Bilmem kaç yılını Marksizme, sosyalizme ya da
devrimciliğe hasır etmiş kesimler, Kürd dinamiği ile kendince ilişki kuruyorlar.
Bir kısmı için Kürd ve doğu karanlık olgular, bir kısmı içinse Kürd dinamiği en
fazla virtüözite düzeyinde ehemmiyet kazanabiliyor. Yani Kürd dinamiği ile
ancak güç olma, kitleleri seferber edebilme, politik müdahale becerisi ve
silâhlı mücadeledeki başarı üzerinden ilişki kurulabiliyor.
Batı’daki Kürd ise bu ilişkinin içinde başkalaşıyor
zamanla. Kavganın, mücadelenin ve savaşın yoğunluğunun düştüğü momentte Kürd
ulusal kurtuluş mücadelesinin küçük burjuva karakteri iyiden iyiye açığa
çıkıyor. Daha doğrusu, Türkiye solu düzleminde öne çıkartılıyor. O, “Türkiyelileştikçe”
küçük burjuvalaşıyor.
Fanon’dan Amilcar Cabral’a birçok isim, mücadelenin
küçük burjuva niteliğini eleştiriyor. Bu niteliğin giderek galebe çaldığı ve
son dönemde geriye dönük, derinlikli tartışmaların, özeleştirilerin hâsıl
olduğu Güney Afrikalı solcular, Almanya’da Kürdlerin tertiplediği sempozyumda,
“Bizim yürüdüğümüz yoldan yürümeyin, bizim gibi olmayın” telkininde
bulunuyorlar. Ama Kürd, ısrarla Mandela imal etmeye çalışıyor.
Esas olarak Türk solu, kendi küçük burjuva niteliğini
Kürd’de temize çıkartmaya, aklamaya çalışıyor. Kürd, küçük burjuva
eleştirilerinin geri plana itilmesi için gerekli zemini teşkil ediyor. Madem ki
küçük burjuva bu denli devleti köşeye sıkıştırabiliyor, o vakit, “e, ben de
küçük burjuvayım, bu dinamiğin gölgesine sığınayım ve bir şey yapıyormuş gibi
görüneyim” deniliyor. Kürd’ün başkaldırısı, bu küçük burjuvanın kendisini
temize çıkartma gayreti içinde absorbe ediliyor ve esas olarak tersten, Kürd’ü
müesses nizam içinde tutmaya dönük faşizan müdahalelere liberal bir yerden
eklemleniyor.
Örneğin DSİP çizgisi, Kürd’le ittifak yapıldığı 96’da
gidip CHP’ye oy verilmesini telkin ediyorken, bağlı olduğu İngiltere’deki
Sosyalist İşçi Partisi çizgisinin orada İşçi Partisi’ni desteklediği gerçeğini
bir biçimde gizliyor. Yıllar sonra İşçi Partisi içinden bir ekip Respect
Party’yi kurduğu vakit destek, bu sefer Müslümanlara ve AKP’ye kayıyor.
Respect, bir biçimde ülkede giderek ciddi bir nüfusa
ulaşan Müslümanları sisteme entegre etme ve eklemleme girişimi olarak vücut
buluyor. Demokrasi, Müslümanların yutulması için Respect’e emir veriyor. Yutan iradeyi
sorgulamak gerekiyor.
Aynı şekilde, HDK, temel teorik, ideolojik ve politik
zeminini Alman Sol Partisi’nde buluyor. Die Linke olarak anılan bu parti, esasen
Doğu Almanya’nın ortadan kalkması sonrası yaşanan sosyolojik, iktisadî ve
politik krizi gidermek için SPD’nin, yani sosyal demokratların sola doğru bir
kol çıkartması olarak vücut buluyor. Bugün Die Linke’nin giderek
sağcılaştığından dem vuruluyor. Başta yapılan güzellemeler, partinin demokrasi
içi mekanizmalara örgütlenmesi ile yerini yüzeysel kimi eleştirilere bırakıyor.
Özetle; kimse, Müslümanları ve Doğu Almanları iktidara
karşı devrimci bir ocak olarak örgütlemeyi düşünmüyor. Bu pratik, doğal olarak,
sistemle, müesses nizamla, demokrasiyle, devletle ve iktisadî ilişkilerle
olumlu ilişkiler kuran ya da kurabilecek (İngiltere örneğinde) Müslümanların ve
(Almanya örneğinde) doğu Almanların belirli bir bölüğünün ön plana çıkmasına
neden oluyor. Teori de, ideoloji de, politika da bu bölüğe göre tanzim
ediliyor.
Eğer böylesi bir bölük, Kürd örneğinde Türkiye’de de
oluşmuşsa, bu bölüğün koşulladığı teori, ideoloji ve politika, genel mücadeleyi
de vuruyor. Yakın dönemde yapılan seçimlerde koca koca örgütler, “bize neden
milletvekili kontenjanı açmadınız?” diye küsüyorlar Kürd’e. Örgütlerden biri
küsüyor, diğeri de sitem ediyor. Sitem eden, küsen örgütle Kürd’e yakın olma ve
durma düzleminde, bir yarışa giriyor. Mahallelerde kimi gerilimler yaşanıyor.
Araya Kürd giriyor, kavgadaki yorganı alıp sitem eden örgütün üzerini örtüyor.
Bu iki örgütten biri, sitemkâr bir kongre tertipliyor, kavga ettiği örgütün
başkanı bu örgütün kongresinde konuşurken, gençler, Kürd’ün rengindeki
bayrakları sallayıp konuşmacıyı bir biçimde protesto ediyorlar ve kongre
salonundan çıkıyorlar. Küsen örgütün başkanıyla bir haber sitesinde yapılan
röportajda ise başkan, Kürd mücadelesiyle “dayanışmacı bir ilişki” yürütmenin
ötesine geçtiklerini söylerken, bir yandan da “Kürdistan’da örgütlenme
çalışması yürüttüklerini” de ifade ediyor. Aba altındaki sopayı sallıyor.
Kongresini tertipleyen örgüt ise Mahir’in
parti-cephesini Kürd’e göre yeniden inşa ediyor. “Parti olmayan parti” olan
ÖDP’den ayrılıp “cephe olmayan cephe” olarak HDK’ye giriş yapıyor. Burada kimse
kimseye hesap vermiyor, özeleştiri yapılmıyor, herkes, hiçbir şey olmamış gibi
yoluna devam ediyor.
Kavgalı, gerilimli bir dizi örgüt, “birlik” denilen
totemin etrafında buluşabilmek için liberal bir hat çizip hizalanıyorlar. Bu
hizalanma dâhilinde, örneğin, örgütünü eleştirip ayrıldığında eski
yoldaşlarının bıçaklı saldırısına maruz kalan ve bir bacağı sakatlanan gencin,
bir ânda bu seyir içinde kendisini bıçaklayanlarla yoldaş kılması isteniyor.
Herkes, bir “siper yoldaşlığı”ndan söz ediyor. Herkes,
kendi dükkânını koruma altına almak dışında bir politika yapamazken, yol,
kazılan siperlerden yürünmüyor ya da kazılmayan siperlerde kimse yoldaş
olamıyor.
Küçük burjuva tarz, Kürd dinamiği ile salt üst
perdeden ilişki kurabiliyor. “Türkiye işçi sınıfı, milliyetçilik denilen
mengene içinde sıkışmış durumda. Bu mengeneyi kırmak gerek” diyerek kendi HDK
yönelimini meşrulaştırmaya çalışıyor ama bu “milliyetçilik mengenesi”ni kırmak
için nedense Kürd mahallesine gidiyor, Türk mahallesindeki işçiye değil.
Küçük burjuva tarz, kendi liberalizmini Kürd üzerinden
meşrulaştırıyor. Kürd, kendi mücadelesi dâhilinde, teorik ya da politik kimi
kanalları zorluyor ama Türk solu, bu pratiğin artıkları ile beslenip yol
alabileceğini zannediyor. Örneğin Kürd, bizzat devlet tarafından ormanları
yakıldığı için “ekoloji” diyor ama Türk solcusu, kendi Marksizmini,
sosyalizmini ekoloji ile boğmaya çalışıyor.
Bahsi geçen örgütün kongresinde “erkek devlet” gibi
bir kavram kullanılıyor örneğin. Geçmişte partide kadın-erkek ilişkileri ve
taciz hikâyeleri üzerinden yaşanan bölünme, böylelikle birden hasıraltı edilmiş
oluyor.
Marksizm, ekoloji ve feminizmin birikimini görmemekle
eleştiriliyor, eksikli kabul ediliyor, aşılıyor, çürütülüyor, tarihten
siliniyor. Sanayi devrimini teorik olarak önemsemiş olmakla “doğa düşmanı”,
sırf erkek olmakla “kadın düşmanı” yaftası asılıyor Marx’ın boynuna.
“Herstory”ye göre Marksizm, bir tür maraz, sapma ya da hastalık olarak
kodlanıyor. Kodlamak için böyle diyorlar.
Marksizm, “doğa” ve “kadın” denilen putlar önünde diz
çöktürülüyor. Devrimci mücadele dışında bir tanım imkânı bulamayan Marksizm,
doğanın ve kadının devrimci mücadeleye duhulüne mani olmak adına, tarihin
çöplüğüne gönderiliyor.
Devrimci bir huruç hareketi olarak Marksizm,
kendisinden önceki safsataları ve hayalleri satan tüccarların ve tezgâh
sahiplerinin intikam yüklü saldırılarına maruz kalıyor.
Genel olarak birileri iktidarı köşeye sıkıştırmaktan,
birileri iktidarı dönüştürmekten, birileri iktidarı görmemekten, birileri de
iktidarı iyi şeyler yapmaya zorlamaktan bahsediyor. Oysa tüm bu tartışmalar,
solun iktidarı alma pratiğini bir biçimde boşa düşürüyor. İktidarı almayı hedef
hâline getirmemiş bir pratik, Marksizmi doğallaştırıp kadınsılaştırarak
özgürleşeceğini zannediyor.
Bunlar depremi unutmuşlar veya evlâdını yitirmiş bir
ananın öfkesini yüreğinde hiç hissetmemişler. Bu kesimlerin düşman bellediği
“kapitalizm”, mevcut burjuva ilişkilerin dışında duran, uzaydan gelmiş hayalî
bir öcü. Öcü hikâyeleriyle herkesi korkutup kendilerine kul edeceklerini
zannediyorlar.
Esasında doğa ve kadın vurgusu, doğa ve kadının
satılmasını meşrulaştırıyor, başka da bir işe yaramıyor. O satışın önündeki
engelleri kaldırıyor. Bu türden vurgu, doğanın ve kadının satışa daha yoğun
biçimde çıkartıldığı momentte yapılıyor. Sol, en fazla, bu konuda vicdanî bir
çift gözyaşı olarak örgütleniyor. Gözyaşları, çarkların mekanik sıcaklığında
buhar olup uçuyor.
Temel mesele, sol şeflerin kendilerine rahat nefes
alabilecekleri dükkân açabilmek istemeleri, başka bir şey değil. Huzur ve
rahatlık için iktidar mücadelesinin daraltıcı niteliği doğa ve kadına dönük
atıflar dâhilinde giderilmek isteniyor.
Dikey olan her şeye alerji geliştiren ve bu alerjiyi
doğa ve kadın vurgusuyla meşrulaştırıp normalleştirmek isteyen zihniyet,
sömürülenlerin ve mazlumların ayağa kalkmasına da mani oluyor. Herkesin ve her
şeyin yatay düzlemde sahte burjuva bir “eşitlik” düsturu üzerinden yan yana
getirilmesi, pratikte oluşan ve oluşabilecek, kavgaya, mücadeleye ve savaşa
dair her türden hiyerarşiyi, disiplini ve işbölümünü de siliyor. Bu yaklaşım,
esas olarak hiç savaşmayıp yenilenlerin yenilgilerini bir asalet, üstünlük ya
da meziyetmiş gibi takdim etmelerini ifade ediyor.
Irak işgalinde Amerikalı efendilerinden ders alan
polis, eylemci grubu bir yere kapatıyor, herhangi bir dükkânı anında karakola
ve işkencehaneye dönüştürüyor, sonra, herkesi diz çöktürüp ya da mümkünse,
yüzükoyun yere yatırıp başını kaldırana cop sallıyor. Özünde millete, doğa ve
kadına dair dualar ezberleten sol tarikat şeyhleri, yüzükoyun yatan eylemciye
mevcut hâlinden “keyif” almayı öğütlemiş oluyor. Liberalizm ve faşizm, birbirlerini
süreç içerisinde bu şekilde tamamlıyorlar.
Yan yanalık demokrasi ile kodlandıktan sonra, geriye
kapitalizmin demokrasiye düşman olduğunu söylemek kalıyor. Kapitalizme karşı
mücadele, bir tür devlet biçimi olan demokrasiye kul olmakla sonuçlanıyor.
Batı’daki Kürd ise buranın ortamına ayak uydurmak
adına, demokrasi müdafisi kesiliyor. Dağdaki proleter diktatörlük, hiyerarşi,
disiplin ve işbölümü Sivas’ın batısına taşınmıyor. Kürd, batının kendisini
beğenme biçimini hiç eleştirmiyor. Onu içselleştiriyor. Şehirli, yani burjuva
değerler birey olma hevesi içinde göğe çıkartılıyor.
Batı’daki politik ama esas olarak apolitik
mahfillerdeki teorik faaliyet, Kürd’ü soğuracak bir tür salgı üretmekten
ibaret. Kürd’ün “virtüözite”si, üstünlüğü, gücü, kitle seferber etme becerisi
dikkate alınarak yürütülen politik-teorik faaliyet, nihayetinde ütopyalar
üretip pazarlamakla sonuçlanıyor. Kürd’ün siyaset alanı içi devrimciliğe katkı
sunmasına izin verilmiyor. Kürd, baştaki bireye indirgenip, sola yönelik tüm
zararlı, tehlikeli yönleri törpüleniyor.
Siyaset alanı, bir pazar misali. Tezgâhlar ve
tezgâhlara mal taşıma pratiği olarak ticaret, bu alana hükmediyor. Tüccarların
tezgâhlara ve dükkân sahiplerine taşıdığı, sömürülenlerin ve mazlumların
döktükleri kan ve ter. O kanın ve terin içinde pişen kitlelerin bu ticarette ve
tezgâhlarda belirleyici olmasına asla izin verilmiyor. Sol örgütler, birer
tampon, hava yastığı ve soğurma pratiği olarak somutluk kazanıyorlar. Sol,
sağın en fazla vicdanî artığı olabiliyor.
Kürd’ün döktüğü kanı pazarlayan, bu kanın ticaretini
yapanların teorisi de politikası da rant için, rant içre. İkbal merdivenlerini
tırmanmak için o kanı kullananlar hiç mi hiç utanmıyorlar. “Bize milletvekili
kontenjanı açmadınız” diye küsüyorlar. Kürd’ü en fazla “birlik ve
enternasyonalizm” türü sığ bir edebiyatın figüranı kılabiliyorlar. Kürd’e talebe,
işçi ve yoldaş olamıyorlar.
Siper kazılmıyorsa, yoldaşlık da olmuyor, yol
yürünmüyorsa, başkalarının kazdığı çukurlara düşülüyor.
Eren Balkır
9 Aralık 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder