Libya’daki ABD elçiliğine yapılan saldırı ile ilgili
yorumlarda, ağırlıklı olarak Amerika’daki başkanlık seçimi öne çıkartılıyor.
Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasındaki rekabete İsrail lobisi, neokonlar ve
“İslam’la barışık Obama” portresine ilişkin yorumlar ekleniyor.
Makul: 11 Eylül’ün hafızalarda tazelenip o günün güç
sahiplerinin, neokonların, yeniden koltuk peşinde koşmaları, bu sevda ile,
provokatif bir çomak sokmaları mümkün. Ama burada başka bir hinlik var: bölge
halkları, Amerikan siyasetindeki güç ilişkileri dâhilinde, taraf olmaya
zorlanıyorlar. Onların “her iki tarafın da Allah belâsını versin” konumundan
uzak tutulmaya çalışıldıkları kesin. Ölümle korkutulup vereme razı edilmek, bu
olsa gerek.
Bu hoşgörü, demokrasi ve modernizm başlıklarında
Türkiye Müslümanlarının Peygamber’e dönük emperyalist hakarete dair
tepkisizliği olumlanıyor ve onların “Obama yeniden seçilse” duasını
mırıldanmaları isteniyor. Batıyla barışık, mutedil, uzgörülü ve ferasetli bir
ülkenin bilinçli yurttaşlarına, geri kalmış ülke insanlarına özgü tepkilerden
uzak durmaları telkin ediliyor.
Solcu bir akademisyen (Koray Çalışkan), bu
tepkisizliği olumlayarak, bunun ülkenin hiç sömürge olmayışı ile ilgili bir “hakikat”
olduğunu söylüyor. Bölgede Amerikan emperyalizminin gerçekleştirdiği sömürü ve
zulmü görmeden, ülkesini allayıp pulluyor. Yeşil kuşağı çıkartıp ak kuşağı
sarmış bir Müslüman hareketin herhangi bir Amerikan veya İsrail odağına
saldırması mümkün mü? Önce o odakların güdümünden çıkmaları gerekmez mi?
Liberal solculuk, Arap’ı ve Müslüman’ı batıcı bir yerden aşağılamanın yeni bir
yolunu bulmuş gibi görünüyor. Gözlerine batıdan çakan ışık, sömürge
ilişkilerine karşı körleşmeye neden oluyor.
Sonra bir kısım Müslümanlar aynı hoşgörü ile,
“dinimize göre elçiye zeval olmaz” diyorlar. Oysa lafza takılarak mazrufa karşı
körleşiliyor, zira eski büyükelçilerin de sık sık ikrar ettikleri üzere,
elçilik hizmetinin ajanlık faaliyeti dışında bir tanımı ve anlamı bulunmuyor.
Bölgede Amerika savaş taktikleri ve stratejileri bağlamında kendisine karşıt
dinamikleri köreltmek için bir hamle daha yapıyor ve ekilen rüzgârlar fırtına
olarak biçiliyor. En anlamlı yönü ise Irak’ta Şii ve Sünni halkın ortaklaşa eylem
yapıyor olmaları. Bizde ise bencillik, benmerkezcilik, birey putu, tasavvufî
bir dille politik alana boca ediliyor ve söz konusu tepkisizlik “olgunluk”
olarak pazarlanıyor. Burada efendilere yönelik gizli işmar açığa vurulmalı.
Amerikan başkanlık seçimine göre konum almak, taraf
olmak, tavır belirlemek problemli esasında. Diyelim ki biri kadife, diğeri
demirden bir eldivenle vuruyor. Arasında tercih yapmak, özgürlük ve demokrasi
ve bilcümle batılı gevezeliğe kanılmasından başka bir şeyi ifade etmiyor.
Dayağı gene sömürülen-mazlum halklar yiyorlar. Tercih yaptığını zannetmek,
ihtiyaçlara ve zorunluluklara karşı hissizleşmek ve bilinçsizleşmekle
sonuçlanıyor.
Yani diyelim İsrail lobisinden neokonlara, oradan
Obama kabinesine, savaş tekellerine, petrol baronlarına vs. tüm egemen blok,
sathî, şeklî bir ayrıma tabi tutuluyor. Mesele kara kuşak İslam’ını ezmek ve ak
kuşak İslam’ını zindeleştirmek ise, her ikisi de özde ortaklaşıyor. Dert büyük
olasılıkla “Arap Baharı” ile içe sızmış, mevzi kazanmış kara kuşak İslam’ını
marjinalize etmek, sindirmek ve etkisizleştirmek.
İsrail, Hitler döneminde bolca dillendirilen,
“büyümeyen devlet küçülür” mottosu uyarınca hareket etmek istiyor, ABD ise
“hazır büyümüşü var, küçük ve etkin kal” emrini veriyor. Burada bir ayrım
yapmak ve taraflar arasında tercihe zorlanmak belki sadece büyük bir güç teşkil
edildiği vakit anlam kazanıyor.
Demokrasi, hümanizm ve laisizm, bekâret düşkünleri
misali, bakir(e), el değmemiş, yüksüz, kendinden menkul, kendi çıkarına
kilitlenmiş, bencil, hedonist birey sürülerini emrediyor. Ak kuşak İslam’ı ile
solun belirli bir kısmı, bu üç kavramı dikine kesen ilerlemecilikleri adına, bu
sürülerin akış güzergâhını temizlemeyi politika zannediyor. Birey sürüleri ise
iktisadî, politik ve askerî manada hegemonik güç teşkil etmek, sömürü-zulüm
düzenini süreklileştirmek zorunda olanların huzurlu uykularında saydıkları koyunlara
benziyorlar. Yani “politika alanı benimdir, buraya işçi, mazlum, Müslüman vs.
olarak girme” demek, ileride gerçekleşecek bir hedef değil, geçmişte güç
olanların gelecekleri için bugünü muhafaza etme yöntemi oluyor.
“Arap Baharı” bu muhafaza yöntemi dâhilinde
ayrıştırılmaya, sadeleştirilmeye ve dindirilmeye muhtaç. Yerel ve küresel
efendilerin bu hengâmede ihtiyaçlarını giderme yöntemleri farklılaşabiliyor.
Ama öz değişmiyor: kendilerine yönelik kaldırılabilecek kolektif, müşterek her
baş öncesinde ya da sonrasında, ezilmeli.
Bu hengâme akbabaları da yüreklendiriyor.
“Adalet ve Kalkınma Partisi” ismi önerilmeden önce
Tayyip Erdoğan’ın kafasındaki parti isminin “Yeniden Atılım Partisi” olduğu
söyleniyor. “Atılım”dan kasıt, esas olarak Özal dönemi. Bu hengâme yeniden “bir
koy üç al” heveslerini gıdıklıyor. Daha doğrusu, halk bu yolla ikna ediliyor,
kandırılıyor, ağza ballı parmaklar uzanıyor. Seçim sandığı önünde tekil bireye
dönüştürülmüş ve demokrasi putuna kul edilmiş halk fukara hayatına tat gelsin
istiyor.
Ballı parmaklara uzanan ağızlardan şu türden sorular
dökülüyor:
“Şam’da namaz yakın mı?”
Ülke TV’de Ersoy Dede ağzını şapırdatarak soruyor bu
soruyu, “Müslüman akıncı” Adem Özköse de histerik ve zevk dolu bir gülüşle,
cevaplıyor:
“İnşallah!”
“İnsan için emeğinden başkası yoktur” diyen Kur’an’a
küfürle, gasıp ve yağmacı arzularını İslamî sosa bandıran Özköse, Hz.
Muhammed’e hakaret eden film ve Libya olayına ilişkin maval okuduktan sonra
Suriye meselesine geçiş yapıyor. İlkinde Amerika karşıtıymış gibi görünen,
gayet liberal, hümanist bir dizi lafın ardından, “Şam’da namaz kılabilmek için
oradaki direnişin güçlenmesi gerek” diyor. Direnişin güçlenmesi de gelecek
mühimmata bağlı elbette.
Filme dönük Mısır’da yapılan gösterilerde kameraya
öfkeli, muhtemelen Selefî, bir Mısırlı eylemci yansıyor: “Eğer Hz. Muhammed’e
hakaret ederlerse, ABD’den gelecek yardımları da istemiyoruz” diyor. Demek ki
hakaret olmasa ortada, gelen yardımlara “eyvallah” diyecek. İnşallahla
eyvallahla yürüyor işler. Allah’ın hayatı öncelemediği yerde ve zamanda,
ABD’den gelen yardımları kabul etmenin Peygamber’e yapılmış en büyük hakaret
olduğu görülmüyor.
Adem Özköse de bu Mısırlı gibi. O da Hakan abisine
öykünerek, “mühimmat da mühimmat” diye tutturuyor. Muhtemeldir ki Afyon’daki 25
asker, bunların yol açtığı telaş sonucu kefenleniyor. Yani Özköse gibiler,
zarfta Amerika karşıtıymış gibi görünürken, mazrufta, kendi kanlı emelleri için
NATO ve ABD silâhlarını istiyor. Zannediyorlar ki Allah, bu küfrü görmüyor.
Eren Balkır
13 Eylül 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder