Bir mecaz olarak “Lenin”, politik özne meselesinde
hâlâ zirve. Bu anlamda, hâlâ bir “Lenin Dağı”ndan söz etmek mümkün. Lenin de bu
“dağ” mecazını kullanıyor. Dağın zirvesine ulaşmak için bazen dağın diğer
yüzüne dolanmaktan, yürünmüş yoldan geri dönmekten, aşağı inip tekrar yukarı
çıkmak için başka yollar aramaktan bahsediyor.
Genel eğilim, Leninizm değil, Lenincilik
yönünde. Burada ulaşılmış olan zirveyle ilgili malumattan geri doğru gidilerek,
atılan adımlar şekillendirilmeye çalışılıyor. Bu noktada Lenin’in bir cümlesi
akla kazınıyor, mutlak kabul ediliyor ve gerçek ona doğru eğilip bükülmeye
çalışılıyor. Örneğin Lenin, partinin önemli ölçüde güçsüzleştiği momentte yeni
çıkış yolları aranırken, sağ-burjuva olana alan açılmasına şahit oluyor ve bu
eğilimlere karşı kılıç sallamadan, yani devrime odaklanmış bir teorik faaliyet
içine girmeden ilerlenemeyeceğini söylüyor. Bu tespitini de şu cümleyle
taçlandırıyor: “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz.” Devrime
odaklanmış bir teorinin ise mücadeleye muhtaç olduğu açık.
Bu cümle, parti içine dönük bir mücadeleyi öngörüyor
ve parti içindeki sağ yönelimin tasfiyesi ile devrimci teorik faaliyet arasında
somut bir bağlantı kuruyor. Ama Lenincilik pratiğinde bu cümle dışarı dönük bir
mızrağa dönüştürülüyor, ilahi bir kelâm hâlini alıyor ve özünde “devrimci
teoriyi ancak ben yaparım” türünden, idealist bir özneciliği somutluyor.
Burada devrimci teorik faaliyet sonuç olarak bir
bitmişlik hissine ve fikrine kurban edilmiş oluyor. Esas olarak özne olmak ile
politik olmak arasındaki açı kendinden menkul, bitmiş, tamamlanmış, yüce bir
özne tasarımı lehine kapanıyor. Bu, politika ile özneliğin karşı karşıya
yerleştirilmesinin bir ürünü. Sonuçta politik olan, öznelik üzerinden
belirleniyor. Yani öznenin ilgi ve güç sahasına giren şey politik, girmeyen
apolitik olarak değerlendiriliyor. Dolayısıyla, politik olanla olmayan
arasındaki ayrıma ilişkin teorik ve pratik faaliyet öznenin varlığında
imkânsızlaştırılıyor.
İlgi ve güç sahalarının çokluğunu koşullayan, özne
bolluğu; bu özneler pazarından da politika çıkmıyor. Politika, eğer bugün
itibarıyla demokrasi ve devlet alanı ile ilişkili ise bu alanı bölmek böylesi
olmuş-bitmiş bir öznenin oluşumuna engel olacağından, apolitika ve antipolitika
öznenin yegâne varoluş tarzı oluyor.
Olmuş-bitmişlik hissi ve fikri, eksik, zayıf, güçsüz
ve dağınık olunduğunun görülmemesine sebep oluyor. Tersten, bu eksik, zayıf,
güçsüz ve dağınık hâli gizleyen bir tepki olarak söz konusu his ve fikir
geliştiriliyor. Bu konuda en ikna edici gayreti ortaya koyan “özne”, özneler
pazarında öne çıkıyor. Olmuş-bitmişlik, olanı ve biteni anlamıyor, olacak ve
bitecek olana müdahale edemiyor, olmuş, bitmiş olandan bu müdahale için gerekli
kuvveti ve kudreti çıkartamıyor.
Lenin’in külliyatı, önemli ölçüde parti ve sol hareket
içine dönük iken, Leninciler, böylesi bir teorik faaliyeti “tasfiyecilik” ve
“sol düşmanlığı” ile etiketleyip etrafa korku salıyorlar. Sol denilen şeyin
mülk sahipleri, kendilerini tasfiye eden pratiğe karşı direniyorlar.
Lenin, devrimden sonra bir iki yıllık pratikte çeşitli
zorunluluklar ve ihtiyaçlarla yüzleşip iktidar meselesine el atıyor ve “her
devrim bir iktidar meselesidir” diyor ama Leninciler, başarıcı bir edayla,
sonuçtan yola çıkarak süreci donduruyorlar. Bu sefer de devrim geri itilip
iktidar kliklerinin tayin ettiği fırsatlardan yararlanmak, politik olmak
zannediliyor.
Özne olma lehine politik olmanın harcanması gibi, ters
yönde işleyen bir hareketten de söz etmek gerekiyor: Politik olma öylesine
abartılıyor ki bu sefer de öznelik iğdiş ediliyor. Her iki kesimin de Lenin
referansı ile hareket etmesi ancak eldeki cımbızlarla mümkün olabiliyor. Bu
noktada politik olma, egemen politika tasavvuruna tabi kılınıyor, öyle ki
politik oluş özne olmayı bir biçimde geçersiz kılıyor. Özne olmanın
sınırlarından kurtulup özgür olmak isteyenler, politikanın belirsiz gerçeğine
koşulsuz giriş yapıyorlar.
Lenin’i ve Ekim Devrimi’ni başarıcı ve sonuççu bir
yerden ele almamak gerekiyor. Bu yönde bir çaba özneyi mutlaklaştırırken,
politik olmayı geriye itiyor. “Yenildik” deyip bu sefer en geriden başlamak
isteyenler ise saçlarını genel politik alanın rüzgârına kaptırıyorlar. Toplumu
ve tarihi teorik planda temize çektiğini zanneden özne, politik olmak adına
öznelliğini geri plana itiyor ama zamanla neyin politik neyin politika dışı
olduğunu öznel karşıtlığı ve mücadelesi değil, egemen güçlerin fiilî
hareketliliğine göre belirliyor. Politik olmayı özne olmanın önüne koyanlarla,
özne olmayı politik olmaya tabi kılanlar yanlışa yöneliyorlar; esas olarak bu
iki oluş, kolektif bir pratikle tanımlı olmak zorunda ve aralarındaki açı
devrimci bir anlam kazanmak durumunda.
Aradaki açıyı teori ya da pratik ile kapatmak arasında
fark yok. Yüksek teori ve yüksek pratik, yani yukarıdan bakarak şekillenmiş bir
teori ve pratik, bu açının kapanmasını öngörüyor. Oysa bu açı korunmalıdır; açı
kapandığında özne kendisini politikanın bizatihi kendisi zanneder, herkesi
nesneleştirir, nesneleşen de özneyi asla beslemez. Ya da böylesi bir durumda
politika özneleşir ve nesnel olana ilahi anlamlar yüklenir.
Lenin, Ne Yapmalı’da örgüt meselesine “çubuk
büküyor ama başarıcı yönelim eğilen çubuğun gölgesine sığınmakla yetiniyor
örneğin. O çubuğun neden ve hangi bağlamda büküldüğü unutuluyor. Örgüt ya
örgütlerden bir örgüt oluyor ya da tüm örgütlerin sahibi görmeye başlıyor kendisini.
Toplumdaki bir örgüt, örneğin bir sendikanın nesnel, çıplak gerçekteki tüm
eyleyişinin sonuçları görülmelidir, belirli durumlarda da öznenin müdahalesi
ile ne türden sonuçlar ürettiği anlaşılmalıdır. Bir sendikanın devrim için olup
olmadığı tek başına, kendisine “devrimciyim” diyenlerin pratik müdahaleleri ile
sınanamaz.
Tersten bir başka yönelim de Lenin’in “biz
örgütlenmeyi işçi sınıfından öğrendik” sözüne kilitleniyor, kısa devre yapıp
işçi sınıfının verili örgütlenmesine ya da işçi sınıfını örgütlenmeye
odaklanıyor. Kimse politik-öznel mücadele dâhilinde Lenin Dağı’na tırmanmaya
cüret etmiyor. İşçi sınıfına ezelî-ebedî bir politiklik atfediliyor ve ona tabi
olunduğunda kurtuluşun yaklaşacağı zannediliyor.
Olmuşluk-bitmişlik hissi ve fikrine tabi olan bir
özne, olma denilen pratiği devrim ve sosyalizm mücadelesine ait olmayı da boşa
düşürecek biçimde, ortaklaşma faaliyetini de yalanlıyor. Olmuş olduğu için
olana ve olacak olana da tahammül edemiyor. Dolayısıyla, her şeyi ya kafasında,
yapabiliyorsa pratiğinde, bitirmeye çalışıyor. Kendi dışındaki politik olgu ya
da olayı, olmaya alan ve izin vermediğinden, doğrudan bitiriyor. Ona hayat
imkânı vermiyor.
Politik olmak, gerçeğin özneye, özne olmak öznenin
gerçeğe açılması ile ilgili. Bu noktada bir yağmur damlasının çatlaklardan
sızmasını biçimsel bir eleştiriye tabi tutup “oportünizm” diye yargılamamak
gerek. O damlanın katı-sıvı-gaz hâlleri arasındaki geçişlerle o çatlakları
büyütmesine ve kayayı parçalamasına bakmak daha anlamlı. Politik olmak, su ile
taşın sonuçta madde, özne olmak, su ile taşın ayrı maddeler olduğunu öne
çıkartacaktır. Olmuş-bitmişlik hissi ve fikri ise birinden birini tercih edip o
tercihi mutlak zorunluluk addedecektir.
Her şey politik ise öznenin politik olması mümkün
değildir. Örneğin Hollanda’daki Bira Sevenler Partisi ancak biraya aşırı vergi
yükü bindirilip barları üs belleyerek hareket ettiğinde politik bir niteliğe
kavuşur. Yoksa bira içmenin ve sevmenin mutlak, kesin bir politik niteliği
yoktur.
Bu nedenle bir film de ancak politik bir mücadelenin
gerçek bağlamı dâhilinde politikleşir. Peygamber’e hakaret eden bir filme dönük
tepkileri birey merkezli bir yerden ele almak apolitizmdir. Bu yaklaşım
süreklileştirilip dayatılmaya başlanırsa, zaman içinde antipolitik bir niteliğe
kavuşur.
Sosyalizm ya da örgüt güzellemeleri ile belli bir
olaya yaklaşmak, olmuş-bitmişlik hissi ve fikrine dayanır. Bu yaklaşım ancak
mücadele ile tanımlı olan sosyalizmi ve örgütü o mücadeleden bağımsız, saf bir
zemine taşır. Bu zemin bireycilikle oluşur. Bölünmez mutlak bütünlük olarak
birey, özneyi özne, politikayı politika olmaktan çıkartır.
Bireycilik kendisini madde, gerçek, kendisi dışındaki
her şeyi hayal ve yalan olarak kodlar. Burası politik öznenin öldüğü yerdir.
Öznenin oluşumu ile politikanın oluşumu arasındaki ilişkinin, kaba bir
maddecilik ya da öznel bir diyalektikçilik lehine kopartılması, bireyin temel
ağırlık merkezini teşkil etmesinden ileri gelir.
Demek ki politik özne, ortaklaşma ve ait olma
pratiğinde aranmalıdır. Lenin’in özel dinsel ve ulusal oluşumları eleştirmesine
karşın, çöküş döneminde RSDİP’ten ayrılmaya niyetlenen Yahudi Bund’una “geri
dön” diye “yalvarması” bu sebepledir. En azından Lenin, politik öznenin kendi
kafatası içinde oluşmayacağının ve orada bitmeyeceğinin farkındadır.
Ama bugün Lenin’in akşam yemeğinde ne yediği, nereye
tatile gittiği bilinirken, Bolşeviklerin sahada nasıl bir çalışma yürüttükleri
bilinmemektedir. Bu bilgi birikimi de komünist kadrolara gerçeğe ancak tepeden
bakma kibrini aşılayabilmektedir. Bu aşının tutmadığı açıktır.
Lenin Dağı, ideolojik bombardıman sonucu düzlenmeye
çalışılmaktadır. Salt özne ya da salt politik olmayı öngörenler, bu
bombardımandan bir biçimde nemalanmak istemektedirler. Her iki kesim de
Lenin’den rahatsızdır: sınıf, devrim ve iktidarı tarihten ve toplumdan silmek
isteyenler Lenin’i parça parça tasfiye etmektedirler. Söz konusu bombardımana
bu çevreler, “başımıza ne geldiyse Lenin yüzünden geldi” diyerek dâhil olmaktadırlar.
Politik özne oluşumuz hâlâ bu dağın eteklerinde
mümkündür. Devrim denilen zirveye ulaşmak için orada ter dökmek şarttır.
Eren Balkır
3 Ekim 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder