Kılıçdaroğlu, Davutoğlu’na “Allahlık bakan”, Bahçeli
“ABD’nin posta beygiri” diyor, Davutoğlu da tasavvufa sığınarak “Edeb Ya Hû”
şeklinde cevap veriyor.
Oysa “Edeb Ya Hû”, Allah’tan edeb niyaz etmektir,
başkasına “ben edebliyim, edeb bende” demek değil. Etimolojik olarak “eline,
beline, diline sahip olmak” olarak açımlanan “edeb” kelimesi, Allah’ın
arzuladığı nizamata göre kişiye çekidüzen vermektir. Allah’ın hududuna uygun
olarak kişinin kolektif planda örülmesidir. Kişi, uzayda bir varlık olarak
görülmez ve o salt kolektifin içinde tanımlıdır.
Yoksa Suriye başkanına had bilmez laflar etmek,
ülkesinin sınırlarını küresel ve yerel pazarın sahipleri adına başka yerlere
taşıma istemiyle, halkların iradesini hiçleştirmek, ABD’ye ve İsrail’e sırtını
yaslayarak had bilmeden bu coğrafyada kabadayılık etmek değildir edeb.
Kılıçdaroğlu da “19. yüzyıl siyasetini 21. yüzyılda
tekrarlayamayız, emek-sermaye gibi kavramlarla bugüne bakamayız. Bu yüzyıl
bilgi çağı ve bireyin hükümranlığıdır” demektedir. Bu bakımdan Davutoğlu’dan
çok da uzakta değildir.
İdeolojik planda faal olan bu birey hükümranlığında
kolektifin, en-nasın ya da ümmetin ölçüsüyle kişiye yaklaşmaya dair ciddi
bir külliyat oluşturmuş tasavvuf, bugünün modern dünyasında birey pazarında
reyonlara yerleştirilmekte ve dumura uğratılmaktadır. Sadece bireye
seslenenler, tasavvufu bu pazardan arî ve beri tutmamak için çırpınmaktadır.
Tasavvuf bilgisinin sahipleri, bu pazara mal taşımakta veya bu pazarda tezgâh
sahibi olmak için çırpınmaktadır. Devir, camilerin altında alışveriş merkezleri
açma devridir. Birey, serbest mal girişine muhtaç olan tüketim ideolojisi
üzerinden inşa edilmekte, buradaki açgözlülük tasavvuf ile rehabilite edilmeye
çalışılmaktadır.
Ramazan’daki yemek programları, iftar eğlenceleri,
sohbetler vs. hepten tüketim dünyası içindir. Buna yönelik her eleştiri ise
birey putuna yapılmış bir saygısızlık olarak sunulup tecrit edilmektedir.
Liberalizmin birey putu, Ak Parti rejiminde tasavvufî
bir şerbete bandırılır. Tartışma ya da politik mücadele içinde taraflardan biri
illaki meseleyi bireyliğe bağlar ve Allah’a küfretmekle bireye küfretmek
örtüştürülür. Çünkü birey burada Allah olarak takdim edilmektedir. Bu noktada
tasavvuf, kişisel gelişim teorilerine boyun eğdirilir ve genel
tarihsel-toplumsal bağlamından soyutlanır.
Bireyin dünyası ve bireyin özerk cumhuriyetine ait
sınırlara tasavvuf ehli bekçiler yerleştirilir. Mevlânâ bu minvalde
popülerleştirilir ve burjuva kokonaların kişisel, ruhsal rahatlamaları için bir
ilâca dönüştürülür. Tasavvuf, konken partilerinin yerini alır. Bu tasavvuf
algısı ve bilgisi esas olarak kemalizmin cevaz verdiği İslam’dır ve kolektif
itirazlara karşı devleti şerbetlemek için icat edilmiştir.
Bu İslam’da hac, Ramazan, namaz, zekât bireysel bir
pratik olarak bireyi yücelttiği ölçüde değer kazanır. Birileri bu neoliberal
dünyada İslamî varoluşlarını kabul ettirmek için İslam’ı birey derekesine
düşürmeyi içlerine sindirir. Özü itibarıyla burjuva hukuku, tekil İslamî
ahlâkçılığın diline tercüme edilir. “Yaratılanı severiz Yaradan’dan ötürü”
diyen anlayış, köprü, TOKİ, kanal, metrobüs vb. “yaratma” iradesine ilahi bir
kılıf bulur. Böylelikle “yaratma” pratiğine ipotek koyarak, yıkıcı faaliyeti terörize
etmiş olur. Bu amaçla söz konusu yıkıcı faaliyetteki yaratıcılık ezilir ve bu
faaliyete mani olmak için tekil bireyler birer ajan ya da polis olarak
örgütlenmeye başlanır. Ak Parti’nin yaratılan sevgisi, Van depreminde
öl(dürül)en Yunus’u Malatya’nın kayısısı, İzmir’in üzümü, İstanbul’un camii
düzeyinde ele alır. Ölüm bile pazarlanacak bir metadır. Tayyip’in “Yaradan”ı
kapitalizmdir.
İhsan Eliaçık “nusuk” ile “ibadet” arasında ayrım
yapar. Mehmet Şevki Eygi, sözcüklerle ve onların tarihleriyle oynayarak,
“ritüel” sözcüğüne takılır ve bu sözcüğün yeni üretildiğini, İslam’da
olmadığını söyler. Oysa Eliaçık ritüelin karşılığı olarak kullanır nusuk’u.
İbadetin nusuk’un bittiği ânda başladığı iddia edilir.
Bu, ibadetin bireysel olana seslenecek biçimde öne çıkartılması riskini taşır.
Genel bağlam dışına çıkılmaz ve “ibda”, yani yaratma köküyle ibadet bir tür
inşa pratiğine kapatılır. Cemaatle namaz kılmanın önemi erir, her şey, bireyin
birey olarak Allah’a yakınlaşmasına odaklı ele alınır. Yani Allah ile birey
arasındaki mesafe, namaz ve bilumum dinî pratikle kapatılır. Bu kapanma,
bireyin kendi özel sınırlarına kapanması olarak şekillenir. Mesafenin kapanmasına
dönük maddî ve manevî pratik arasında niteliksel açıdan fark yoktur. Bireyin
“Allah” metaforuna gönderme yapılarak inşa edilmesi her daim liberalizmin
ekmeğine yağ sürer.
Sonuç itibarıyla Ak Parti’nin duhul ettiği “neoliberal
birey” inşa etme süreci dışarıdan beslenir. Sınıf, mazlumlar, ümmet gibi bireyi
“ezen” ve yoksayan kurgular çökertilir. Birey özgürleştirilir. Birey,
özgürleşmenin hazzını kapitalizm içre pratikte bulur. Temelde nusuk/ibadet
ayrımı, ayrım olduğu ölçüde anlamlıdır. Bunun dışında, bireylerin dünyasını
toparlama, bütünleme istemi, gerisin geri verili bütünlüğe eklemlenir.
Politika dışılık da ancak bu birey vurgusu ile
mümkündür. Esasında salt ve mutlak olarak bireye seslenilir ve birey, ait
olduğu yer ve zaman üzerinden ele alınmaz, tersten verili yer ve zaman birey
için birer sınır olarak görülür. Yersiz ve zamansız ya da yer ve zaman dışı
olan Allah’ın bireyle buluşması, fikren, bireyin mutlaklaşması ve bireyin de
yersiz zamansızlaşmasına neden olur. Politika parçalı, kesikli, geçici
niteliğiyle, bireyin bütünlüğüne halel getireceğinden, dışlanır.
Solda esas olarak ideolojik ve politik düzeyde
seslenilen yer, birey alanıdır. Her türlü aidiyetten muaf olan bu bireye
seslenmenin esprisi, toplum denilen kurgunun düşman görülmesi ile ilgilidir.
Aslında “kurtuluş yok tek başına” diye başlayan slogan dahi bu alana seslenir.
Özünde burada ikna gayreti vardır ve ikna edilmek istenen, kendinden menkul
bireyin kendisidir. Tüm ömrü kolektif bir pratik içinde geçen bir emekçiye
böyle bir laf edilmez. O bu pratiği ile söz konusu bilince zaten sahiptir.
Öyle ki feminizmin ağırlığı ile solda “bayan” ya da
“hanım” kelimeleri bile yasaklanmıştır. Bireyin bir adı olarak “kadın”
kelimesinin artık bir kutsiyeti vardır. Kişi olarak kadına “bayan” ya da
“hanım” dendiğinde, ona küfredildiği iddia edilir ve kadın birey olarak
yüceltildiği bu sol piyasaya davet ve ikna edilmiş olunur. Her şeyden münezzeh,
arî, özel ve yüce olacağı bu sol piyasa böylelikle pazarlanma imkânı bulur. Bu
ikna gayretinin dinî ya da seküler ifadelerle yapılması arasında bir fark
yoktur. Temelde şiddet meselesi de bu birey kültü üzerinden ele alınır.
Şiddetçiler de şiddet karşıtları da bireyden yola çıkarlar.
Marx ve marksizmdeki “proletarya” da verili işçi
pratiğinden ayrı duran, bu bilince sahip kütleye işaret eder. O “kadın” gibi,
kâmil, gelişkin, yüce ve üstün bir fikrî kurgu değil, en alttakilerin kolektif
eylemidir.
“Deniliyor
ki, her türlü siyasal davranış, şeylerin varolan durumunun kabul edilmesi
anlamına gelir. Ama şeylerin bu durumu, bize gene o duruma karşı çıkmak, onu
protesto etmek olanaklarını verdiği zaman, bu olanakları kullanmak, bu varolan
durumu kabul etmek demek değildir.” [Friedrich Engels]
Engels’in buradaki tespiti, tam da siyaseti birey
derekesinde ele alanlara dönük bir cevaptır. Çünkü “duruma karşı çıkmanın o
durumu kabul etmek demek” olduğunu söyleyen, bireyci ideolojidir. Bu ideoloji,
verili duruma karşı duracak kesimlerin, protestonun yenilen, teslim olan
kısmının fikrî karşılığıdır. Varolan duruma karşı mücadele etmek, gene o
durumun sunduğu imkânları görmek zorundadır. Bu imkânlar, varolan durumu birey
ölçütünde reddeden ya da kabul eden özne aracılığıyla görülemez.
Bu bireyci ideoloji, işçilerin çalışmaması
gerektiğini, sendikalar kurmamasını, hatta örgütlenmemesini, dikey bir hat
oluşturmamasını, düşmanı görmemesini, onu tanımlamamasını, kendiliğinden geçici
tepkilerin öne çıkartılmasını, döne dolaşa, varolan durumun kabul edilmesini
telkin eder.
“Edeb Ya Hû”de edebe yönelik yapılan vurgu, varolan
duruma teslim olmanın faziletli olduğuna dönüktür. Oysa bu şiarı dillendiren
sufiler zalimlere karşı mücadele etmeyi de bilmişlerdir geçmişte. Kendini
bilmek, bireysel değil, kolektif düzeyde gerçekleştiği takdirde had bilmektir,
had bilen, had bildirmeyi bilecektir.
Eren Balkır
19 Temmuz 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder