yap.

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]

İdeolojik Savaş

Zenc hareketinin tüm macerası boyunca “gizlilik ilkesi”ne dayalı yaklaşımını hiçbir vakit yitirmemiş olduğunu bize gösterdikleri için Machiavelli ve Cesare Borgia’ya müteşekkir olmamız gerek.

Sürecin ta başında bile, elde yeterince silâh olmamasına karşın, hareket, örgütlenme konusunda muazzam beceriler gösterdi. Çok soğukkanlıydı. Gizli bir plan hazırlayan Ali Razi, dostlarını ayrıntılar konusunda bir şifre yoluyla bilgilendiriyordu. Buna göre her bir köle (ekseriyetle erkek) efendisine aynı gün aynı saatte suikast düzenleyecek ve evini, servetini ve toprağını elinden alacaktı. Plan tıkır tıkır işledi ve böylelikle hareket, bugünkü Irak, Bahreyn ve İran’ın önemli bir bölümünü ele geçirdi.

Yönetici sınıfın kibri zamanla dezavantaja dönüşmüştü. Klasik antikite boyunca köleler “konuşan maskeler” ya da “can bulmuş alet edevat” olarak görülmüşlerdi. Müslüman elitteki aynı kibir, hızla bir dizi zafer elde etmiş Abbasî Hanedanlığı’na sirayet etti. Hanedan üyelerinin aşağıda da ele alacağımız ırkçılıkları, kölelerin küçümsenmesine bağlı olarak, onların kölelerce mağlup edilmesine neden oldu.

Yönetici Müslüman elitin ırkçılığı, imparatorluk köle emeğine giderek daha fazla bağımlı hâle gelmesiyle derinleşir ve daha da kötü bir hâl aldı. Örneğin ünlü Müslüman tarihçi Mesudî, Bergamalı Galen’e sırtını yaslayarak kaleme aldığı çalışmasında, Sudanlıların on özelliğini şu şekilde sıralıyordu: “Kıvırcık saçlar, ince kirpikler, geniş burun, kalın dudaklar, keskin dişler, berbat kokan bir deri, koyu gözbebekleri, çatlak el ve ayaklar, uzun penis ve hayli neşeli bir hâl.” Devamında da Galen’den şu alıntıyı yapıyor: “Beynindeki fesada bağlı olarak içinde olduğu neşeli hâl o karanlık karakterine baskın çıkar. Dolayısıyla zekâsı zayıftır.”[6]

Bir başka yerde ise Mesudî, siyah derili olmalarının nedenini Eski Ahit’teki Ham/Kenan hikâyesi üzerinden Tanrı’nın lânetine bağlıyor: “Nuh’un Gemisi’nde karısı ile cinsel ilişkiye girdiği için dölündeki lânet üzerine geçmiştir.” (Bu lâneti taşıyanın Ham mı yoksa Kenan mı olduğu ile ilgili tartışma için Ephraim Isaacs’in çalışmasına bakılabilir.) Her ne kadar haham geleneğinden gelen ideologlar, yazılarında mündemiç olan ırkçılıkta kendini gösteren bir ahlâkî seçilmişlik fikrine inanmışlarsa da kendi ırkını başkalarından biyolojik/kültürel açıdan üstün olduğuna dönük inanca, ayrımcılığa dayalı açık bir ırkçılığa dönüştürmek İslam düşünürlerine kalmıştı. Her şeyin ötesinde eski Yahudilik’ten farklı olarak İslam’ın elinde ayakta tutmak zorunda olduğu bir imparatorluk vardı!

İbn-i Kuteybe, “siyahların “sıcak bir ülkede yaşadıkları için çirkin ve şekilsiz” olduklarını düşünmektedir. “Sıcak, onların rahimde yanmalarına ve saçlarının kıvırcıklaşmasına neden olmaktadır.” İbn-i Haldun gibi bir dâhi bile siyahîlere karşı önyargılı olma lekesini taşımaktadır üzerinde: “Bu nedenle Zencî milletler kural olarak köleliğe boyun eğerler, çünkü onlar, esasta dilsiz hayvanlara benzer özelliklere sahiptirler ve daha az insandırlar.”

Sana zafer kazandıran taktikleri asla tekrarlama, aksine onların sonsuz çeşitlilik arz eden koşullar tarafından ayarlanmasına izin ver.

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]

Mutaassıp hoşgörüsüzlüğe ait bu türden nutuklara karşı bazı siyahî yazarlar karşı saldırıya geçtiler. Bir hicivci olan Basralı Cahiz (776-869), Zencîleri onları hakir görenlere karşı savunan “Siyahîlerin Beyazlara Karşı Duyacağı İftihar” isimli bir eser kaleme aldı. Ama bu türden entelektüel gayretler ne yazık ki kapsam itibarıyla sınırlı kaldı. Örneğin hicivci, saray soytarısı ve şair bir Arap olan Ebu Dulema (ölümü 776 civarı), Abbasî sarayındaki efendilerini eğlendirmek için kendisiyle alay etmeye ve bu yönde komiklikler yapmaya zorlandı. Lewis [Race and Color in Islam -İslam’da Irk ve Deri Rengi-, s. 17], Cahiz’in Afrika kökenli olmasına karşın Afrikalılara dönük müdafaasında “tümüyle ciddi” olmadığı iddiasındaydı. Cahiz, o zehirli diliyle Zenc hareketine saldırırken, kesinlikle Arap’tan daha fazla Arap’tı: “Zenc hareketi, insanlığın en az zekâlı ve en az izanlı oluşumudur, ayrıca eylemlerinin sonuçlarını anlama becerisinden de mahrumdur.” Zencîler, belki de en fazla kendileriyle ilgili yanlış düşüncelerle mücadele ettiler.

Taktik ve Strateji

Gulamrıza İnsafpur’un İran’da Kırsal Ekonomik Hayat ve Toplumsal Sınıflar Tarihi isimli eserinde ifade ettiği kadarıyla, Zenc hareketi, 15 yılı bulan mücadele boyunca imparatorluk güçleriyle 156 kez savaştı. İlk altı yılda kazanılan savaşların çoğu, cesaret ve baskına dayalı gerilla taktiklerinin bir karışımı aracılığıyla kazanıldı.

Örneğin yedinci çarpışmada iki köye eşzamanlı saldırarak halifenin generallerini büyük bir kurnazlıkla yendiler. Gerektiğinde acımasız (halife yanlısı binlerce kişiyi idam ederler) gerektiğinde de yüce gönüllü oldular (imparatorluk karşıtı propaganda savaşının bir parçası olarak askerleri serbest bıraktılar).

Kurnaz ol! Kurnaz ol! Ve casuslarını her türlü iş için kullan.

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]

Zenc hareketi kadar tavizsiz olan bir hareket bile sınıf düşmanları ile ara sıra temas kurmaktan kaçınamadı. Eldeki stoklar tükendiği vakit kendilerine kumanya satan tüccarlar ve kendi saflarına kazandıkları askerler, ilk fırsatta üstlerindeki kuzu postunu çıkarttılar, zamanla birer hain olduklarını kanıtladılar ve sahte birer isyancı olarak mücadeleye zarar verdiler.

Bu konuda en fazla öne çıkan örnek, (Müslüman) bir milliyetçi iken (Müslüman) Arap ordusuna karşı savaşan ve “yığınla İranlıyı “özgürleştiren” Yakup isimli isyancıdır. Ancak Zenc hareketinin eşitlikçi ilkelerinden zamanla nefret etti ve ilk çatırdamada Halife’nin yanına kaçarak harekete asla telâfi edilemeyecek büyük bir darbe indirdi.

Paris Komünü’nün tarihsel derslerinin Ortadoğu proletaryası için de geçerli olması tabiî ki şaşırtıcı değildir. Bilindiği üzere Komün’de patronlar, aralarındaki hizip kavgalarını askıya almış ve proletaryaya karşı birleşmişlerdir. “Şerefsiz” Yakup, bu özel dersi bizlere yüzlerce yıl önce vermiştir aslında!

Tüm bu yaşananlar, Zenc hareketini yaygın bir istihbarat ağı kurmaya itti. Yereldeki casuslar, düşmanın planlarını öğrenmekle görevlendirildiler. Ali Razi, efendilerinin niyetlerini sormak için halife yanlılarının hâkim olduğu bölgelerdeki kölelerin kaçırılması emrini verdi ve bu kölelerin birçoğunu kendi safına kazanarak, onlara hiçbir zarar vermeksizin serbest bıraktı. Ayrıca bu ulaklar aracılığıyla Zenc hareketi, dinlemesi muhtemel herkese eşitlikçi öğretilerini vazetme imkânı buldu.

Hareket içindeki birbirinden farklı katmanlar, özel mülkiyete karşı kapsamlı bir saldırı gerçekleştirmek için birbirlerini tamamlayacak şekilde hareket ettiler. Afrikalılar ve bedevîler, kölelik dönemi öncesinden hatırladıkları kabilelere benzer hiyerarşik olmayan komünler kurma gayretiyle komünist eğilime katkı sundular, Persliler ise bu noktada her şeyin ortak mülkiyette olması gerektiğini vazeden Mazdekî ideolojinin etkisi altındaydılar.

Zenc isyanı, kadınların da mücadeleye aktif bir biçimde katıldıkları nadir isyanlardan biridir. Burada not etmek gerekir ki kadınlar ve çocuklar da halife topraklarında özel bir rağbet görmekte, dolayısıyla köle ticaretinde ağırlıklı bir yer tutmaktaydı.

Sıradan sözler ve hazırlıkların artırılması düşmanın ilerlemekte olduğunun işaretleridir. Sert bir dil ve ileri atılmak ise düşmanın geri çekildiğinin işaretleridir.

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]

İmparatorluk İntikam Alıyor!

“Feodal” bir yapı olarak teşkil edilmiş İslam İmparatorluğu, üç yüz yılı aşkın bir sürenin ardından madenlerde, atölyelerde, bataklıklarda, tarımda ve ev işlerinde çalışan milyonlarca köleye sahip bir güç hâline gelmişti. Bu, “feodalizm”e paralel, onun yanı başında ve ona tabi olarak yaşayan bir köleci üretim tarzının oluşmasını koşullamıştı. Köle sahipliği konusunda bir artığın oluştuğu, bazı kölelerin saray eğlencelerinde kullanılmalarından bellidir. Harem ağaları, bakireler ve hatta travestiler, Müslüman elitin zevk dünyalarına peşkeş çekiliyorlardı. “Temsil” olarak bilinen köle pazarlarında köle fiyatları askerî bir zafer ardından hızla düşüyordu. Yirminci yüzyılın tüketimciliğini önceden haber verecek biçimde zeki bir tüccar, düşük seyreden satışları canlandırmak için 40 Türk köle alana bir tane bedava vermeyi düşünebiliyordu!

Onuncu yüzyılda hazırlanan köle tüccarlarının kullandığı ilk el kitabı, esas olarak kölelerin fizyolojisi ve fizyonomisine odaklanıyor, bu türden el kitapları ileride karşımıza çıkacak kafatası biliminin öncüsü olarak kabul edilebilirler. Sonraki çalışmalar, ayrıca etnolojik özellikleri de analiz ediyorlar. Tüm bir çalışmasını bu konuya teksif etmiş olan İbn-i Büttan, köleler için ayrıntılı bir teknik işbölümü öneriyor.

Bütün bu bilgiler, yönetici sınıf hareketi askerî açıdan parçalayıp kitle içine kuşku tohumları serpiştirmek için kullanıldı. Zamanla Zenc hareketinin kontrolündeki şehirler halife güçlerinin eline geçtiler. Hareketin başkenti olan Muhtariye iki yıl kuşatma altında kaldı. Sonunda bir baskın ve saldırı ile Razi ve en yakın dostları son bir savaş için harekete geçtiler. Her şeyin bittiğini biliyorlardı. Sona geldiğinde Razi’nin kesilen başı, direnişin beyhude olduğu konusunda geri kalan özgür köleleri ikna etmek için tüm bölge genelinde teşhir edildi. Ancak binlercesi, buna inanmadı ve asla somutlanmayacak bir mucizenin gerçekleşmesi umuduyla, kuşatma altındaki birkaç küçük bölgede savaşmaya devam etti.

Sonuçlar

Dolayısıyla bu konudaki darb-ı mesel şudur: ‘Eğer düşmanını ve kendini biliyorsan, yapılacak yüzlerce savaşın sonuçlarından korkmana gerek yoktur. Eğer düşmanını biliyor ama kendini bilmiyorsan, kazandığın her zaferde bir mağlubiyet yaşarsın. Eğer ne kendini ne de düşmanı biliyorsan, her savaşta yenilirsin.’[…]”

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]

Bir seferinde gerici bir burjuva, Roma İmparatorluğu’ndaki köle isyanlarının yenilmesini şu şekilde izah etmişti: “[…] ayaklanmalar başarısızdı, çünkü tarihin en devrimci krizinde bile köleler her zaman yönetici sınıfların araçlarından başka bir şey değildiler.”[7] Lenin, elbette Zenc isyanından habersizdi. Beş aşamalı tarih tezi üzerinden Stalin, tuhaf biçimde şu sonuca ulaşıyordu: “[…] Çöküş aşamasındaki Roma Cumhuriyeti’nde yaşanmış büyük köle ayaklanmaları köle sahibi sınıfı ve köleci toplumu yok etmiştir.” [8] Aynı hükmü Zenc isyanı ile ilgili olarak verdiği takdirde hatalı, ama gene de görece daha güvenli bir zeminde olacaktır. Hem Lenin hem de Stalin, antik dünyadaki sınıf mücadeleleri analizi konusunda eksiktir. Ortadoğulu akademisyenler de bugüne dek söz konusu eksikliğe yaslanan sözleri yankılamaktan başka bir şey yapmamışlardır.

Zenc hareketi savaşlar kazandığında ve yeni üyeler edindiğinde dahi fark edilemeyen, doğasına özgü kimi zaaflara sahipti. Cephede ilerleme durduğunda kusurlar açığa çıktı ve aşılması imkânsız kimi engellerle yüzleşildi.

Hanibal, Cannae’de o ünlü zaferi kazanması ardından süvari komutanı Maharbal onu Roma’ya ilerlemeye zorladı. Hannibal bu öneriyi reddedince Maharbal sert bir cevap verdi kendisine: “Hanibal, tanrılar sana nasıl zaferler kazanacağını öğretmiş, ama bu zaferleri nasıl kullanacağını öğretmemiş.” Aynı eleştiri Zenc için de geçerlidir. Hilafet güçlerine karşı verilen mücadeleyi duraksatmak, Zencîleri avantaj kazanma imkânından alıkoymuştu. Ellerinde bir ana plan yoktu. Zaman içerisinde hazinelerinde servet birikmesiyle hareketin önderleri, eski efendilerini taklit etmeye başlamışlardı. Katı hiyerarşik yapı ve askerlere yönelik seçkinci tavır hayal kırıklığına yol açmıştı. Hareketin ordusundaki kimi üst düzey generaller, nefret ettikleri toprak ağalarından farksız bir hâl almışlardı. Tüm bu sürecin yarattığı yabancılaşmanın net biçimde farkında olan Ali Razi ise yaşananlar karşısında eli kolu bağlı kalmıştı.

Aynı sorun, 17. yüzyılda Karayip Adaları’ndaki topluluklarda da tekerrür etti.

“Örneğin Palmares yerleşiminin uzun süre ayakta kalması, esasen Kral Ganga Zumba’nın monarşik düzeninin gerçek manada bir hanedanlık formuna sahip olduğunu ifade eder. […] Bu bağlamda yaşanan en tuhaf gelişme ise Brezilya’daki Yerli direniş liderlerinin ortaya çıkmasıdır. […] Bu liderler, Portekiz Katolikliğinin etkisiyle kendilerini papa gibi takdim etmişlerdir.”[9]

Köleler arasındaki çeşitlilik, zamanla bölünmenin ana nedeni hâline geldi. Razi ve generallerinin arasında taktikler konusunda tartışmalar yaşanmaya başlandı.

Bugün kimilerine göre Zenc hareketi yenilmiş olmasına karşın muzafferdir, zira o, yönetici sınıfı feodalizmin yedeğindeki bir üretim tarzı olarak kölecilikten vazgeçirmeyi başarmıştı. Kölelerin iş yükü hafifletilmiş ve köleler zamanla köylülere ve serflere dönüştürülmüş, bir kısmı da “azat” edilip ücretli köle hâline getirilmişti. Buna göre Zenc hareketi, toplumsal devrim olmayan bir toplumsal devrim başlatmıştı. Ama belki de kendisinden önceki ve sonraki birçok proleter harekette görüldüğü üzere, en büyük hatası, “antik çağa ait şu temel önermedeki hikmeti göz ardı etmesiydi:

O hâlde savaşta en büyük hedefin uzun seferler düzenlemek değil, zafer kazanmak olmalıdır.

[Sun Tzu, Savaş Sanatı]

Mike Harman
4 Temmuz 2007
Kaynak

Dipnotlar:
[1] David Brion Davis, Slavery and Human Progres, s. 5.

[2] P. F. de Moraes Farias, Slave & Slavery in Muslim Africa, Yayına Hz.: J. R. Willis, I. Cilt, s. 27.

[3] B. Lewis, Race and Slavery in the Middle East, s. 21.

[4] Paul Mattick, Anti-Bolshevik Communism, s. 158.

[5] F. A. Ridley, Spartacus, s. 37.

[6] Bkz.: Ekber Muhammed, Slaves and Slavery in Muslim Africa, I. Cilt, s. 68.

[7] W. Z. Rubinsohn, “Spartacus’ Uprising and Soviet Historical Writing”nden aktaran Lenin.

[8] J. V. Stalin, 13. Cilt, s. 239, “Birinci Tüm Kolhoz Köylüleri Sovyet Kongresi”.

[9] K R Bradley, Slavery and Rebellion in the Roman World, s. 10-11.