Politika, hata yapma cüretidir. Teori ise ilkokul
düzeyindeki bir algı ile ancak “hatalardan ders çıkartma” düzeyinde ele alınan
bir pratiktir. Neyin hata olduğunu söyleyen ise her zaman düşmanın kendisidir.
Hattizatında neyin hata olduğunu söyleyenin, düşmana
karşı kolektif devrimci pratiğin bizatihi kendisi olması gerekir. Arada böylesi
bir dolayım yok iken, hata diye giderilmeye çalışılan, her zaman düşmanın
“düzelt” dedikleridir. Düşmanın bize çekidüzen vermesi, “legalizmi istismar”
bile değildir.
Demek ki aslında hatayı giderme pratiğimiz, düşmanın
alanının genişlemesi ile ilgilidir. Dolayısıyla, daha fazla akıllanıp daha
fazla “kitap yüklü eşek” oldukça düşmanın eli kuvvetlenmektedir. Biz, kavga
için neyi ne kadar öğreneceğimizi bile, bu konudaki ölçü ve ölçeği dahi,
düşmandan almaktayız. En hızlı devrimcimiz akademisyen olmakta, teorik dünyamız
kampüslerle sınırlı kalmaktadır.
Mevcut teorik faaliyet eleştirisi gene de, “burjuva
aklından kurtuldum, benim önümde diz çökün” diyenlere kanmamızı gerektirmez.
Onların kurtuldukları ve hatanın bizatihi kendisi olarak gördükleri şey,
kolektif devrimci pratik ve politikadır. Esasında öylesine burjuva aklıyla
donatılmışlardır ki adım atmanın kendisi, Yahudilerin Şabat gününde olduğu
gibi, dal kırmak bile, günahtır. Onlarda burjuva akıl nihayet Yehova’ya, her
tür fani insanî pratik Tanrı’ya küfre dönüşmüştür. Sonuçta mevcut teorik faaliyet
eleştirisi geçersizleşmiş, teori, hiç dokunulamayacak bir yere fırlatılmıştır.
Marx’ın tabiriyle, “çamurlu çizmeleri ayağına geçirmesi gereken teori”,
modernizm ve aydınlanma eleştirileri ile kirden çamurdan uzak, fildişi kulesine
saklanmıştır.
Modernizm ve aydınlanma eleştirisi, esasen bu
tanrısallık için gereklidir. Burada Marx denilen faninin insanî pratiği de
ezeli-ebedi “ekoloji” ya da “kadın” üzerinden ezilme imkânı bulur. Ekoloji ve
kadın, bu kesimlerin tanrısının “Esma-ül Hüsna”sıdır. Böylesi bir eleştiri, her
şeyi kişiselleştirip ezmeye ve boşa düşürmeye mecbur olan liberalizme
akrabadır. Her eleştiriyi ya da pratik adımı, “bunu sen söylüyorsun” diyerek
kişiselleştiren ve talileştiren şahıs, aslında örtük olarak tanrısal bilginin
kendisinde olduğunu söylüyordur. Tanrısal bilginin kendisinde olduğunu iddia
eden ise, gündelik çıkarlarının, paranın, mülkün tahakkümü altında olmayı
yüceye çıkartmış ve kabullenmiş kişidir. Liberal yaklaşım açısından, bir gün
sonrasını düşünmeyen, kısa günün kârı deyip tüm hayatı çıkarına göre tasnif
etmeyen, kariyer planlaması yapmak yerine kendisinin görmeyeceği bir gerçek
için dövüşen kişi ahmaktan başka bir şey değildir. Ahmaklık hata yapmaktır,
hata yapmak, politik olmanın gereğidir, dolayısıyla, liberal yaklaşım için
politika dışılık en akıl kârı uğraştır.
Teorik, ideolojik ve pratik düzeylerde her şeyi
tüketmiş kişi, genel tüketim ideolojisinin kulu olduğunun farkında değildir.
Allah kadar birey de bu tüketimin meşru zemini olabilir, olmaktadır. Tüketimde
tüm nesneler dünyası, para tanrısının önünde diz çökmüştür ve bu durum, bireye
yalancı bir özgürlük hissi verir. Buradan türeyecek özgürlükçü politikanın bir
atımlık barutu vardır.
Özgürlükçü politikadan çok politikanın
özgürleş(tir)mesinden söz etmek gerekir. Che’nin tespitiyle, sabrı devre dışı
bırakıp özgürlüğü hemen şimdi istemek, özgürlüğe ihanettir. Tarihin belirli bir
momentindeki burjuva aklına, aydınlanmaya ve modernizme karşı çıkıp soyut bir
“ezilenler” kurgusu ile bugünde özgürlük istemek, burjuva aklının somut
burjuvalardan çıkıp genele yayılması demektir.
Örneğin “İhsan Eliaçık Müslümanları laikleştiriyor”
deyip, genel, ezbere bir laiklik eleştirisi yapmak, dolayısıyla Eliaçık’a
özünde “hiçbir şey yapma” demek, burjuva aklının kalıcılaşması ve
sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Eliaçık’ın saldırdığı hurafeleri
ezberindeki batılı aydınlanma eleştirmenlerinin veya postmodernistlerin
kafasındaki kilise ile bir tutmak, kiliseyi ülkedeki devlet İslam’ı ile
eşleştirmek, hakkaniyetli bir tutum değildir.
Her genç kuşak, biraz da hata yapmama noktasında
teoriye, oradan da politik faaliyete örgütlenmektedir. Teori, özünde salt hata
yapmamak üzerinden edinilmekte ve buradan da ezbere dönüşmektedir. Devrimci
örgütler, gizlilik meselesini daha doğru yapmak ya da örgütsel dayanışma ruhunu
daha iyi kurmak yönünde kendilerini öne çıkartmaktadırlar. Ama bu öne çıkartma
gayreti asla tek başına politik değildir. Sırf gizliliği daha iyi hallediyor ya
da örgüt ruhunu daha doğru kuruyor ve iyi bir “aile” oluyor diye bir örgüt,
politika yapıyor değildir. Bunlar yapılırken, devrimci politika adına ne türden
ödünlerin verildiği görülmek zorundadır. Brecht’in anlattığı bir Keuner
hikâyesinde ifade ettiği üzere, öz biçime kurban edilmemeli, devrim, örgüt,
gizlilik, dayanışma ve ruh neden ve ne için var edilmiş, asla unutulmamalıdır.
Genç kuşakların teoriyle ilişkisi, dingin koşullarda,
böylesi bir seyir izlemektedir. Daha temkinli, daha akıllı, daha bilgili ve
daha vuzuh sahibi olmak, politikanın ön şartıymış gibi sunulmaktadır. Hepsinde
de aynı hava hâkimdir: “Eski kuşaklar yapamadı, biz yapacağız.”
Bu yaklaşım tarihselliği anlamsızlaştırmakta,
toplumsallığı ise boşa düşürmektedir. Her yenilgide düşmanın gölgesi daha fazla
düşmektedir üzerimize. Kimimiz, bu gölgeye sığınarak konuşmayı politiklik
zannetmekte kimisi farkında olup “şimdilik, hayatın devamı için bu gölgeye
sığınmak gerek” demektedir. Devrim de sosyalizm de kendi bireyliği ölse
ölecekmiş gibi durmaktadır. Bu indirgemeci tavır, yani devrimi de sosyalizmi de
kendi bireysel oluşuna indirgemek, devrimin ve sosyalizmin pratiğini dirhem
dirhem öldürmektedir.
Politika hata yapma cüretiyse eğer, onun sırf hatalara
göre şekillendirilmiş teoriden de uzaklaşması gerekecektir. Hata yapmama
derdiyle cisimleşmiş teorinin politikaya hayrı olmayacaktır. Böylesi teori,
örneğin burjuva devleti, sınıfı ya da diktatöryasından da azade, soyut bir
kapitalizme dönük eleştirelliğe mahkûm olacak, o teori dışında atılan her adım
“zararlı” kabul edilecektir. Teori sahipleri, kadroları kendilerine mecbur ve
mahkûm kılmayı iş zannetmektedirler.
Her şeyi böylesi soyut bir eleştirelliğe ve soyut bir
kurguya boğmak isteyenin, somutta gayet maddî çıkarlar hesabına hareket ettiği
kesindir. Bir şey ne kadar soyutlaştırılıyorsa, o denli somuttaki belirli
güçlere hizmet ediliyor demektir. Bu soyutluk, kapitalizm, devlet, patriarka,
küresel ısınma, halkların kardeşliği vs. olabilir.
Yağmurdan kaçayım derken doluya tutulmak budur,
buradadır. Hatasız “kul” olayım derken, hatalı bir sahte “tanrı” olmak böyle
bir şeydir. Politika, eninde sonunda hata yapmayı içerdiğinden, teorinin ağır
gölgesine sığınmak, bizi günbegün daha fazla politik gerçeğe kör etmektedir.
Birileri bir eylem yapar, başkalarına da komplo
teorileri üzerinden o eylemi “hatalı” ilân etmek düşer. Birileri eylemi elbette
ki somut maddî bazı ilişkiler üzerinden yapmıştır, başka türlü bir eylem yapmak
zaten mümkün değildir, başka birileri de eylemin tanrı katından inmiş, pirüpak
bir şey olması gerektiği telkini üzerinden, ilgili eylemi değersizleştirmeye ve
maddî ilişkileri tekilleştirip kesmeye çalışır. Öte yandan, böylesi pirüpak
eylemi ancak kendisinin yapabileceği vaadini de yedekte tutar ama o eylem asla
gerçekleşmez. Yani gayet somut olan maddî ilişkiler havada asılı, boş, soyut
varlıklara dönüştürülür, sonra da eylemin tarihsel-toplumsal anlamının olmadığı
söylenir. Onu tarih ve toplum dışına atan da kendisidir, böyle olduğu için
eleştiren de.
Birileri “şiddet olmazsa olmaz” der, bir örgüt çıkar
şiddet eylemi yapar ya da Arap halkları kıyam eder, “şiddet” propagandası yapan
o birileri, bu sefer eylemin ve kıyamın arkasında ABD emperyalizmi ya da
Muhaberat buluverir. Çünkü politika cüret etmektir ve bu teorik akıllar, cüret
etme imkânlarından yoksundur.
Bilim ya da felsefedeki şüpheciliğe bulaşmaksızın,
esasen buradaki teorik aklın kendisinden şüphelenmek gerekir. Bu akıl, düşmana
teslim olmuş akıldır ve eskilerin tabiriyle, cin çarpmış, şeytan girmiş
muamelesi görmelidir.
Teori ise basiret ve feraset meselesidir. İlki
derinlikle, ikincisi ayırt etme ile ilişkilidir. Sırf hataların ayıklanması
üzerine kurulu bir teorik faaliyet, bu iki düşünsel pratiği sekteye
uğratacaktır. Çünkü bu faaliyet, düşünsel pratikte de hata yapmamaya kilitlenip
ne derinlemesine ne de ayırt etmeye yönelik bir çalışma yürütecektir. Yirmi yıl
boyunca “teori ile pratiğin arasında aşılmaz bir engel vardır, bunlar
ilişkisizdir anda” diyenin bugün dillendirdiği, “teori ile pratik arasında
ilişki vardır ve bu ilişkiyi biz kuracağız” cümlesi, içimizdeki düşmanın
fısıltısından başka bir şey değildir.
Hata yapmamayı öne alan bir öznenin bugüne ve geleceğe
söyleyeceği bir sözü yoktur, sözü yoksa özne de değildir. Zaten olmamak için
hatalara bu denli abanılmaktadır.
Ateistler, aslında mevcut dinler insana yakın bir
tanrıya inandıkları için onlara karşıdırlar. İnsana karşıymış gibi görünen bu
yaklaşım, insanî bir zaafın ürünüdür. Ateizm, hataya alerjisi olanların
ideolojik refleksi, insanî hatalara hatta “insan” denilen hataya karşı pürüzsüz
bir tasarıma bağlanarak kendi hata ve zaaflarını meşrulaştırmak isteyenlerin
doğal bir tepkisidir. Hiçbir şey yapmak istemeyenler, kendiliğinden böylesi
tepkiler üreteceklerdir. “Küçük örgütlerden sıkıldım, büyük partilere
koşuyorum” diyen için de benzer bir durum söz konusudur. Aslında bu kişi,
hiçbir şey yapmadığı ve söylediklerinin hiçbir anlam ifade etmediğinin belli
olmadığı bir yer istemektedir.
Sömürü ve zulümle şu veya bu şekilde, az ya da çok,
derdi olanların, “dert” denilen fazlalarının, yüklerinin emretmesiyle
verecekleri politik mücadelede hatasızlığa kilitlenmiş teoriyi ellerinin
tersiyle itecekleri kesindir. Çünkü onların yakacakları bir dünya, kıracakları
bir zincir vardır.
Eren Balkır
9 Şubat 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder