Komünist olmaya dair iki tanımdan söz edilebilir:
İlki için bir “dönek”in (“dönek” belli bir şey olma ve
o şeyden vazgeçme, başka yöne sapma şeklinde tanımlandığından, her ne kadar bu
şekilde bile tanımlanamayacak bir ismin) hatırasına bakalım.
Dünyada Reagan-Thatcher, Türkiye’de Özal rüzgârının
estiği günler. Özellikle Reagan’da baş gösteren bir yöntemi Özal da kullanmaya
başlamış: eski solcuları, Marksistleri danışman olarak etrafına toplamak.
Bugünlerde Çetin Altan, kendisinin aktarımına göre,
Özal tarafından çağrılır. Özal sorar: “Hocam sen bilirsin, bu komünizm ne
demek?” Altan da cevaplar: “Sayın Özal, mesela siz doğmadan önce komünisttiniz,
öldükten sonra da komünist olacaksınız.” Özal anlamaz cevabı. Altan izah eder:
“komünizm, insanın kâinatla hemhal, bir olmasıdır.” der.
Bu izaha göre, yaşarken komünist olmak imkânsızdır.
İkinci tanımsa şu: Aziz Nesin’e “siz komünist
misiniz?” diye sorarlar, o da “komünist, bir partinin, komünist partinin üyesi
olanlara denilir, ben parti üyesi olmadığıma göre, olsam olsam ancak sosyalist
olabilirim.” diye cevaplar.
Bu izaha göre de bir parti, hele ki bir komünist parti
yoksa komünist olmak imkânsızdır.
Dolayısıyla her iki aydının da komünist olmamayı
teorik ve pratik olarak kendi varlıklarında somutladıkları, hatta bu oluşu
mutlaklaştırıp önerdikleri söylenebilir.
Gazetecilik, bir bakıma, çerçeve meselesidir. Çerçeve
içine alıp gösterdiklerinde göstermediklerini ilelebet gizleme iradesi
saklıdır. Yani gazeteci kafası, köşesinde ya da bugünün bir aracıyla, sosyal
medyada neyi öne çıkartıyor, neyi cımbızlıyorsa, onu tartışılır kılmaya,
afakileştirmeye, bulanıklaştırmaya, silikleştirmeye, boşa düşürmeye hatta
“terörize” etmeye çalışıyordur. İki aydının da “komünist olma”ya dönük
tariflerinde öne çıkarttıkları kısım, geri kalan aslî kısmı ya da özü örtbas
etme amaçlıdır aslında.
Marx şu tespiti ile iki tanımı çok öncesinden
geçersizleştirmiş:
“Bize
göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak
zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete
komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu ânda varolan öncüllerinden
doğarlar.”
Ama Çetin Altan ya da Aziz Nesin düzeyinde komünist
olmayı tarif edenler, komünist faaliyeti bir “ülkü” ya da “yaratılması gereken
durum” derekesinde ele almış, marksizmi ve komünizmi pazara mal taşıyan tüccar
ya da pazardaki tezgâh sahipleri gibi görmüşlerdir.
Marx ve Engels, kendilerinden önceki
sosyalizm-komünizm ülkülerini, düşlerini, kurgularını ve tahayyüllerini devrime
uğratmış, kendilerini, en fazla, “pratik materyalist” ya da praksis
materyalisti” olarak nitelemişken, dükkân sahipleri ya da tüccarlar, Gramsci ve
Althusser gibi isimler dolayımı ile, bu kavramı da dört başı mamur, satılabilir
bir “mal” hâline getirmek için onu formatlamaya çalışmışlardır. Burada o malın
gerçek üreticilerinin kanı ve terine yer yoktur.
Devrim olmuş ama geçmişin ruhu ölmemiştir. Lenin’in
ifadesiyle, “Marx öncesi (premarksist) sosyalizm yenilmiştir. Artık savaşımını
kendi alanında değil, revizyonizm biçiminde, marksizmin kendi genel alanında
sürdürmektedir.”
* * *
Bir analojiyle şu söylenebilir: İslam da Yahudiliğe ve
Hristiyanlığa karşı bir devrim ise, Allah’ı ve Hakikat’i özel bir kabileden ve
günahların arındığı özel bir Tanrı-İnsan’dan ayırıp İnsan dışına almışsa, yani
insanı kavram olarak “kûl” yapmışsa, devrim sonrasında İslam öncesi dinlerin
İslam alanındaki mücadelesi de Fettullahçılık, hoşgörü dini, tasavvufî
yönelimler, bireyci, benmerkezci new-age eğilimleri, Mevlanacılık, kalvinist
İslam vs. biçimleri almıştır.
Bu kesim, geçmişte batıda Yahudilerin ya da
Hristiyanların anti-komünist faaliyet içerisinde yazıp çizdiklerini Arapça ve
Türkçeye tercüme ederek çok önemli fikrî katkılar yaptıklarını zannetmektedir.
Bu kişiler, İslam’ın devrimci ya da sosyalist sıfatı ile tanımlandığını
gördüklerinde öfkeden deliye dönmüşler ama İslam bireycilikle, kalvinizmle,
hristiyanlıkla, kabalistik sosla tanımlandığı vakit tek laf etmemişlerdir.
Örneğin “tamam, İslam ve sosyalizm ayrı birer bütünlük
olarak yan yana gelebilir” fetvası verenler nedense, tasavvuf sosuna
bandırılmış bireyci, “ben” denilen şirke tapan bir tür anarşizmle İslam’ın
hemhal olmasına, iç içe geçmesine cevaz vermişlerdir.
Zira unutulan ve unutturulan, devrimdir.
Hepsi de egemenlerin, efendilerin, devletin kendi dinî
algı ve bilgileriyle kurduğu ilişkiden memnundur. Müslüman olmak şanslı
doğmaktır ve şans, ikbal kapılarını kim tutuyorsa onun elini öpmek ibadettir.
Namaz vs.nin rüknü, budur.
Oysa asıl rükn, düşmana karşı dik durmaktır.
Efendilerin önünde el pençe divan durmayı ibadetmiş gibi satanlara karşı
çıkmaktır.
Ecnebî bir kelime ile, komünist olmak da budur.
Sömürüye ve zulme karşı tarih boyunca verilmiş
mücadelenin rüknü, komünizmdir.
* * *
Komünist parti, kendince tanımladığı şekilde, komünist
olanlarla doldurulan bir kulüp faaliyeti değildir. Komünist faaliyet, Marx
öncesi dönemde Yahudi-Hristiyan tarikatlardan ve masonlardan edindiği bu
alışkanlıktan uzaklaşmalıdır dolayısıyla.
Fransız bir Yahudi, İslam’a ihtida eder, Müslüman olur
ve gerekçesini şu şekilde izah eder: “Çünkü İslam, gündelik hayatta hiç boşluk
tanımıyor, her ânı programlıyor.” Bu, Yahudiliğin, özellikle Talmudcu eğilimin
bir tezahürüdür. İslam’ı bu şekilde programlayanların ve “ilahi ölçü” olarak bu
programı kabul edenleri cemaatine alanların tarihsel alışkanlarından da uzak
durulmalıdır.
Komünizm, ne Çetin Altan’ın dediğinin aksine,
yaşanmayan, ne Aziz Nesin’in iddiasının aksine, olunmayan bir şeydir. O
“bugünkü duruma son verecek hareket” ne ise, odur. İslam da bu olmalıdır.
Yaşanmayan ve olunmayan bir İslam, sadece düşmanındır.
“Bugünkü duruma son verecek hareket” olarak komünizm,
on beş dakikalık zırva bir film reklâmını molotof şişesinin ucundaki bez gibi
tutuşturup bölgeyi yangın yerine çeviren iradedir. Komünizmi ve İslam’ı
pazarlarında satmak isteyen tüccarlar ya da tezgâh sahipleri, onları belli
tanımlar içine hapsetmek istese de, bu böyledir.
Bu açıdan, sosyalizm ve İslam’ı yan yana getirmek
isteyenlerle bunların asla ve kat’a yan yana gelemeyeceğini söyleyenler, aynı
yerdedirler. Her iki taraf da sömürü ve zulme karşı mücadelenin neferleri
tarafından sorgulanmalıdır. Bu sorgu, yol bulmak ya da yol açmak için
zarurîdir.
* * *
Ekim Devrimi sonrasında Troçki’ye sorarlar: “Partinin
ne kadarı ateistti?” cevap: “yüzde onu-on beşi geçmezdi.”
Ama bizim tüccarlarımız ve tezgâh sahiplerimiz,
komünistliğin rüknü olarak ateistliği başa yazarlar. Ateizmi aydınlanmanın,
ilerlemenin, partili olmanın önkoşulu yaparlar.
Allah buyurur: “Biz, Kur’an’ı mustazaflar yeryüzünün
halifesi olsun diye indirdik.” Ama tüccarlar ve tezgâh sahipleri, o
mustazaflara karşı körleşip onları körleştirmek niyetiyle derler ki: “Sosyalizm
toplumu ikiye böler, bölücüdür, çatışmadan ve şiddetten yanadır, oysa İslam
birlikçidir, barışçıldır.” Söz konusu zihniyetin bugün BAAS’a saldırması
tuhaftır, zira BAAS da aynı lafı etmiştir geçmişte: “Bu komünistler toplumu
bölüyor, biz birleştirmek istiyoruz.”
Bu anlamda, bugün Suriye ve bölgede zulme karşı
verilen mücadele, gerçek anlamını, ahlakını ve hukukunu ancak sağa sola
savrulmayan, dik duran, müşterek bir karşı koyuşla bulabilir. Aksi takdirde
genel eğilim, efendilerin birlik tasavvuruna biat etmek olacaktır.
Komünistlere isnat edilen “bölücülük” yaftası, onları
toplumun, politikanın ve hayatın dışına atmak için düşmanları tarafından
üretilmiş bir tezvirattır. Oysa komünistlerin bölmesinden değil, zaten bölünmüş
olana işaret etmesinden söz edilebilir. Anti-komünist hareketin kitleleri
sürüklemek için başvurduğu bir numaralı ideolojik yalan budur: “Komünistler,
toplumu işçi-burjuva diye bölerler.” Esasında toplumun zaten bu şekilde
bölünmüş olduğundan bahsedilirken, bu hakikat dilde bir küfre dönüştürülür.
Bu teorik tespitin ötesinde, politik faaliyet
açısından bölmeden de herhangi bir adım atılamaz. Nedense bu birlikçi edebiyat,
tam da mazlumlar-sömürülenler lehine bir ayrışmanın-birleşmenin gerçekleştiği
momentte yapılır. Efendilere helâl olan politika, onlara haramdır çünkü.
Helâli ve haramı tayin edenler de bu efendilerdir.
Burada birlikçi dil daha fazla sivrilir ve efendileri adına herkesi tekfir
eder. Allah, Levh-i Mahfuz’un cûzü olan Kur’an’da, Kur’an Peygamber’in dilinde,
dil cezbeli bir mırıltıda dondurulur ve bu mırıltıdan geriye doğru gidildiğinde
Allah’a ulaşılacağı zannedilir. Bu kurguyu bozan her şey efendilerce tehdit
olarak öğretilir ve ona karşı tetikte olunması emredilir. Bir süre sonra Allah
devlet, Peygamber hükümet partisi lideri, Kur’an da parti programı oluverir.
Dolayısıyla Türkeş’in sözüne atfen, mermer gibi olan ülke bütünlüğüne halel
getirenlerin tiz elden kelleleri vurulmalıdır. "NATO mermer"
kafalıların emri bu yöndedir.
Ne var ki İslam, yer tanrısı (Yahudilik) ve gök
tanrısına (Hristiyanlık) inat, yer ve gök arasında, müşterek insanî pratikle,
ayrım çeker. Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi (Musa) ve Tanrı’nın gökyüzündeki
sureti (İsa) dışında artık kûl ve elçi olandır, hakikati aktaran. Bu 1400 yıl
önce olmuş bitmiş değil, zamansal-mekânsal oluşa teşmil edilmiş bir aksiyon
olmalıdır. Elbette bu aksiyon, Marx ve Marksistleri de kesmeli ama asla onlara
indirgenmemelidir.
Eren Balkır
22 Eylül 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder