Pages

04 Ekim 2012

Politik Özne ve Lenin Dağı


Bir mecaz olarak “Lenin”, politik özne meselesinde hâlâ zirve. Bu anlamda, hâlâ bir “Lenin Dağı”ndan söz etmek mümkün. Lenin de bu “dağ” mecazını kullanıyor. Dağın zirvesine ulaşmak için bazen dağın diğer yüzüne dolanmaktan, yürünmüş yoldan geri dönmekten, aşağı inip tekrar yukarı çıkmak için başka yollar aramaktan bahsediyor.

Genel eğilim, Leninizm değil, Lenincilik yönünde. Burada ulaşılmış olan zirveyle ilgili malumattan geri doğru gidilerek, atılan adımlar şekillendirilmeye çalışılıyor. Bu noktada Lenin’in bir cümlesi akla kazınıyor, mutlak kabul ediliyor ve gerçek ona doğru eğilip bükülmeye çalışılıyor. Örneğin Lenin, partinin önemli ölçüde güçsüzleştiği momentte yeni çıkış yolları aranırken, sağ-burjuva olana alan açılmasına şahit oluyor ve bu eğilimlere karşı kılıç sallamadan, yani devrime odaklanmış bir teorik faaliyet içine girmeden ilerlenemeyeceğini söylüyor. Bu tespitini de şu cümleyle taçlandırıyor: “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz.” Devrime odaklanmış bir teorinin ise mücadeleye muhtaç olduğu açık.

Bu cümle, parti içine dönük bir mücadeleyi öngörüyor ve parti içindeki sağ yönelimin tasfiyesi ile devrimci teorik faaliyet arasında somut bir bağlantı kuruyor. Ama Lenincilik pratiğinde bu cümle dışarı dönük bir mızrağa dönüştürülüyor, ilahi bir kelâm hâlini alıyor ve özünde “devrimci teoriyi ancak ben yaparım” türünden, idealist bir özneciliği somutluyor.

Burada devrimci teorik faaliyet sonuç olarak bir bitmişlik hissine ve fikrine kurban edilmiş oluyor. Esas olarak özne olmak ile politik olmak arasındaki açı kendinden menkul, bitmiş, tamamlanmış, yüce bir özne tasarımı lehine kapanıyor. Bu, politika ile özneliğin karşı karşıya yerleştirilmesinin bir ürünü. Sonuçta politik olan, öznelik üzerinden belirleniyor. Yani öznenin ilgi ve güç sahasına giren şey politik, girmeyen apolitik olarak değerlendiriliyor. Dolayısıyla, politik olanla olmayan arasındaki ayrıma ilişkin teorik ve pratik faaliyet öznenin varlığında imkânsızlaştırılıyor.

İlgi ve güç sahalarının çokluğunu koşullayan, özne bolluğu; bu özneler pazarından da politika çıkmıyor. Politika, eğer bugün itibarıyla demokrasi ve devlet alanı ile ilişkili ise bu alanı bölmek böylesi olmuş-bitmiş bir öznenin oluşumuna engel olacağından, apolitika ve antipolitika öznenin yegâne varoluş tarzı oluyor.

Olmuş-bitmişlik hissi ve fikri, eksik, zayıf, güçsüz ve dağınık olunduğunun görülmemesine sebep oluyor. Tersten, bu eksik, zayıf, güçsüz ve dağınık hâli gizleyen bir tepki olarak söz konusu his ve fikir geliştiriliyor. Bu konuda en ikna edici gayreti ortaya koyan “özne”, özneler pazarında öne çıkıyor. Olmuş-bitmişlik, olanı ve biteni anlamıyor, olacak ve bitecek olana müdahale edemiyor, olmuş, bitmiş olandan bu müdahale için gerekli kuvveti ve kudreti çıkartamıyor.

Lenin’in külliyatı, önemli ölçüde parti ve sol hareket içine dönük iken, Leninciler, böylesi bir teorik faaliyeti “tasfiyecilik” ve “sol düşmanlığı” ile etiketleyip etrafa korku salıyorlar. Sol denilen şeyin mülk sahipleri, kendilerini tasfiye eden pratiğe karşı direniyorlar.

Lenin, devrimden sonra bir iki yıllık pratikte çeşitli zorunluluklar ve ihtiyaçlarla yüzleşip iktidar meselesine el atıyor ve “her devrim bir iktidar meselesidir” diyor ama Leninciler, başarıcı bir edayla, sonuçtan yola çıkarak süreci donduruyorlar. Bu sefer de devrim geri itilip iktidar kliklerinin tayin ettiği fırsatlardan yararlanmak, politik olmak zannediliyor.

Özne olma lehine politik olmanın harcanması gibi, ters yönde işleyen bir hareketten de söz etmek gerekiyor: Politik olma öylesine abartılıyor ki bu sefer de öznelik iğdiş ediliyor. Her iki kesimin de Lenin referansı ile hareket etmesi ancak eldeki cımbızlarla mümkün olabiliyor. Bu noktada politik olma, egemen politika tasavvuruna tabi kılınıyor, öyle ki politik oluş özne olmayı bir biçimde geçersiz kılıyor. Özne olmanın sınırlarından kurtulup özgür olmak isteyenler, politikanın belirsiz gerçeğine koşulsuz giriş yapıyorlar.

Lenin’i ve Ekim Devrimi’ni başarıcı ve sonuççu bir yerden ele almamak gerekiyor. Bu yönde bir çaba özneyi mutlaklaştırırken, politik olmayı geriye itiyor. “Yenildik” deyip bu sefer en geriden başlamak isteyenler ise saçlarını genel politik alanın rüzgârına kaptırıyorlar. Toplumu ve tarihi teorik planda temize çektiğini zanneden özne, politik olmak adına öznelliğini geri plana itiyor ama zamanla neyin politik neyin politika dışı olduğunu öznel karşıtlığı ve mücadelesi değil, egemen güçlerin fiilî hareketliliğine göre belirliyor. Politik olmayı özne olmanın önüne koyanlarla, özne olmayı politik olmaya tabi kılanlar yanlışa yöneliyorlar; esas olarak bu iki oluş, kolektif bir pratikle tanımlı olmak zorunda ve aralarındaki açı devrimci bir anlam kazanmak durumunda.

Aradaki açıyı teori ya da pratik ile kapatmak arasında fark yok. Yüksek teori ve yüksek pratik, yani yukarıdan bakarak şekillenmiş bir teori ve pratik, bu açının kapanmasını öngörüyor. Oysa bu açı korunmalıdır; açı kapandığında özne kendisini politikanın bizatihi kendisi zanneder, herkesi nesneleştirir, nesneleşen de özneyi asla beslemez. Ya da böylesi bir durumda politika özneleşir ve nesnel olana ilahi anlamlar yüklenir.

Lenin, Ne Yapmalı’da örgüt meselesine “çubuk büküyor ama başarıcı yönelim eğilen çubuğun gölgesine sığınmakla yetiniyor örneğin. O çubuğun neden ve hangi bağlamda büküldüğü unutuluyor. Örgüt ya örgütlerden bir örgüt oluyor ya da tüm örgütlerin sahibi görmeye başlıyor kendisini. Toplumdaki bir örgüt, örneğin bir sendikanın nesnel, çıplak gerçekteki tüm eyleyişinin sonuçları görülmelidir, belirli durumlarda da öznenin müdahalesi ile ne türden sonuçlar ürettiği anlaşılmalıdır. Bir sendikanın devrim için olup olmadığı tek başına, kendisine “devrimciyim” diyenlerin pratik müdahaleleri ile sınanamaz.

Tersten bir başka yönelim de Lenin’in “biz örgütlenmeyi işçi sınıfından öğrendik” sözüne kilitleniyor, kısa devre yapıp işçi sınıfının verili örgütlenmesine ya da işçi sınıfını örgütlenmeye odaklanıyor. Kimse politik-öznel mücadele dâhilinde Lenin Dağı’na tırmanmaya cüret etmiyor. İşçi sınıfına ezelî-ebedî bir politiklik atfediliyor ve ona tabi olunduğunda kurtuluşun yaklaşacağı zannediliyor.

Olmuşluk-bitmişlik hissi ve fikrine tabi olan bir özne, olma denilen pratiği devrim ve sosyalizm mücadelesine ait olmayı da boşa düşürecek biçimde, ortaklaşma faaliyetini de yalanlıyor. Olmuş olduğu için olana ve olacak olana da tahammül edemiyor. Dolayısıyla, her şeyi ya kafasında, yapabiliyorsa pratiğinde, bitirmeye çalışıyor. Kendi dışındaki politik olgu ya da olayı, olmaya alan ve izin vermediğinden, doğrudan bitiriyor. Ona hayat imkânı vermiyor.

Politik olmak, gerçeğin özneye, özne olmak öznenin gerçeğe açılması ile ilgili. Bu noktada bir yağmur damlasının çatlaklardan sızmasını biçimsel bir eleştiriye tabi tutup “oportünizm” diye yargılamamak gerek. O damlanın katı-sıvı-gaz hâlleri arasındaki geçişlerle o çatlakları büyütmesine ve kayayı parçalamasına bakmak daha anlamlı. Politik olmak, su ile taşın sonuçta madde, özne olmak, su ile taşın ayrı maddeler olduğunu öne çıkartacaktır. Olmuş-bitmişlik hissi ve fikri ise birinden birini tercih edip o tercihi mutlak zorunluluk addedecektir.

Her şey politik ise öznenin politik olması mümkün değildir. Örneğin Hollanda’daki Bira Sevenler Partisi ancak biraya aşırı vergi yükü bindirilip barları üs belleyerek hareket ettiğinde politik bir niteliğe kavuşur. Yoksa bira içmenin ve sevmenin mutlak, kesin bir politik niteliği yoktur.

Bu nedenle bir film de ancak politik bir mücadelenin gerçek bağlamı dâhilinde politikleşir. Peygamber’e hakaret eden bir filme dönük tepkileri birey merkezli bir yerden ele almak apolitizmdir. Bu yaklaşım süreklileştirilip dayatılmaya başlanırsa, zaman içinde antipolitik bir niteliğe kavuşur.

Sosyalizm ya da örgüt güzellemeleri ile belli bir olaya yaklaşmak, olmuş-bitmişlik hissi ve fikrine dayanır. Bu yaklaşım ancak mücadele ile tanımlı olan sosyalizmi ve örgütü o mücadeleden bağımsız, saf bir zemine taşır. Bu zemin bireycilikle oluşur. Bölünmez mutlak bütünlük olarak birey, özneyi özne, politikayı politika olmaktan çıkartır.

Bireycilik kendisini madde, gerçek, kendisi dışındaki her şeyi hayal ve yalan olarak kodlar. Burası politik öznenin öldüğü yerdir. Öznenin oluşumu ile politikanın oluşumu arasındaki ilişkinin, kaba bir maddecilik ya da öznel bir diyalektikçilik lehine kopartılması, bireyin temel ağırlık merkezini teşkil etmesinden ileri gelir.

Demek ki politik özne, ortaklaşma ve ait olma pratiğinde aranmalıdır. Lenin’in özel dinsel ve ulusal oluşumları eleştirmesine karşın, çöküş döneminde RSDİP’ten ayrılmaya niyetlenen Yahudi Bund’una “geri dön” diye “yalvarması” bu sebepledir. En azından Lenin, politik öznenin kendi kafatası içinde oluşmayacağının ve orada bitmeyeceğinin farkındadır.

Ama bugün Lenin’in akşam yemeğinde ne yediği, nereye tatile gittiği bilinirken, Bolşeviklerin sahada nasıl bir çalışma yürüttükleri bilinmemektedir. Bu bilgi birikimi de komünist kadrolara gerçeğe ancak tepeden bakma kibrini aşılayabilmektedir. Bu aşının tutmadığı açıktır.

Lenin Dağı, ideolojik bombardıman sonucu düzlenmeye çalışılmaktadır. Salt özne ya da salt politik olmayı öngörenler, bu bombardımandan bir biçimde nemalanmak istemektedirler. Her iki kesim de Lenin’den rahatsızdır: sınıf, devrim ve iktidarı tarihten ve toplumdan silmek isteyenler Lenin’i parça parça tasfiye etmektedirler. Söz konusu bombardımana bu çevreler, “başımıza ne geldiyse Lenin yüzünden geldi” diyerek dâhil olmaktadırlar.

Politik özne oluşumuz hâlâ bu dağın eteklerinde mümkündür. Devrim denilen zirveye ulaşmak için orada ter dökmek şarttır.

Eren Balkır
3 Ekim 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder