“Marx’ın intihalciliği” sakızını çiğneyip duruyorlar.
Diyorlar ki, “Marx’ın özgün bir fikri yoktu, o, kendinden önceki isimlerden
bazı cümleleri aşırmaktan başka bir şey yapmadı.”
Tarihsel bir kişiliğe “bud” misali tapmanın elbette ki
anlamı yok. “Put” sözcüğü, o bildiğimiz “Buda” heykelciklerine atfen üretilmiş.
Marx’ın heykelciklerini pazara çıkarmanın kıymeti kalmadı. Ama gene de şu
söylenmeli: Marx’ın “intihalciliği” tespiti, on dokuzuncu yüzyılda Avrupa bir
devrim coğrafyası olmasaydı, geçerli olabilirdi. Demek ki intihalcilik
eleştirileri, ya coğrafyanın devrimden temizlendiği momentte arz-ı endam ediyor
ya da bu eleştiriler, devrimi coğrafyadan arındırmak için dillendiriliyor.
Liberal ağız, kapitalizmin zamana hüküm koyma derdini
mutlak, ilahi bir ilke olarak üstleniyor. Zamanın tarihe doğru daralmasına
karşı direnç, hep bu ağızda ve ağızdaki sakızda karşılığını buluyor. Marx’ın
kelâmı, tam da Avrupa devriminde anlam ve değer kazanıyor. Politik niteliğini
burada buluyor. Avrupa’dan çıktığında sudan çıkmış balığa dönüyor. İşte o vakit
Lenin oluyor nefesin adı.
Velhâsıl; Marx, politikleşmiş ve devrimcileşmiş bir
coğrafyanın örgütlediği tarihsel bir kişilik. O, politikanın ve devrimcinin
koşulladığı bir hurucun kolektif öznesi. O özneye örgütlenmişsen Marksistsin,
örgütlenmemişsen ve onu burada tasfiye etmenin derdindeysen liberal.
* * *
Anakronizm, Leonardo da Vinci’nin 1498 tarihli Son
Yemek tablosundaki portakaldır. İsa’nın son yemeğini anlatan resimde, on
beşinci yüzyılda Portekizlilerin kıtaya getirdikleri portakal da kendisine yer
buluyor. Burada İsa’nın güncelle bağı kurulmak istenmiş olabilir ya da bu
resim, Avrupa’daki sömürgeci zenginliğin kendisine İsevî bir dayanak bulmak
istemesi olarak da anlaşılabilir.
İkinci anakronizm türü ise Bizans sarayının
sergilendiği bir Türk filminde kralın düşmanına “mikrop” demesidir. Mikrop, ilk
kez 1675’te keşfedilmiş ama nasıl olmuşsa, iki yüz yıl önce Bizans sarayında,
üstelik bir küfür olarak kullanılabilmektedir.
Mekânın topluma ve coğrafyaya doğru daralmasına dönük
itiraz ise muhafazakâr kesimde dil buluyor. Bunların itiraz biçimleri de
liberallerle ortak yönler taşıyor. Her ikisi de anakronizm batağına batmaya
mecbur.
Liberalizm ve muhafazakârlık, su olup efendilerinin
düşmanlarına ait dayanakları eritmek derdindedir. İlki zamanı, ikincisi mekânı
bu amaçla kullanır. İkisi arasındaki rekabetin halesine kapılmamak gerekir.
Sonuçta iki yaklaşım da toplumsal-tarihsel dayanaklarımızı çürütmek, parçalamak
gayesini güder. Dayanakları zayıf ya da eksik olanların muhafazakâr veya
liberal birikime yaslanması, bu noktada kaçınılmazdır.
* * *
İsmail Beşikçi, özellikle doksanlarda, Kürd
hareketinin koşulladığı ve var ettiği tarihsel bir kişiliktir. Bilim insanı
namusu ile Kürd’ün maruz kaldığı zulme bakmış, bilimi namluya sürme konusunda
önemli adımlar atmıştır.
Ancak ya Kürd hareketi onun ya da o Kürd hareketinin
genel bağlamından çıktı ki bugün aykırı bir pozisyona savruldu. Bir tür
anakronizme meyyal laflar sıralıyor son demde. Beşikçi, tarihin her momentinde
bugünkü “Kürdistan”ı arayıp buluyor ve bu “Kürdistan”ı bitmiş, kemale ermiş bir
olgu olarak zamana teşmil ediyor. Bu tepkinin liberallerdeki “bırakın şu
silâhları artık” sakızını çiğnediğini görmek gerekiyor. Tüm tarihte kafadaki
Kürdistan’ı aramak, bu andaki Kürdistan’ı silme çabasının bir sonucu.
Olumlu ya da olumsuz anlamda Kürd hareketini öldürmek,
bu türden zaman ve mekân tasarımlarının eşliğinde gerçekleşiyor. İsmail
Beşikçi, diyelim on altıncı yüzyılı anlatırken, aklının bir köşesinde bugünün
muhayyel Kürdistan’ı konuşuyor ve o günkü dinamikleri bu Kürdistan’a göre
ayrıştırmaya ve anlamaya çalışıyor. Anakronik bir üslupla, İsa’ya portakal
yediriyor ama İsa’ya portakal yedirmenin onu zehirleyeceğini görmüyor. Belki de
görüyor.
* * *
Lenin, Marksizmin dünyevîleşmesi geriliminde tanımlı.
Bu ise ancak burjuvazinin toplum ve tarih dayatmasından kurtulmakla mümkün.
Burjuvazi ve düşman, “Çar” mecazı üzerinden, karşıya alınıyor. Bu amaçla
komünist hareket “öncü parti” kavramıyla tanışıyor. Lenin’in Kautsky’den
“intihal” ettiği bu fikriyat, Rus topraklarında dönüşüyor. Zamana hüküm koymak
isteyenler, kavramın kronolojisini çıkartırken, arada bir sızı misali yaşanan
hurucu, dönüşümü, sıçramayı görmüyorlar ve kavramı kendi kirli sularında eritip
yok edeceklerini zannediyorlar.
Öncü parti meselesinin masonizme, karbonarilere ve
Hristiyan tarikatlara dek uzanan bir yanı var. Meselenin burjuva sele
kapılmaya, rüzgâra saçlarını kaptırmaya karşı kolektif bir direnç oluşturma
yönü görülmeli. Karbonariler de parçalanmış İtalya’nın birliği mücadelesinde
pazarın ve egemenlerin oyununa kapılmamak için sırra çekiliyorlar ve o şekilde
hareket ediyorlar. Öykünme burada.
Öncü parti, kitlenin kendiliğinden mücadelesinin
dışında, onu arkadan itip toparlayan, yeri geldiğinde öne geçip hedefe götüren
bir lokomotif. Öncü partinin devrimden ve politikadan azade olanların bir gizli
tarikatı olarak örgütlenmesi, tabiî ki sorunlu.
Öncü parti, tıpkı Kürdistan gibi, iki yönden
çekiştiriliyor ve genel bağlamından çıkartılıyor. Ondaki politik ve devrimci
boyut es geçiliyor. Öncü partiyi tarihten ve toplumdan silmek için o, ya zamana
ya da mekâna teşmil ediliyor. Lenin, içi sızlamayanların, derisinde bir milim
yara izi istemeyenlerin ikonasına ya da şeytanına dönüşüyor.
* * *
Murat Çakır, çok şey söyleyen ama hiçbir şey
anlatmayan İsmail Beşikçi eleştirisinde, öncü parti meselesini hiç anlamamış
olan Rosa’nın eteğine tutunup, “emekli ol İsmail Hoca” diyor. Milliyetçiliği küçük
burjuva olarak etiketleyip, “demokratik cumhuriyet”i proleter ilân
ediyor. Mazlumların milliyetçiliği ile zalimlerin milliyetçiliğini eş kefede
değerlendirdikten sonra, çıkınındaki tüm ulusötesi ve ulusaşırı, dünyacı
ezberini İsmail Beşikçi’nin suratına çalıyor.
“Ne mozaiği, mermer mermer!” diyen Alpaslan Türkeş
gibi, tüm dünyayı mermer pürüzlüğünde görmeyi arzulayan Çakır, esasında yeryüzü
haritasında bir Kürdistan görmek istemediğini aşikâr ediyor ve onca Kürdün
muradını hiç yerine koyuyor. Paris’te kahvaltı, Londra’da öğle yemeği, New York’ta
akşam yemeğini yiyen burjuvaların pratik hayatını hayal olarak mazlumlara
pazarlıyor, “böyle olmak varken, niye daha Kürdistan diye tutturuyorsunuz”
diyor. Oysa Kürd, Paris’te vuruluyor, Londra’dan kovuluyor, New York’un
dayağını ve hançerini yiyor.
Doksanların politik bir çentiği olarak İsmail Beşikçi,
Murat Çakır gibilerin hayal dünyalarını bozan tehlikeli bir unsur gibi
görünüyor. Bazı Ak Partici borazanlar gibi, İsmail Beşikçi’yi Kemalizmin yanına
atmaya yelteniyor ama pazarını düşündüğü için bunu yapamıyor ve arkadan
dolanıyor.
Tarihsel annesi Rosa Luxemburg da Marx’tan aldığı
ezberle millet ve parti meselesinde bu türden çentiklere, kesiklere hep alerji
geliştiriyor. Luxemburg, Lenin’in öncü partisini despotik buluyor. Politik ve
devrimci dönüşümü görmezden geliyor.
Marx, yaşadığı dönemde Avrupa’nın Ruslar tarafından
fethedileceği korkusu içinde yaşayan aydınlar içinde düşünüyor ve doğu
meselesini buradan ele alıyor. Osmanlı’nın parçalanmasına bu nedenle karşı
çıkıyor, zira o dönemde Osmanlı, Avrupa’yı Ruslara karşı koruyan bir istinat
duvarı görevi görüyor.
Rosa da kendi ülkesi Polonya’nın bağımsızlığına bu
nedenle karşı çıkıyor. Marx ve Bakunin arasındaki kavga da böylesi bir
jeopolitik boyuta sahip. Lenin-Rosa arasındaki gerilim de aynı ortamda doğuyor.
Sonrasında Rosa’ların katli ardından yoldaşları, onları ihbar edenin Moskovacı
Karl Radek olduğunu söylüyorlar.
Avrupalı solcular, sol komünistler, Rus coğrafyasının
devrimcileşmesini ve politikleşmesini asla anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar.
Bugün Avrupa’da anakronik anlamda Rosacı olmak, politika ve devrim dışılık
demek oluyor. Bugün kimileri, troçkistleşmemek için Rosa’nın eteğine
sarılıyorlar. Troçkistleşmek, İngiliz-Amerikan çizgisine çekilmek gibi bir
anlama sahip.
* * *
Sınıf, millet ve din bayrağı altında toplaşıp zalime,
sömürene karşı başkaldırmış tüm âdemoğlunu zamansız-mekânsız bir “ezilen”
bayrağı altına toplamak nafile. Öyle bir bayrak yok. O, devrimsizliğin ve
politikasızlığın bayrağı sadece. Bu açıdan, ezilenciliğin zaman ve mekân
bağlamında muhafazakâr ve liberal külliyattan beslenmesi tesadüf değil.
Tarihteki belli bir başarının ezberlenmesi ve bunun tüm zamana veya mekâna
teşmil edilmesi, çıkışsız.
Sınıfın, milletin ve dinin politik ve devrimci anlamda
dönüşüme uğradığı momentler elbette önemli. Ama bu momentlere ilişkin
malumatını satanlardan da uzak durmak gerek. Zira onlar, o momentin ölümüne
dair basit birer mecaz. Mecazın sürekli yinelenmesi, asıl söylenecek sözü de
öldürüyor. Devrime ve politikaya dair edebiyat, hem devrimin ve politikanın
öldüğü noktada vücut buluyor hem de ters yönde devrim ve politika imkânlarını
da öldürüyor.
Kürdistan’ı on altıncı yüzyılda arayıp bulmak, bugünkü
Kürd mücadelesinin ya bitimine işaret ediyor ya da bitirilmesi iradesine. Oysa
mücadele, hâlâ devam ediyor.
1789’u bugünde aramak, bugünkü kurtuluş mücadelelerini
Avrupa tasarımına bağlamak, 9. Senfoni’den başka marş tanımamak anlamına
geliyor. İlerlemeci bir tasarımla, “geleceğin sosyalizmi için yolları
temizliyoruz” deniliyor ama asıl temizlenenin sosyalizmin dayanakları olduğu
görülmüyor.
Ezilencilik, Marx, Lenin gibi politik-devrimci
momentleri silmek için var. Bu yaklaşımı, sınıfın, milletin ve dinin
toplumsal-tarihsel planda var ettiği tüm politik-devrimci momentlerin silinmesi
muradı olarak okumak mümkün.
Eren Balkır
16 Şubat 2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder