Bunlar, başarıcılığın ve tersten hayalciliğin
ancak kendilerinde dengelenebildiğini, kendilerinin özel insanlar olduklarını
iddia ediyorlar. Başarıcı, esasında derin bir hayale, hayalci ise derin bir
akla önsel olarak sahip olduğunu söylüyor. Diyelim ki başarılı oldu, diyelim ki
hayali gerçekleşti, o vakit bunu kendinden menkul, ilahi ve özel bir başarı
olarak takdim ediyor ve sonuçta ortaya çıkan sonucun maddî ilişkiler temelinde
egemenlerle kurduğu temasın bir ürünü olduğunu gizlemiş oluyor. Eğer hayalci
başarılı olamazsa, birilerinin kendisine karşı komplo kurduğuna inanıp ömrünü
tamamlıyor; eğer başarıcının hayali gerçekleşmezse, gerçekleşme imkânı bulunan,
başkalarına ait hayalleri sahiplenerek yol almaya çalışıyor. Devrim ve
sosyalizm, başarıcı için basit hesaplamaların bir ürünü, hayalci için
gerçekleştirilmesi gereken güzel bir hayale indirgeniyor.
“Egemen
sınıflar; bürokratlaşmış dar kafalar, sadece var olan gerçeğin ufku içinde
sorunları tartışırlar ve çözümler ararlar; içinde yaşadıkları dünyanın dışında
başka bir dünyayı tasavvur edemezler ve edilmesinden de rahatsız olurlar.
Devrimciler ise, her zaman gerçeğe hayallerin aynasından bakarlar. Hayaller
ise, geçmişte veya mümkün olan başka şimdilerdir.”[1]
Bir taktik âlimi, bir strateji dehası, bu
cümleleri kuran. Burada devrimci kendisi, hayal de kendi hayali. Bu sözler,
baştan sona, Lenin’in “somut durumun somut tahlili”ni berhava ediyor. Tarihi,
geçmiş bilgisine, geçmiş bilgisini de hayal dünyasına kapatıyor ve bu hayalleri
satıyor. İşine geldiği yerde de bu hayalcilikten anında sıyrılıp birden
başarıcı bir edebiyata sığınılıyor ve “akıl bizden sorulur” deniliyor. Kimse bu
aklı ciddiye almayınca, küçük burjuva bir yerden, küsmeler, kızmalar ve bir
dizi duygusal tepki ortaya konuluyor. Bu tepkiler de bir biçimde taktiğe
indirgeniyor, geri çekilerek birilerinin kendisinin yanına geleceği hesap
ediliyor. Gelmeyene kızıyor, gelene daha fazla akıl dayatıyor.
Yukarıdaki cümlede Melih Gökçekvari, “bu sol hiç
çözüm sunmuyor, proje üretmiyor” diyen bir akıl işliyor. Aslında devrimcinin
görevi, sorunları tartışıp bunlara çözümler bulmak değil, devrim ve iktidar için
verili sorunları devrimcileştirmek. Yani mahalledeki su kesintisine çözüm
bulmak değil, su sorununu devrimcileştirip kitleyi belediye binasını işgal
etmeye yöneltmek.
Verili bir şimdide, ânda, hayal âleminin kendi
“özel” zaman ve mekânını deneyimlemek, devrimcinin işi olmamalı. Geçmiş
bilgisine sırtını veren bir hayalciliğin verili ânı anlamaya imkân verdiği
yanılsamasından kurtulmalı. Aksine Marx’ın 11 tezinin ikincisine atfen, bu tarz
skolastiklikten çıkıp, pratiğe yüzünü çevirmeli, hayal tüccarlarına değil.
Anarşizan, liberal, küçük burjuva tepkilerle bir
yere varılmıyor. Enternasyonal’i geleceğin toplumunun çekirdeği olarak gören
Bakunin, tam da pratiği bu hayalciliğe kapattığı için eleştiriliyor ama bugünün
utangaç anarşistlerinde ve liberallerinde bu hayalcilik, demokrasi edebiyatı
şeklinde vücut buluyor. Birileri, hayal dükkânlarının, tezgâhlarının ya da
ticaretinin kesintiye uğramasını istemediğinden, “taktik ve strateji” başlığı
altında büyük laflar edip duruyor.
Gerçeğe hayallerin aynasından bakmayı öğütlemek,
teorik, ideolojik ve politik faaliyeti benmerkezci, bireyci ve giderek keyifçi
bir şahsî pratiğe indirgemek anlamına geliyor. Bu işlem, akademideki koltuğu ve
tecimsel kaygıları ağır basıp zamanla sosyalizmi ve Marksizmi budayan ya da
redde tabi tutan kişilerdeki küçük burjuva tepkilerle tamama erdiriliyor.
Evet, HDK çeşitli veçheleriyle eleştiriye tabi
tutulabilir ama burada bulduğu boncuğu sürekli HDK’nin gözüne kulağına sokmak,
siyaset ya da teori olarak kabul edilmemeli. Yani “devletin millî ve dinî
niteliğini tanımazsak, yok olur gider” diyen iki yüz yıllık anarşistliği sol
sosa bandıran bir yaklaşımın partili mücadeleyle bir ilişkisi de yok. Devlet
eleştirisini Kürd üzerinden ısıtmak, mücadeleye zerre bir katkı yapmıyor.
Evet, HDK en fazla “seçim partisi” olabilecek bir
niteliği haizdir. Ondan fazlası beklenemez. Zaten seçim dönemlerinde yapılan
görüşmeler resmî bir zemine kavuşturulmuştur, o kadar. Ondan hayal dünyasında,
tasavvurunda ya da kafasında teşkil ettiği bir partililiği beklemek
anlamsızdır.
HDK “örgütler kolektifi olarak bir komünist
parti”nin inkârından, mas edilmesinden ya da premature doğumundan başka bir şey
değildir. Bütün teorik, ideolojik ve politik faaliyetin sığ bir seçim gündemine
endekslenmesini talep etmek, başka türden bir sonuç vermeyecektir.
HDK, artık HDP, “başınızı dört yılda bir kaldırın”
talimatından başka bir şey değildir. Aradaki süre örgütlere terk edilmiş,
eskiden mevcut olan muhtemel temas, ortaklaşma ve beslenme imkânları ortadan
fiilî olarak kaldırılmıştır.
Taktik ve strateji diye sunulan hayalcilik ve
başarıcılığın HDP bahsinde dile getirdiği, “herkesin anadilinde aynı tarih
kitabını okuması” önerisi de komiktir. Bu programatik ve stratejik öneri, ya
HDP’nin “parti” olmadığının ya da öneriyi yapanın “apolitik” olduğunun
kanıtıdır.
1992’de Avrupa Birliği böylesi bir tarih kitabı
hazırlamış, hatta bir İngiliz devlet adamı, “Bizim Waterloo’muz Fransızları,
İngilizleri, Almanları ve Hollandalıları eş ölçüde tatmin etmelidir.” demiş,
esasta kitap nihayetinde Avrupa Birliği projesinin mutlaklığına işaret eden,
ona halel getirilmesine izin vermeyen ideolojik bir metin olarak somutluk
kazanmıştır.
“Herkesin anadilinde aynı tarih kitabını okuması”
da Mustafa Sarıgül’ün “Türkiye Birleşik Devletleri” projesine denk düşer bu
anlamda. Sarıgül kendisini Erdal İnönü ve Özal sentezi bir adam olarak
sattığına göre, bu tarih kitabı önerisini yapan demirden taktiğin Özal’ın Kürd
açılımını bugünde desteklemesi şaşırtıcı olmasa gerektir. “Çok kanlı
çatışmalara yol açacak bir ayrılma programı”na alternatif hazırlamak, aba
altından sopa göstermek, yani kanlı çatışmalarla milleti korkutmak ve herkesi,
özelde Kürd hareketini kendisine kul etmeye çalışmak, bu aklın kaçınılmaz bir
ürünüdür.
Tarih boyunca tüm yaşanan kanlı çatışmalardan
kaçma pratiklerini bir program olarak bugüne takdim etmek, ama öte yandan hâlâ
kandan ve çatışmadan azade, havada asılı bir sınıflar mücadelesinden bahsetmek
tutarsızdır. Sınıflar mücadelesi havada asılı olunca ve suya sabuna
dokunmayınca, hayal âlemine hapsedilince, “kanlı çatışmalar” edebiyatının
sınıfsal mahiyeti de görülmez olacaktır.
Demirden taktiğin bir diğer ayağı da ateşkes ile
ilgilidir. “PKK’yi sınır dışına itecek adımlar”ın HDK tarafından atılmasını
beklemekse tam bir komedidir. Genelde Kürdleri, özelde Kürd kurtuluş hareketini
aptal ve ahmak zannetmek, bunun sonucu olarak en iyisinden, “bunların içinde
bir akıllı, Apo” deyip onunla eşöznelik üzerinden bir tür tek taraflı diyalog
içerisine girmek, onun üzerinden kendisini gerekçelendirmeye ve kabul ettirmeye
çalışmak, onun aracılığıyla şeklen Türk Solu’na ama özünde Kürd hareketine akıl
vermek, Marksizm ya da sosyalizm malumatfuruşluğu üzerinden harekete anlam
giydirmek ya da onu belli bir bağlama oturtmaya çalışmak, ülke ve bölgeye dönük
liberal eğilimlerini hareketin suyuna yatırıp temize çıkartmak, giderek
demokrasicilik edebiyatına hareketi kul etmeye çalışmak ve bilcümle politik
Kürd sığınmacılığı kıyasıya eleştirilmeyi beklemektedir.
Seksenlerde açıktan eleştirilmesi gereken,
Avrupa’ya sığınmış solcuların oradan buraya estirdikleri rüzgârlar idi; şimdi
de Kürd’ün yanına sığınarak ateşten kaçacağını zannedenler benzer bir eleştiriye
tabi tutulmalıdırlar. Bu tip eğilimler, özünde hareketi akılsız kabul etmekte,
kendi yüce bilinciyle hareketten nemalanabileceğini düşünmektedir. Oysa
kavganın, mücadelenin ve savaşın içinde olanın farklı yoğunluklarla da olsa,
belli bir kolektif aklı ve yüreği vardır, esas olarak da oraya bakılmalıdır.
Pratik düzlemde her şeyi ve herkesi bir kenara itip ya da alta alıp, salt Apo
üzerinden taktik-strateji hesaplamalarına girenler, fena hâlde
yanılmaktadırlar.
“Gerçeğe hayallerin aynasından bakalım” diyenin
Marksistliği tartışmalıdır. “Onca Ermeni öldürülmeseydi, Türkiye daha müreffeh
olurdu” diyerek Ermeni üzerinden bir siyaset algısı ve ideolojik zemin inşa
etmek apolitiktir, üstelik bu yaklaşım, Ermeni’nin devrimci siyaset imkânlarını
da öldürür. Siyaset sahnesinde Ermeni’nin sözünü gaspeder ve onu bir oyuncağa
çevirir.
Tüm çıkarımlar, hep huzurlu ve müreffeh olana
çıkmakta, insanlar hep huzurlu ve müreffeh olana kul edilmekte, burjuva
siyasete özgü bir propaganda her daim devrede tutulmaktadır. Açlık grevlerinin
“aptalca” bulunmasının sebebi de onun huzuru bozuyor olmasıdır.
Demirden taktiklerin sürekli, “Demokrasilerde
açlık grevlerine yer yok” diyen Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Ria
Oomen-Ruijten gibi konuşmasının nedeni buradadır. Demokrasilerde açlık grevi
yok, ne var, oy var, hepsi bu. Oy kullan, evine git. Sürece dâhil olma,
ortaklaşma, sorumluluk alma, hesap sor(ul)ma, politik olanın takibini yapma,
ortak bir karara katılma, ne yap, sadece oyunu kullan ve evine git! Bu
demokrasiciliği hele ki Kürd hareketine dayatmak ya da kendi demokrasicilik
bayrağını Kürd’ün sırtına basıp yükseltmeye çalışmak, nafile bir uğraş.
Demokrasi, genelin yani devletin tüm halk
kesimlerine yedirilmesi meselesi ise, demokrat, dolaylı olarak mevcut devletin
gizli bir failidir. Demokrasi, dönüşüm hâlindeki devletin kitleler içindeki
hareket etme tarzıdır. Avrupa Birliği projesini Ortadoğu’ya yansılayıp
“yepyeni” bir program önerdiklerini düşünenlerin önlerine koymaları gereken
şapka budur. Zira baştaki kelin nasıl oluştuğu, o saçların nasıl döküldüğü
herkesin malumudur.
Kendini tek, mutlak, hakiki ve öz “proleter”
olarak kodlayıp geri kalanı “burjuva” şeklinde tanımlamak kolaycı bir
yaklaşımdır. “Kürd hareketi içinde bir sınıf mücadelesi yaşandığını ve
kendisinin Apo dolayımı ile "proleter kanadı temsil ettiğini” söylemek,
kimseyi ikna etmez. Zira sonuçta ortaya konulan, burjuva siyasetten başka bir
şey değildir. Kendisini “proleter” olarak kodlayıp bu tarafgirliğin eylemini ve
söylemini sınıflar mücadelesinden azade kıldığını vehmetmek, yaygın bir
durumdur.
Sınıflar mücadelesinden azade olmayı, sınıfsız ve
sınırsız âlemin bugündeki tecellisi olarak “komünist” olmanın birincil özelliği
olduğunu iddia etmekse, ciddi bir yanılsamadır. Sınıflar mücadelesinden azade
olmak, sadece azade olmak isteyenlere seslenir ve onları örgütler. Bunların
demokrasi yaygarası, dipten derinden bir despotizm barındırır.
HDP’de sol tüccarlığın ve sol tezgâhların
üzerinde, onlara halel getirmeden, “devlet” olmak isteyenlerin galebe çalması
muhtemeldir. Sol tüccarlığın ve sol tezgâhların dağılmasına neden olan her
türden “mücbir sebeb”e karşı birilerinin gerçekten kopuk taktik ve
stratejilerle koruma altına alınması, ne teorik ne ideolojik ne politik açıdan
bir anlam ifade eder.
Teorinin, ideolojinin ve
politikanın o ticareti kıran, o tezgâhları dağıtan mücbir sebeplere göre
tanımlı kılınması şarttır. O mücbir sebepler, o ticarete konu olan, o
tezgâhlara akan kanın ve terin gerçek sahiplerinin adsız sözsüz eylemlerinden
ibarettir.
Eren Balkır
17 Kasım 2012
Dipnot
[1] Demir Küçükaydın, “HDK
Kongresi ve Ölüm Oruçları”, 10 Kasım 2012, Demir’den Kapılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder