Pages

11 Şubat 2013

Zoka


Post-sovyetik dönemdi, Sovyetler’in çözülmesi üzerinden birkaç yıl geçmiş idi ve Rusya ile ilgili olarak ana akım medyada şu haber geziniyordu: “Rusya’da ılımlı kapitalizm tartışılıyor.” Tersten anlaşıldığında, bu başlığın tartıştırılmak istendiği açık. Sosyalizmin çözüldüğü Rusya’da halkın sömürü karşısında eski rejimi arzuladığı bir momentte geri dönüşün önlenmesi için fikriyatın ve pratiğin belli bir noktada sabitlenmesi zaruri.

“Ilımlı kapitalizm” tabirinde liberal bir hava hâkim. Liberaller, “tamam, Marksistlerin eleştirdikleri kapitalizm kapitalizmin o ilk, vahşi aşamasıydı ama artık o dönem çok geride kaldı.” diyorlardı. Dolayısıyla, kapitalizme karşı mücadele etmek gereksizdi. Özetle, yeni türeyen Rus oligarkları, batılı fikir babaları ile birlikte halka “sosyalizmi unutun, artık kapitalizm var, onun da ılımlısına razı olun.” demiş oluyorlardı.

Aynı dönemde, esas olarak seksenlerin başına kadar uzanan başka bir kavram daha tartışmaya açılmıştı: Ilımlı İslam. Burada da batılı efendiler, “mücadeleyi ruh bellemiş o İslam’ı unutun, yeni koşullara uyum sağlamış, diz çökmüş İslam’la idare edin.” diyorlardı.

“Ilım” sözcüğünün bir anlamı, ölçülülük, itidal, bir diğer anlamı ise “ekinoks”. Bu anlamda, “ılımlı İslam” tasarımının yıllar boyu “biz kapitalizmle sosyalizm arasında ya da dışında üçüncü yoluz. Kur’an’ın emrettiği şekliyle, ‘vasat’ ümmetiz.” diyenlerin faaliyetlerinin bir sonucu olduğunu görmek gerekiyor.

Müslüman halk kütlesinin mevcut cüssesine sırtını yaslayarak liberal bir feyz ile üçüncü yolculuk yapmak, bugünün ılımlı İslam tasarımlarının yolunu açmıştır. Rusya’da önerilen kapitalizm de yetmişlerle birlikte komünist parti içinde yapılan tartışmaların bir ürünüdür. Stalin sonrası iki klik ortaya çıkmış, kliklerden biri, Latin Avrupa’daki komünist partilerin sağ reformist yönelimlerinin de etkisiyle, kapitalizmi çağırmıştır. Nihai darbe Gorbaçev ve Yeltsin ile gelmiş, sonuçta sosyalist birikimi ölçü alacak bir tür kapitalizm modeli önerilmiştir. Söz konusu kliğin altmışlarda Ortadoğu coğrafyasına önerdiği “kapitalist olmayan yol” formülü de aynı minvaldedir. Nihayetinde Sovyetler, etrafına hendek kazarken, kendi kazdığı hendeğe düşmüş, ilk düşüş, zafiyet Afganistan’da yaşanmıştır. Bu zafiyet, esasen Amerikan emperyalizminin kurduğu bir tuzakla ilgilidir.

Bu dönemde ellilerle birlikte Sovyetler’in kuşatılması için sivriltilen politik İslam da kendi etrafına hendekler kazmış, ancak o da doksanlarla birlikte, Körfez sermayesinin de çekim gücüyle, kendi hendeğine düşüp ılımlılaşmak zorunda kalmıştır. Ilımı, yani ölçülülüğü tümüyle emperyalist dünya nizamı ile ilgilidir. Artık ölçü insan ve bireydir, zira Soğuk Savaş döneminde komünizmle araya kazılan hendeğin bir ucunda “insan”, diğer ucunda “birey” bayrağı dalgalanmaktadır.

Soğuk Savaş döneminde ABD-Sovyetler kavgasında Müslümanları ABD yanlısı kılmak için Kur’an da istismar edilmiştir. Misal, Rum Suresi’nin konusunu teşkil eden Persliler-Romalılar savaşında Müslümanlara Allah’ın Romalıların safında olduğu söylenmiştir. Bunun gerekçesi de Romalıların ehl-i kitap oluşudur. Bu surede Allah, Romalıların yenildiğini söyler ama birkaç yıl sonra gerçekleşecek savaşta onların kazanacakları haberini verir. Kimi müfessirler, ABD desteği ile kaleme aldıkları yorumlarda, bu ayetin haber değil, “müjde” verdiğini söylemiş, Allah’ın ve Peygamber’in aslen Romalıların safını tuttuğunu iddia etmişlerdir. Oysa ayetin devamında, “Müslümanlar da bir gün sevinecek” denilmektedir. Ama ayet, ısrarla Müslümanların bugün kitapsız olan Sovyetler’e karşı ehl-i kitap olan ABD’nin desteklenmesi yönünde yorumlanmıştır.

Esasında Persliler ve Romalılar arasındaki savaşın o günün jeopolitik gerçeği dâhilinde bölgedeki Müslümanlar için anlamı, Yahudilik-Hristiyanlık kavgasıdır. Dolayısıyla, söz konusu yorum kasıtlıdır. Sonuçta lânetlenmişlerin ve yoldan sapmışların karşısında hak yolunu sürdürmesi gereken Müslümanlar, gündelik çıkarlar uyarınca, yoldan sapmış ve ılımlı İslam için gerekli zemini teşkil etmişlerdir. Bu zemin, İslam’ın mücadelesini belirli bir coğrafyaya ve belirli bir tarihsel kesite kapatmıştır.

Mücadele, kapanmaya gelmez. Mücadeleyi ruh bellemiş İslam’ın silinip yerine diz çökmüş bir İslam’ın hâkim kılınması, ancak İslam’ın kendine kapatılması ile mümkündür. “Ilımlı kapitalizm” türünden tartışma başlıkları fikri ve ameli ne yönde kıstırıyor, boğuyorsa, “ılımlı İslam” tartışmaları da benzer sonuçlar üretmektedir.

İslam düşmanı kimi Hristiyan sitelerinde “siz kanmayın İslam sözcüğünü ‘barış’ diye çevirmelerine, İslam Arapçada teslimiyet demek ve teslimiyet de elindeki kılıcı ile Muhammed’e teslimiyetten başka bir şey değil.” denmesi boşuna değil. Ele göre kendisini yıkıp kuran Müslümanlar, bu sözlere her şeylerini eğip bükmek zorunda kalıyorlar. İslam’ı barış yurduna indirgiyorlar, Muhammed’in ordusuna teslimiyeti geçersizleştiriyorlar ya da Muhammed’i devre dışı bırakıp Kur’an’ı kendine kapatıyorlar. Sonuçta ayrı ayrı ya da bütün olarak geride, Allah’tan, Kur’an’dan ve Hz. Muhammed’den azad olmuş bir fikrî bütünlük kalıyor.

Siyaset alanında tezgâhlar kuruluyor, tezgâhlara mal taşıyan tüccarlar, kendi çıkarlarına uygun tezgâh sahipleri buluyor. Tezgâhta satılan, sömürülenlerin ve mazlumların kanı-teri. Bu açıdan, sömürülenlerin ve mazlumların kan ve ter dökerek verdikleri zulme ve sömürüye karşı mücadeleler içinde ol mücadelelerden kaçanlar, kendi tezgâhında ya da atölyesinde mutlak, bütünlüklü, dört başı mamur, kendine kapalı, havada asılı mallar üretme yoluna gidiyorlar.

Bu tarz malların üretilmesi, onların satılabilmesi için şart. Ama gene de her eylemlilikte malın bir yerinden kan ve ter sızıyor. Bu durum, siyaset alanında köşe başlarını bu tarz mallar üretenlerin tutmasına mani değil. İslamcılık, sosyalizm, Marksizm… Hepsi, kendi özgünlükleri ölçüsünde öne çıkartılıyor ve tezgâhlarda satılıyor. O tezgâhlarda satılan, sömürülenlerin ve mazlumların kanı-teri olduğuna göre, kendine kapalı bir İslamcılık, sosyalizm ya da Marksizm satılabilmek için o kandan ve terden kurtulmalı.

Hristiyanlardaki İslam düşmanlığı, İslamcılık formülünü kansız ve tersiz bir yerde oluşturmayı dayatıyor. Liberallerin ya da faşizmin saldırısı da aynı şekilde sosyalizmi ve Marksizmi böylesi bir yere zorluyor. Ilımlı İslam, Hristiyanlığın yanına kaçtığından beri onun ölçülerine göre kendisini kuruyor ama öte yandan da mücadeleci özü kurumaya yüz tutuyor.

“Ilımlı İslam”, Müslümanların önünde duran ulemanın ikna edilmesi gayretinden başka bir şey değil. Ulema, esas olarak neoliberalizme, Yahudi-Hristiyan teolojisine, tekellerin nizamına ikna ediliyor. İkna gayreti dâhilinde İslam, kendine kapatılıyor. Avam, havassın bu türden teşebbüslerini ağzı açık izliyor ve “vardır bir bildikleri” diye düşünüyor. Sonuçta satılabilir bir meta hâline getirilen İslam, O’nu bugüne getiren kandan ve terden arındırılıyor. Zira, bir yerinden kan ve ter sızan bir metanın satılma ihtimali de bulunmuyor.

Bu aşamada İslamcılık, kendine kapalı bir biçimde formüle ediliyor ama bu işin kökü Hz. Muhammed’e hatta Hz. Âdem’e kadar uzatılıyor. Bunu duyan avam da ne kadar köklü olduğunu düşünerek ve asıl insanın kendisi, kendisi dışındakilerin de hayvan, yeryüzünün sadece kendi yurdu olduğuna inanarak mutlu oluyor. Bugünde güçlü olmak isteyen mazlum ve sömürülen kişi, bu türden tarihyazımları ile kandan ve terden kurtulabileceğini zannediyor. Kan ve terden temizlenmiş bir metanın taşıyıcılığı, satıcılığı veya alıcılığı, kişinin kandan ve terden kurtulduğu huzurlu ve mutlu bir âna işaret ediyor.

Oysa kökün bu denli derine uzatılmasında esasında belli bir hinlik var. Kanın ve terin mücadelesi silindiğinden, belirli bir dönem politik bir anlamı, varoluşsal ve direnişe dair bir değeri olan namaz, şahsî bir eyleme indirgeniyor. Kökün derine uzatılması ile politik muhteva sulanıyor ve İslam’ın sömürücülere/zalimlere salladığı kılıç elinden alınıyor. Bu eylemin dışında bir değeri bulunmayan tüm fıkhî, amelî hususlar kendinden menkul kültürel motiflere dönüşüyor.

Adamın biri elinde bir tabak hurma ile Peygamber’in yanına gelir. Peygamber, “bu sadaka mı hediye mi?” diye sorar. Adam “sadaka” diye cevap verir. Bunun üzerine Peygamber, hem öğrencisi hem koruması olarak görev yapan ashab-ı suffanın kaldığı kulübeyi göstererek “oraya götür” der. Adam elindeki hurmalarla kulübenin kapısına yönelir. Kapıda Peygamber’in torunu Hasan durmaktadır. Uzanır tabaktan bir hurma alır, tam ağzına atacakken Peygamber durdurur onu ve “biz Ehlibeyt’iz, bize sadaka yakışmaz.” buyurur. Sadaka tasdik etmektir ve Peygamber’in konumu tasdik etmeyi gerektiren bir konum değildir.

Ömrünü Peygamber gibi yaşamak ya da diş fırçalamakla geçiren bir Müslüman’ın özdeşlikle yerle yeksan ettiği, işte tam da belli bir mücadelenin komutanı ve onun karargâhıdır. Ilımlı İslam, esasında o komutanlığın ve karargâhın artık zihinlerde ve amelde belirli bir hükmünün kalmamasıdır. Batı, Muhammed’siz Kur’an’a ve Kur’an’sız “Allah”a hazır ve razıdır.

Eren Balkır
10 Şubat 2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder