Giriş
Ali Şeriati, geniş bir plan dâhilinde İran Devrimi’nin
ana ideologu olarak kabul edilir. Kendisinin kaleme aldığı muhtelif çalışmaları
okuyanlara Şeriati, geleneksel Müslüman-Şii düşüncesi, radikal İslamî
köktencilik, mistik tasavvufî aşama, batılı varoluşçuluk, diyalektik Marksizm
ve anti-emperyalizmden müteşekkil, oldukça karmaşık ve eklektik bir fikrî
karışım takdim eder.
Eylemci İdeolojinin Önemi
Şeriati’nin kanaatine göre, İslam toplumları içeride
ve dışarıda hüküm süren zulmün çilesini çekmektedirler, dolayısıyla etkin bir
değişim için gerekli yegâne alternatif, devrimdir ve ideoloji de toplumu
seferber etme noktasında kullanılacak aslî araçtır. Kaderci anlayışa dayanan
“olan”ın yerine “olması gereken”i ikame eden ideoloji, tahammülü imkânsız olan
şimdiyi alt edip ütopyanın tesis edilmesi için gerekli bir diyalektik gerilim
üretir:
“İdeoloji,
düşünürün dış gerçekliklerin değeri, bu gerçekliklerin değerlendirilmesi, ne
türden tutarsızlıklar içerdiği ve bunların ideal formlara nasıl
dönüştürülebileceği ile ilgili inancıdır.”
Tahammül edilemez koşullarını değiştirmek için
kitlelerin bilinçli bir şekilde seçtikleri bir araç olarak ideoloji, zamanla
yozlaşmış rejimleri tehdit eden bir güce dönüşür.
Kendi kültürüyle tutarlı bir bilinç üreten belirli bir
ideolojiyi seçmek, her bireyin görevidir ve bu ideoloji, kişiyi statükonun
değiştirilmesi sürecine fiilî olarak katılma noktasında harekete geçirir:
"O
hâlde her ideolog, idealleri ve inançları doğrultusunda statükoyu
değiştirmekten sorumludur.”
Şeriati’nin tespitine göre, İran halkı kendi kaderi
karşısında edilgen biçimde ağıt yakmaktan vazgeçip, ideolojik ve bilimsel
metodolojiyi kullanmak suretiyle mevcut koşullarını analiz etmeye başlamalı,
böylelikle değişim için katalizör rolü oynayacak kimi ilkeleri keşfetmelidir.
Bu ilkelerin tatbiki, “olağan” gelişimle geçen yüzlerce yıllık sürecin
üzerinden atlanması ile sonuçlanacak ileriye dönük bir büyük sıçramanın
gerçekleşmesini sağlayacaktır.
İran tarihi üzerine yaptığı çalışmalarda Şeriati,
İbn-i Sina gibi saygı gösterilen felsefecilerin ya da Hallac-ı Mansur gibi
büyük mistiklerin toplumsal bir değişimi koşullamadıklarını görür. Gerçekten
büyük birer İslamî kişilik olarak Muhammed, Ali, Hüseyin ve Ebuzer âdil bir
toplum tesis etmek için çalışmış ve “amel ile fikri, dindarlık ile kudreti ve
öğrenme ile dövüşmeyi” birleştirmiş birer eylemcidir.
Şeriati’nin inancına göre, her toplum gerçek bir
devrime denk düşen kültürel bir ifadeye sahiptir. Bizim içinde olduğumuz
dönemde de İran’da karşılığını bulan bu kültürel ifade İslam’dır, ancak İslam,
fiilî değişime yol açan bir dünya görüşünün ortaya çıkmasını sağlayacak bir
yeniden yorumlama gayretine muhtaçtır.
Şeriati’nin politik ideolojisi “İslamî Marksizm”dir ve
esas olarak o Humeyni’den çok Halkın Mücahidleri’ne yakın durur. Onun
tespitiyle İslam, başlangıcından beri mazlumun safında olup Hz. Muhammed
toplumsal eşitlik için dövüştüğünden ve etrafına toplumdaki mahrumların
toplaşmış olmasından ötürü devrimci bir ideolojidir. İslam fukaranın
yanındadır:
“Allah, mazlumların ve mustazafların
Allah’ıdır.”
İslam’ın Avrupa’daki Hristiyan Reformu Benzeri Bir
Reforma İhtiyacı Vardır
İran on dördüncü yüzyılda Ortaçağ’da yaklaşık bin yıl
süren bir durgunluk dönemi ardından moderniteye doğru bir sıçramanın oluşmasını
koşullamış Protestan Reformu’na tanıklık eden Avrupa’da yaşanana benzer bir
tarihsel gelişmeye sahne olmaktadır.
İslam toplumları da -onları kendi sorunlarına
kadercilik yerine dinamik bir ideolojiyle yaklaşmaya sevkedecek- benzer bir
dinî reforma ihtiyaç duymaktadırlar:
“Bugün
bizim için önemli olan, Katolik ahlâkını hareketli ve yaratıcı bir güce
dönüştürmüş olan Luther ve Calvin’in çalışmalarıdır.”
Bu reform, büyük bir enerjiyi açığa çıkaracak, birkaç
yüzyıl ileri atılmayı sağlayacak ve İslam toplumlarının batı toplumlarının
seviyesine ulaşmasına yardım edecek olan “büyük bir sıçrama”ya yol açacaktır.
Müslüman Toplumların Geriliğine Gerçek Bir İlâç Olarak
“İdeolojik İslam”
İslam, İslam toplumlarının kültürüne, geleneklerine ve
kimliğine hâlâ hükmettiğine göre, onun yirminci yüzyıla ait dille birlikte
seküler Avrupa modellerine öykünmesi faydasızdır, zira bu dilin İslam
toplumları ile belli bir ilişkisinin olmadığı gayet açıktır. Batılı güçlerin
politik, ekonomik ve kültürel baskısına karşı kitleleri seferber etme
potansiyeline sahip olduğundan, reforma tabi tutulmuş bir İslam kurtuluşun
yegâne umududur.
Şeriati, İslam’ı bir ülkü hâline getirir ve onu
mazlumun kaçınılmaz zaferine dönük inancı, pozitif bir hümanizmi, bilimsel ve
determinist bir tarih felsefesini kucaklayan ve tüm sorunlara ilâç olan bir güç
olarak görür.
Kitlelerin Harekete Geçirilmesi İçin Aydınlanmış
Seçkinlere Dönük İhtiyaç
Toplumsal değişimin motorunu ararken Şeriati Kur’an’a
bakar ve orada toplumsal değişimi tetikleyen ana etmen olarak en-nas’ı
(halkı) görür. Bütün olarak halk Allah’ı temsil eder ve Kur’an Allah ile halkı
toplumsal meselelerde eşitler. Bu tespit şaşırtıcı biçimde onun Marksizmle
ilgili kanaatleri ile de örtüşür ve “devrimci İslam” söylemi aracılığıyla
kitleleri harekete geçirme gayretlerini meşrulaştırır.
Çelişkili bir üslup dâhilinde dile getirilmiş olsa da
Şeriati’de halk, toplumsal değişimin ana etmeni olmasına karşın, özbilince
sahip seçkinler eliyle harekete geçirilmek zorundadır. Kendi başlarına
bırakıldıkları takdirde kitlelerin sonsuza dek yaşadıkları sefalete gömülüp
kalmaları muhtemeldir. İran’ın trajedisi, geleneğin yönlendirdiği kitlelerle
kendi toplumuna yabancılaşmış batılı okumuş seçkinler arasındaki yarıktır. Bu
yarık ancak militan İslamî aydınlar tarafından kapatılabilir. Şeriati’nin ana
hedeflerinden biri de değişimin katalizörü ve öncüsü olacak bu tarz aydınları
kendi safına katabilmektir.
Şeriati’nin tabiriyle “aydınlanmış düşünürler” (ruşenfikren)
onun fikriyatında kilit bir unsurdur, öyle ki onlarsız değişim için umut
beslemek bile mümkün değildir. Aydınlar kendi fildişi kulelerini terk edip
sıradan halk arasına karışacak olan birer köprü inşacısıdırlar. Onlar zalimlere
karşı isyan etmeleri için uyuyan kitleleri uyandıracak birer katalizördürler.
Medeniyet içre devasa “sıçrama”yı ancak ruşenfikren tarafından
uyandırılmış olan bir toplum gerçekleştirebilir.
“[…]
Eğer özgür bir düşünür hedef sahibi ise ileri sıçrar, aksi takdirde o tarihsel
determinizmi beklemek zorunda kalır.”
Aydınlanmış düşünürler, kendi ideolojilerine hararetli
biçimde inanan ve onun için ölme iradesine sahip olan radikal birer
eylemcidirler. Onların görevi, gerçek sorunu toplumun geriliği şeklinde tespit
edip adalet dini olan İslam’ı da bu sorunun makul çözümü olarak tanımlamak
suretiyle “cahil ve uyuyan kitleler”e rehberlik etmektir.
Burada Şeriati, hem Marksist devrimci öncü fikrini hem
de horgörülen cahil kitlelerle (amme, cahil) batınî irfanı elinde tutan
“aydınlanmış” azınlık (hassa, uqal, müçtehid) arasında belirgin bir çatışmaya
sahne olan seçkinci Şii ve Sufi düşüncesinin etkisini öne çıkartır. Bu ayrım ve
Şii takiyenin etkisi Şeriati’nin düşüncesini farklı seyirciler için ayrı söylem
düzeyleri belirlemeye iter.
Şeriati Düşüncesinin Temeli Olarak Tevhid
Şeriati’nin ideolojisinin temeli, ütopik bir hedefe
doğru önceden belirlenmiş bir yönde kâmil olmayı, iradeyi ve özbilinci içeren,
kâinatı ise canlı tek bir organizma olarak gören mistik-felsefî bir dünya
görüşü olarak tevhiddir. Tevhid hiçbir ikiliğe izin vermez; her şey üç temelden
oluşan bir birlik dâhilindedir: Allah, doğa ve insan. Gerçekliğin gözlemciye
nasıl göründüğünden bağımsız olarak tevhid kâinatı uyumlu bir bütün olarak ele
alır. İnsanın sorumluluğu ise bu gerçeklik modelini tanıyıp kabullenmek ve onun
akışıyla birlikte hareket etmektir.
Dünyada tanık olunan uyumsuzluk söz konusu tevhidî
dünyanın kendisinde mündemiç bir özellik değildir. Bilakis bu uyumsuzluğun
nedeni de tevhid modeline itiraz eden insanlar tarafından dayatılmış bir dünya
görüşü olarak şirkin ta kendisidir. Şirkin sahip olduğu dünya görüşü,
yaratılışı muhalif ama eşit birçok güçle yüklü bir şey olarak gören
putperestliktir.
Dolayısıyla Şeriati, tarihi tevhid ve şirk arasında
ebediyete dek süren bir diyalektik mücadele olarak görür. Tevhid Allah’ın
bahşettiği “doğal” nesneler düzeni iken, şirk karşı çıkılması ve ortadan
kaldırılması gereken bir düşmandır.
Tevhid sadece Allah’a teslim olmak ve diğer tüm
güçlere karşı isyan etmek demektir:
“Tevhidde
insan sadece tek bir güçten korkar, yüzünü sadece kıbleye çevirir ve umutlarını
sadece tek bir kaynağa yöneltir.”
Geleneksel tevhid, Allah’ın birliği öğretisi,
böylelikle devrimin esas temeline dönüştürülür.
Tasavvufun Şeriati’nin Düşüncesi Üzerindeki Etkisi
Şeriati kendisine ait tevhidî dünya görüşünün tasavvuf
olduğunu kabul etmese de (zira o tasavvufçulardaki ötedünyacılığa ve
edilgenliğe itiraz etmektedir.) bu görüşün İbn-i Arabi’nin “varlığın birliği”
(vahdet-i vücud) teozofisiyle arasındaki benzerlik gerçekten de çarpıcıdır. Tek
bir organizma olarak yaratılış, Allah’ın insanın ve doğanın bir oluşu Sufilere
özgü bir anlayıştır. Allah’ı ve yaratılışı aynı gerçekliğin iki yüzü olarak
gören Sufilik için tevhid merkezî bir unsurdur.
Şeriati’nin bu fikre sevdalanmasındaki en önemli
neden, muhtemelen Afgani’dir. Ancak Şeriati, ayrıca tasavvufu özel olarak da
incelemiş ve Mevlânâ’nın Mesnevî’siyle Massignon’dan etkilenmiştir.
Onun kullandığı diğer bir tasavvufî simge de varlık
kaynağı etrafındaki nurlu bir çember üzerinde hareket eden yaratılmış
varlıklara ilişkin simgedir. Kâbe etrafında gerçekleştirilen tavaf, bu hareketi
temsil eder.
Şeriati, sık sık tasavvufta merkezî bir unsur olan aşk
kavramına başvurur. Devrimci, Allah’ın etrafında dönen bir aşk esiridir: o,
“yanana dek mumun etrafında dönen bir kelebektir. Külleri rüzgâra karışır, aşk
içinde gözden kaybolup gider ve ışığın içinde ölür.” Bu anlayış, insanın
kendisini Allah’ta yok etmesi anlamında, Sufilerdeki fenafillâh kavramına
benzer.
“Aşk, varlığın derinlerindeki yüce
güçtür.”
Bu güç, insanın başkaları için kendisini feda etmesini
sağlar:
“Başkaları
adına çalışmak için kendimizi inkâra ve kendimize isyan etmeye çağıran şey,
aklın ve mantığın ötesindeki aşktır.”
Aşk, Hacer’in kendisini tümüyle Allah’ın iradesine
teslim edip İsmail’i çok uzaklara, çorak bir vadiye götürmesini sağlayan, onun
Allah’a dönük eksiksiz güveninin (tevekkül) adıdır.
Şeriati ayrıca yol, hac, sülûk gibi tasavvufa ait bir
dizi kavrama başvurur. İnsan kendi iç dünyasına doğru bir hacca çıkmış, gerçek
dostu ve evi olan Allah’a karşı işlediği günahlardan arınıp sürgünden
kurtulmaya çalışmaktadır, dolayısıyla Mekke’ye yapılan hac yolculuğu esasen bir
simgedir.
“İnsan,
hem yolun kendisi hem yolculuk eden hem de yolculuk edilendir. O, kendi
bedeninden ilahî benliğine doğru sürekli bir göç hâlindedir.”
Allah’la bir ve O’na yakın olma da aynı şekilde
tasavvufçulara özgü bir yaklaşımdır. Sufiler bu iki başlığı nihai hedef olarak
belirlerler:
“Sadece
O var, bu sebeple O’nunla birlikte ol […] Allah’la başbaşa kal […] bu sıradan
dünyayı terk et ve sınırlarını hiçe say. […] bırak kalbin aşkla aydınlansın!”
Şeriati, ayrıca kuru kitabî bilgi karşısında sezginin
(gnosis, marifet) yanındadır.
“Demek
ki ‘bilgi’den doğan ve ‘aşk’ı taşıyan ‘bilinç’ var olmaktadır […] ancak sezgi
asla ışığa muhtaç değildir; o düşünceyle aydınlanır ve ‘aşk’ın her türlü
sorununu çözebilir.”
Şeriati’nin sık sık bahsettiği Sufiliğe özgü diğer bir
karakter de İsa’dır. İsa ona göre bir model peygamberdir, mükemmel bir ruhanî
rehberdir ve Allah’ın sıfatları olan aşk merhamet ve bağışlamayı ortaya koyan
bir kişidir.
Şeriati’de öne çıkan son Sufi yön de onun simgesel
Kur’an tefsiridir. Şeriati’nin iddiasına göre, simgesel edebiyat edebiyatın en
yüksek mertebesidir ve Kur’an simgesel bir dille yazılmıştır (dolayısıyla O’nun
gizli batınî anlamı yanında, doğrudan edebî zahirî anlamı da ortaya
konulmalıdır.) Kur’an, bu anlamda tüm zamanların bütün hakikatini içeren çok
katmanlı bir anlam dünyasına sahiptir.
Yaşanan değişimlere karşı ilâhi biçimde muhafaza
edildiğinden Kur’an gerçek İslamî dirilişin anahtarıdır, bu sebeple Şeriati
kendi İslam yorumunu O’ndan yaptığı dolaysız alıntılar üzerine kurar.
İnsanla ve Toplumla İlgili İslamî Diyalektik Bakış
Açısı
Şeriati’de merkezinde insan, toplum, tarih ve dinin
durduğu Hegelci ve Marksist bir diyalektik anlayışı mevcuttur. Tez anti-tezle
karşı karşıya gelir ve kaçınılmaz biçimde yaşanan mücadele ve hareket sonucunda
ortaya yeni bir sentez çıkar. Dünyadaki tüm değişimlerin izahı sürekli
yenilenen bu süreçtedir.
İnsan, beden ve ruh olarak yaratılmış diyalektik bir
gerçekliktir. Çelişki iç mücadelelere ve sürekli hareketliliğe yol açar.
İslam’ın yaratılış efsanesinde beden durgunluğu, ruh ise kâmilliğe doğru
seyreden hareketi simgeler. İnsan’ın sahip olduğu doğal koşul (fıtrat) iki
kutup arasında salınır, dolayısıyla insan kâmilliğe doğru evrimsel bir hareketi
yaratan bir bileşime tabidir. Şeytan’ın Allah’a karşı gerçek savaşı doğada
değil, insanın kalbinde gerçekleşir. Bunun sonucu olarak insan bedeni kendi ruhunu
alt etmek için çabalayıp durur.
Şeriati, Kur’an’da insanın yüce haysiyeti, Allah’a
benzeyen özü ve ruhanî doğasına dayalı hümanist bir felsefe keşfeder. Âdem,
Allah’ın kendisine halife olarak yarattığı ve meleklerden üstün gördüğü insanı
simgeler. İnsan, Allah’ın emaneti olan özgür iradenin, başka hiçbir canlının
kabul etmediği şeyin taşıyıcısıdır. Allah, insana isimlerin bilgisini vermiş,
meleklerin bile bilmediği bilimsel gerçeklere işaret etmiş ve ona bu sürgün
yerinde bir cennet yaratma ile Allah’ın iradesini ifa etme görevini vermiştir.
İnsan, sadece Allah’ın yeryüzündeki emanetçisi değildir, ayrıca o (geleneksel
ulema düşüncesinden ayrışan diğer bir Sufi yaklaşıma uygun olarak) Allah’ın
akrabası, ortağı ve dostudur.
“İslam’da
insan Allah’ın hükmü altında değildir, zira insan Allah’ın yeryüzündeki ortağı,
emanetçisi ve akrabasıdır.”
Özgür irade, insanı diğer yaratıklardan üstün
kıldığından, insan isyan edebilir ve iyiyle kötü arasında seçim yapabilir.
İnsanın kendi içindeki Allah’a ait ruh onu kâmilliğe götürürken, bu seyre karşı
olan beden, insanı durgunluğa sürükler. Alt düzeydeki doğasını aşma sürecinde
insan, evrimleşip Allah’a yakınlaşır.
Karşıt iki unsurdan oluşan ve iki boyutlu olan insan,
maddî ya da ruhanî olana doğru yönelimi kendince aşan bir dine muhtaçtır. Tüm
dinler arasında sadece İslam, insanın ikili doğasına hitap eder ve iki boyutlu
ideolojisiyle insanın belli bir denge teşkil etmesine imkân verir.
Şeriati’nin “ideal insan”a doğru yaşanacak evrimle
ilgili düşüncesinde ruh bedeni alt eder, insanı şüphe ve çelişkiden kurtarır ve
insanın hem doğanın hem de ruhun keyfini çıkartmasını sağlar. İnsan akıllı ve
sanat ruhludur. O, çevrenin kalıba döktüğü bir şey değildir, aksine çevresine
şekil veren ve yeryüzünde bir cennet kurandır. Şeriati’nin ideal insanı, hem
felsefeci hem politikacı hem asker hem de sufidir:
“O,
bir elinde Sezar’ın kılıcını tutar, göğsünde de İsa’nın kalbini taşır. O,
Sokrates’in beyniyle düşünüp Hallac-ı Mansur’un kalbi gibi Allah’ı sever.”
Bu söylem dâhilinde tüm insanlar, “insanın, Allah’ın
ve aşkın yeni bir yaratılış ve yeni bir İnsan için bir araya getirildiği bir
program”a davet edilirler. Biz, evrim aşamasının sonundayız ve ideal insan
zuhur etmek üzeredir. Bu insan, Sufilerin işaret ettiği Allah’ın yaratımının
mükemmel ilkörneği olarak “insan-ı kâmil” mi yoksa Nietzsche’nin dillendirdiği
“üstinsan” mı olacaktır? Soru budur.
Şeriati, insanın aslî haysiyetinden dem vurduğu
yerlerde birey olarak insandan değil, bireyin içinde özümsendiği ve onsuz bir
anlam ifade etmediği insanlığın bütününden bahsettiği açıktır:
“O
kendi kimliğini insan ırkının ebedî kimliği içerisinde çözer. […] Bir kişi
‘insan’ olarak ölmüşse ebediyete kadar yaşar, zira tek kişi ölümlü iken ‘insan’
ölümsüzdür! Bir nehrin parçası olmayan bir su damlasının ömrü sabaha kadardır,
zira gün ışır ışımaz o gözden kaybolacaktır.”
Çelişki ve savaşa dayalı olan toplumun merkezinde de
diyalektik vardır. Toplumda iki düşman sınıf, bir yanda sömürücüler, krallar,
toprak sahibi aristokrasi ve sahte dinî kurum diğer yanda da Allah, sömürülen
çoğunluk ve hakiki İslam durur.
Bu diyalektik, Habil ve Kabil hikâyesi ile
simgeleştirilir: Kabil, Habil ile simgelenen fakir kitleleri sömüren ve
köleleştiren azınlık sınıfını temsil eder ve hikâyedeki kötü adam ise özel
mülkiyetin ta kendisidir.
Marksistler ve Kurtuluş Teologları gibi Şeriati de
“sistem”i kötülüğün ana sebebi olarak görür. Kabil, özü itibarıyla günahkâr
değildir, ama o, açgözlülük ve sömürüyü teşvik eden özel mülkiyete ait
yozlaşmış sistem tarafından yoldan saptırılmıştır.
Kabil’in sisteminde üç temel unsur vardır: politika,
ekonomi ve din. Bunlar üç isimle simgelenir: Firavun, Karun ve Bel’am.
“Kitleler,
paraya ve sömürüye teslimiyete mecbur edildiklerinde, onların aynı zamanda
dinle uyuşturulmaları gerekecektir.”
Şeriati’ye göre, Kur’an, tüm politik, ekonomik ve dinî
kudretin halka ait olduğunu öğretir (burada gene Marksist fikriyata
yaslanılmaktadır.). Kur’an’da Allah ve en-nas sıklıkla eşanlamlı kullanılır ve
toplum Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olarak kabul edilir. “Hâkimiyet
Allah’ındır” söylemi politik iktidarın, “Mülk Allah’ındır” söylemi tüm
sermayenin, “Din Allah’ındır” söylemi de dinin din adamları sınıfına değil, sadece
halka ait olmasını anlatır. Bu yaklaşım, Humeyni’nin “velayet-i fakih”
anlayışıyla tümüyle çelişmektedir.
Ayrıca diyalektik, İslam’ın da merkezinde olan bir
olgudur. Statükoyu muhafaza eden gerici bir İslam’la hakiki İslam savaş
hâlindedir:
“Dinin
dine karşı savaşı, tevhidin şirke, adaletin ayrımcılığa karşı savaşı, tarihin
bir değişmezidir.”
Ulemaya ve Sahte Dine Karşı
Din adamları sınıfına saygı gösteren muhafazakâr
Şiiliğin aksine Şeriati, din üzerinde tekel kurduklarını iddia ettiği ulemaya
saldırır. Gerici ulema, insanları sefalete odaklanmaktan alıkoyar ve kafalarını
mistisizm ve kıyamet hikâyeleri gibi soyut meselelerle meşgul eder. Ulema,
sonuç itibarıyla kimin safında olduğunu belirlemek zorundadır: o, Allah’ın ve
hakiki dine mensup kitlelerin mi yoksa sömürücülerin mi safındadır?
Günümüzün sahte İslam’ı olarak Safevi Şiiliği, saray
yanlılığı, milliyetçilik ve sufizmden müteşekkil bir karışımdır. Esas Şiilik,
yani Alevî İslam’ı, idealleri gerçekleştirmek için insanlar tarafından bilinçli
bir biçimde seçilen ilerici ve militan bir toplumsal güçtür.
Hz. Muhammed’in vefatından hemen sonra ortaya çıkan
sapmalar ilk başta ufak çaplıdır, ama bu sapmalar ümmette giderek çoğalır.
Emeviler halifeliği gasp ederler ve Hz. Muhammed ile Hz. Ali’nin imana bağlı
müridlerini tasfiye ederler. O günden beri düşman dışta değil, mevcut kampın
içerisindedir ve tektanrıcı İslam örtüsü altında saklanmış bir çoktanrıcılık
olarak varlığını sürdürmektedir.
Ütopyaya Uzanan Tarihsel Evrimci Determinizm
Şeriati, evrimin ve devrimin değişmez iki ayrı gerçek
olduğunu söyleyen evrensel bir yasa olarak determinizme inanır. Tüm yollar,
eşitliğin ve birliğin dünya genelinde gerçekleştiği kaçınılmaz olarak
ulaşılacak olan o doruk noktasına çıkar. Bu ütopyadır, tarihin sonudur,
Mehdi’nin dönüşüdür, diyalektik mücadelenin doruk noktasıdır.
İntizar, İmam’ın dönüşüne yönelik Şii inancıdır. O,
İmam’ın gelişini eylemli olarak bekleme ve bu gelişi hızlandırmaya dair devrim
hedefine doğru seyreden ilerici hareketin adıdır. Seçkinlerin aksine kitleler
bu inanca daha hararetli biçimde bağlıdırlar ki bu da, insanın esas olarak
umudun yaratıcısı olduğunu kanıtlamaktadır. Bugünün olması gereken olmadığını
fark eden diyalektik intizar, mevcut zulmü redde tabi tutar:
“İntizar
inancı, Allah’ın Müslümanlara dönük vaadine, biçare kitlelerin ideali ve
umudunun nihai olarak gerçekleşmesine inanmaktır; sınıfsız toplumun muzafferane
bir biçimde zuhur edişiyle toplum tiranlıktan, adaletsizlikten ve hileden
kurtulur. […]”
Şeriati’ye göre, insan, bin yıl süren o zor evrim
yolculuğunun ardından nihayet tarihin sonuna ulaşmış, yeni bir dünya ile yeni
bir insan oluşma imkânına kavuşmuştur.
Devrimci Bir Silâh Olarak Şehadet
Son olarak Şeriati, şehadete özel bir vurgu yapar ve
onu devrimci bir silâh olarak görür. Şehadet, temelde insanları tarihin kalp
atışları, yani şehit olmaya teşvik eden Şii ideolojisinin önemli bir
parçasıdır. Tiranlığa karşı bir protesto ve İslam’ın gerçek değerlerinin ispatı
olarak Hz. Hüseyin’in şehadeti, imanın hayatta kalmasını güvence altına alır.
Şehadet, bir yandan gelecek nesilleri güçlendirmek bir
yandan da düşmana ait kötü güçleri utandırmak için kullanılacak bilinçli bir
tercih kabul edilir. Gerçek cihad, onuru, imanı ve güçsüzün geleceğini güvence
altına alan cihaddır. Bu cihad, Şiiliği “mezarlıkların edilgen bekçileri”
olmaktan çıkartıp, her cephede hakikat için dövüşen Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’in
eylemli birer müridine dönüştürecektir:
“Tarihte,
her yerde ve her noktada aralıksız sürüp giden savaşta her yer Kerbela, her ay
Muharrem ve her gün Aşura’dır.”
Sahte din, kendini iyiden iyiye tesis ettiğinde ve
protesto için gerekli tüm yollar kapandığında, devrimciler satın alınıp
sistemin parçası hâline getirildiklerinde ya da öldürüldüklerinde, o vakit Hz.
Hüseyin’in modeli, insana ölümü ile hakikate şahitlik edip şeytanî
imparatorluğu sarsmak için bir şehit olmayı öğretir:
“O, tüm çağlara ve nesillere
öldüremiyorsan öl diyen bir davettir.”
Sonuç
Ali Şeriati, kategorize edilmesi güç, birden fazla
yöne sahip bir simadır. Onda mazlumların davasına bağlılık ve tutkudan başka
bir şey yoktur. Onun çığlığı, toplumsal adalete, çağrısı batıya teslimiyetten
kurtulmuş gerçek bir İranî-Müslüman kültüre, arzusu ideal bir sınıfsız toplumun
kurulmasını sağlayacak devrime kendini feda etmeye yöneliktir.
O, ayrıca oldukça duyarlı ve derinlemesine ruhanî bir
kişiliktir. Eylemli varoluşa, aklî ve bilimsel düşünceye sıklıkla vurgu
yapmasına karşın, tüm külliyatında akıp giden tasavvufî bir boyutun mevcudiyeti
asla inkâr edilemez. Kendisi reddetse bile o, sufi bir mistiktir aynı zamanda.
Şeriati, şahsen kendi içinde zihinsel bir ikilikçilik
ve ruhanî bir şizofreni arasında cereyan eden diyalektik bir mücadeleye teslim
olmuş gibidir. Batılı politik ideolojinin tesiri altında kalan Şeriati, bir
yandan da bu ideolojinin kültürel hegemonyasından nefret eder. Din adamları
sınıfının teşkil ettikleri müesses İslam’dan uzak durur ve Marksist ideoloji
olarak yeniden oluşturulup devrim için bir araca dönüştürülmüş bir İslam’ı
önerir. O, ayrıca kendisinin bizzat reddettiği batının derinlemesine etkisi
altındadır, zira Kur’anî İslam’a döndüğünde keşfettiklerinin önemli bir kısmı,
batı felsefesinin İslamî tabirler dâhilinde ifade edilmesinden ibarettir:
Şeriati, evrimin, sosyalizmin, marksizmin, diyalektiğin, varoluşçuluğun ve
determinizmin tümden İslam’a ait özgün öğretiler olduğu iddiasındadır.
Şeriati, toplumsal adalete tutkuyla bağlı modern bir
aydındır ve bu hedefe ulaşma noktasında işe yarar tüm araçları kullanmak ister.
Ona göre, Şii İslam’ı mevcut dönemde kullanılması gereken doğru bir araç olarak
“vardır.” Diğer yandan Şeriati, aynı zamanda “hakiki İslam”ı Allah’ın dünyadaki
en yüce alameti olarak gören tasavvufa meyyal, mütedeyyin bir Müslüman’dır.
Bazı yazıları Şii İslam’ı ile salt devrim için faydalı
olduğu gerekçesiyle ilgilendiği, imanının İslam’ın nesnel manada hakiki olup bu
nedenle sadakate lâyık olduğu kanaatinden türemediği, aksine toplumsal değişimi
hızlandıran ve İran toplumunu kendi önerdiği kalıp içerisinde
biçimlendirilmesine katkı sunacak bir anlayıştan kaynaklandığı hissi
vermektedir. Sanki onun için gerçek mutlak, Marksist bir kurgu olarak Sınıfsız
Toplumdur ve din de söz konusu hedefin gerçekleşmesi sürecine tabi
kılınmalıdır.
Ancak onun aktardığı hikâyenin tamamı elbette ki bu
kadar değildir. Şeriati’nin diğer bir dizi metninde söz konusu karmaşık ve
dolambaçlı nitelik derin ve samimi bir imanla ilişkilenir. O, bu metinlerde
kendisinin “hakiki İslam” olarak gördüğü ideal “Alevî” formu dâhilinde Şii
İslam’ına dönük bağlılığından da söz eder. Tüm külliyatı boyunca Şeriati,
Allah’la şahsî, anlamlı ve mistik bir ilişki kuruyor gibidir.
David Zeidan
Kaynak
Kaynakça
Cragg, K. (1985) The Pen And The Faith, özellikle 5. Bölüm, “Ali
Shariati of Tehran” (Londra: Allen & Unwin).
Enayat, Hamid. (1982) Modern Islamic Political
Thought, (Austin: University Of Texas Press).
Yayına hazırlayanlar: Farsoun & Mashayekh (1992), Iran:
Political Culture In The Islamic Republic, (Londra: Routledge).
Irfani, S. (1983) Revolutionary Islam In Iran,
özellikle 7. Bölüm, "Ali Shariati: Teacher Of The Revolution"
(Londra: Zed Books).
Yayına hazırlayanlar: Keddie, N. & Cole, J. (1986),
Shi’ism And Social Protest, (New Haven: Yale University Press).
Yayına hazırlayan: Keddie, NR, (1983a), Religion
And Politics In Iran: Sh`ism From Quietism To Revolution, (New Haven: Yale
University Press).
Keddie, NR (1983b), Roots Of Revolution: An
Interpretative History Of Modern Iran, (New Haven: Yale University Press).
Kedourie, E. (1966), Afghani And Abduh: An Essay On
Religious Unbelief And Political Activism In Modern Islam, (Londra: Frank
Cass)
Rahneema, A. (1994), Pioneers Of Islamic Revival,
(Londra: Zed Books).
Sachedina, AA (1991), “Activist Shi`ism In Iran, Iraq,
and Lebanon”, Yayına hazırlayanlar: Marty & Appleby, Fundamentalisms
Observed içinde. (Şikago: University of Chicago Press).
Sachedina, AA (1983) “Ali Shariati: Ideologue Of The
Iranian Revolution, Yayına hazırlayan: Esposito, Voices of Resurgent Islam içinde
(New York: Oxford University Press).
Shari’ati, Ali. (1977), Hajj, çev.: Behzadnia
& Denny. Ohio: Free Islamic Literatures Inc.
Shari’ati, Ali. (1979), On The Sociology Of Islam,
Çev.: Algar, H. (Berkeley: Mizan Press).
Shari’ati, Ali. (1981a), Man And Islam, çev.:
Marjani. (Houston: FILINC).
Shari’ati, Ali. (1981b), Martyrdom: Arise And Bear
Witness, çev.: Ghassemy, (Tahran: Ministry of Islamic Guidance).
Shari’ati, Ali. (1982), “Intizar, The Religion Of
Protest & Return To Self,” Yayına hazırlayanlar: Donohue & Esposito, Islam
In Transition içinde, (New York, Oxford University Press).
Shari’ati, Ali. (1986), What Is To Be Done: The
Enlightened Thinkers And An Islamic Renaissance, (Houston: IRIS).
Makaleler
Benson, SR (1991) “Islam And Social Change In The Writings Of Ali Shari’ati:
His Haj As A Mystical Handbook For Revolutionaries”, The Muslim World,
LXXXI, 1, s. 9-26.
Dabashi, H. (1983) “Ali Shari’ati's Islam:
Revolutionary Uses Of Faith In A Post-Traditional Society” Islamic Quarterly,
XXVII, 4, s. 203-222.
Haarmann, U. (19 ) “Abu Dharr - Muhammad's
Revolutionary Companion”, The Muslim World, s. 285-289.
Hayama, K. (1985) “Dr. Ali Shari’ati's Revolutionary
Ideology And The Role Of The Raushanfekr In Social Change”, The Institute of
Middle Eastern Studies, International University of Japan, Working Papers
Series No 1.
Moussalli, AS (19) “Two Tendencies In Modern Islamic
Political Thought: Modernism And Fundamentalism”, Hamdard Islamicus,
XVI, 2, s. 51-78.
Thomas, EH (1991) “Ali Shari’ati On The Role Of The
Muslim Woman”, The Muslim World, LXXXI, 1, s. 1-8.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder