Ramazan
günleri boyunca yayınlanmak üzere bir dizi başladı TV’de. Adı “Hz. Ömer”.
İngiltere’de Suudi parasıyla kurulan, sonrasında Dubai’ye taşınan Ortadoğu
Yayıncılık Merkezi’nin (MBC) yapımı. Son on yıldır Ortadoğu’ya “Gümüş”, “Asi”
gibi Türk dizilerini pazarlayan, bu kanal. Diziyle ilgili olarak bir vaveyla
kopmuş Müslüman Arap âleminde. Dert şu: “Kutsal isimler resmedilebilirler mi?”
El-Ezher Üniversitesi, dizi aleyhine fetva yayınlamış. “Global İmam” Mısırlı
Yusuf Karadavi ise olur vermiş diziye.
Dizi
henüz birkaç bölüm yayınlandı ama senaryosundaki bazı cümleler dikkat çekici.
Misal, ilk Müslümanlardan biri cemaate konuşma yapıyor ve “ileride İran’ı ve
daha birçok yeri alacağız” diyor. Bu cümlenin öznesi ise “Araplar”. İran’ın
alınacağı, üstelik onu fethedecek olan Hz. Ömer’in dizisinde, önceden haber
edilmiş oluyor böylece. Bu cümle, kolda saat, yolda elektrik direklerinin
göründüğü Cüneyt Arkın filmleri kadar saçma.
Ama
muhtemelen bu göndermenin güncel bir tarafı var. Suudi ve Dubai parası,
İngiltere aklı ile kurulmuş bir kanal, bugüne ilişkin ne diyor olabilir?
Dizinin tüm bölümleri henüz tamamlanmadı, bu nedenle genel bir değerlendirme
için henüz erken, ancak müşriklerin ve Müslümanların ağızlarına konulan
sözlerin bugüne dair bir yanı olması lazım, bilinmesi gereken bu.
İki
tespit öne çıkıyor dizide. Hz. Ömer, esasta bir Arap olarak mücadeleye girmiş
görünüyor. “Yumuşak sözlülük ve ahlâk (mertlik)” Arapların atalarından yadigâr
özellikleri olarak sunuluyor. Temelde Müslümanlığın, Kureyş ağalarının
endişelerini ve korkularını pratikte boşa düşürdüğü söyleniyor. Ecdaddan
ayrılan da yok, geleneği bozan da dolayısıyla. Çeşitli taktiksel ve stratejik
yönelimler ölçüsünde ortaya çıkan durumsal ideolojik yansımalar olarak ele
alınabilecek hususlar İslam’ın özüne siniyor ve dizi, bu sürecin kabulü ve Hz.
Ömer nezdinde yüceltilmesi olarak iş görüyor. Özetle, mücadele için belli bir
durumda var olabilmek ve mücadeleyi sürdürebilmek için girilen uzlaşmalar ve
verilen tavizler İslam’ın kendisi olarak takdim ediliyor.
Sonuç
olarak ilk Müslümanlara bozuculuk, bölücülük, sapkınlık, dinden çıkma,
yıkıcılık gibi eleştiriler yönelten efendilerin yüreğine su serpen bir
Müslümanlık tasavvur edilerek, tam da bugünde İslam’ın artık bu türden
yönelimlere karşı şerbetli olduğu iddia edilmiş oluyor. Tersten, şerbetli
kalmak için sonradan Müslüman eski efendilerin yolundan gitmek öğütleniyor.
Bugün
Ortadoğu, her yönden liberal pazarın hücumu altında. Bankalar, küresel
şirketler, petrodolar kanalları için tanklar yürütülüyor, mermiler sıkılıyor.
Türkiye’yi lüks gemisiyle ziyaret eden Suudi prens Velid, baş tacı ediliyor.
Prens, Adnan Kaşıkçı’nın yaptırdığı gemiyi emlâk baronu Donald Tramp’ten satın
alıyor ve Bodrum’a gelip “alacağım tüm bu koylarınızı!” diye bağırıyor.
Bu
sürecin ürettiği bir TV dizisinin liberal-özgürlükçü cümleler sarfeden köleler
göstermesi gayet doğal. Hem modern hem Müslüman olunabildiğini Türk dizileri
ile Ortadoğu’ya öğreten MBC’nin bu değirmene su taşıdığı kesin. Prens, yatında
yüzlerce kişi çalıştırıyor ve hepsinin ayrı milletten olmasıyla öğünüyor misal.
Oysa bunun yönetsel bir ihtiyaçtan kaynaklandığı açık. İşçiler arasında
muhtemel dayanışmayı bu şekilde örtbas etmiş oluyor ve onu kırma imkânı
buluyor. Demokrasi de çokkültürlülük de barış yurdu da bu minvalde kullanılmış
oluyor efendiler tarafından.
Bugün
salt taktik ve strateji bağlamında ele alınabilecek ideolojik karşılıklar
üzerinden Kureyş ağalarında yansımasını bulan bir İslam hüküm sürüyor. Onların
endişeleri ve korkularına mahal vermeyen bir ideoloji örgütleniyor. Sonradan
korkuyla Müslüman olmuş bu kesim, dipten derinden işlerini yürütmeyi
sürdürüyor. Sonuçta tarihyazımı açısından, İran’ın İslam olması ile Arap
tebaası olması arasında bir fark kalmıyor. Kavmiyetin üstünlüğünü silen İslam,
yerini kavmî direnci ezen bir üst ideolojiye dönüşüyor. Bu ideoloji sadece Arap
olana bakıyor. Türk ise Babek isyanı gibi örneklerde görüldüğü üzere, hep
efendilerin keskin kılıcı olmakla övünüyor ve bu övüncü din zannediyor.
Yaşanan
herhangi bir işgalin, sömürünün ve zulmün doğalında bir iç tepki örgütlemesi
kaçınılmaz. Zenc İsyanı’ndaki köleler, gene İslam bayrağı altında
toplanıyorlar. Bu çıkışın ideolojik planda uç kimi yönelimlere savrulması
kaçınılmaz. Mesele zarfa değil mazrufa, isyanın gerekçelerine bakmak.
Bugün
“ümmetin birliği” şiarı atanlar ve “Hz. Ömer” türünden dizilerle bu şiarı
süsleyenler, Osmanlı, Abbasi ve Emevi dönemlerinin fetih coğrafyasına yönelik
hücumlarını bu şiarla gerekçelendiriyorlar özünde. Kimse, doğru yanlış, eksik
fazla, İslam içi tepki ve başkaldırı momentlerini, bu tepkileri ortaya koyan ve
başkaldırıları gerçekleştirenlerin dertlerini anlamak istemiyor. İstemiyor,
çünkü İslamî ideolojisini bu türden tepkileri ve başkaldırıları tarihten ve
bugünden silmek amacıyla örgütlüyor.
Bugün
sokakta, camide ya da ev sohbetlerinde kimi Müslümanlar, esasında tam da Hz.
Muhammed’e karşı çıkan, O’nu boğmak isteyen münkirler ve müşrikler gibi
konuşuyorlar. “Muhammed bozuculuk yapıyor, milletimizi bölüyor, dinimizden
sapıyor, putlarımıza küfrediyor ve birliğimizi dağıtıyor” diyen müşrikler gibi.
Suriye,
İran, Mısır, Bahreyn, Yemen, Çeçenya, Bosna… Tüm bu coğrafyalarda olup
bitenlerle kendi ülkesindekileri kendi çıkarları adına ayrıştırıyor. Sonuçta bu
topraklara mülkiyet esasına uygun olarak bakıyor ve “ümmetin birliği” şiarını
tevhidî bir zorunluluk olarak değil, kısa vadeli gündelik kârlar ve çıkarlar
bağlamında atıyor. Ümmet, kendisi gibi Müslüman olanları, birlik ise bu
Müslüman gerçeği üzerine kurulu devletin ilahi tekliğine işaret ediyor.
*
* *
Geride
kalmış, linç edilmiş bir dönemin filmiydi “Çağrı”. Bu filmde müşrikler açık
biçimde karşı safa atılmışken, Hz. Ömer dizisinde bu tarafa, içimize, yanı
başımıza sokuluyor. Kişisel düzeyde onlarla irtibatlanıyoruz, dertleniyoruz ve
“yanlış tarafımız” deyip onlara acıyoruz.
MBC,
sunduğu İslam tarihi yorumuyla, bize bugüne ilişkin mesajlar vermiş oluyor.
Kaddafi desteği ile Suriyeli bir yönetmen tarafından çekilen “Çağrı” filmi
bugün bombalanıyor, bombaların açtığı çukurdan o filmin karşı tarafa attığı
mağluplar zafer nidaları ile çıkıyorlar.
Ümmetin
birliği, bir coğrafya, bir fetih ve bir yayılmacılık çağrısına dönüşüyor. Bu
nedenle Şii olan İran, Nusayri olan Suriye ve bozucu olan Kürd kapı dışarı
edilmek isteniyor. Türk filozofu Nihat Doğan bile faşizan bir yerden “savaş
bizi diri, iri ve bir tutar” diyor mealen. İçerideki yarılmalar, ayrışmalar,
kopuşlar ve başkaldırılar bu şekilde ezilmek isteniyor. Rüşeym hâlinde iken
“devletin sağlığı savaştır" diyen emperyalizm, kendi figüranlarını
buluyor.
Ümmet,
batının pazarın salahiyeti adına gerçekleştirdiği düzleme işlemine nefer
kılınıyor. Daha doğrusu, bu neferler ümmet olarak yüceltiliyorlar. Ümmete
Kürd’ün Esad’dan silâh aldığı söyleniyor, Amerikalı ve Türk askerlerin
savaştığını gizlercesine, İran askerlerinin Şam’da olduğundan bahsediliyor.
Myanmar ile ilgili asparagas haber yapanlar, sonra bu haberin Suriye’yi
gizlemek için İran tarafından uydurulduğunu söylüyorlar, bunca yalan söylemenin
“hakiki Müslümanlık” olduğu iddia ediliyor ama esas olarak zulme karşı
mücadeleye küfrediliyor.
Aklı
ve kalbi, tek olan Allah’a bağlı Müslüman savaşmayınca, bir anda tekleşmek
isteyen güçlerin önünde diz çöküyor. Kopartılan kıyamette tüm canlar batı
denilen gücün karşısında haşroluyorlar. Bu güçler, Sovyetler Birliği’nin
yıkılmasından da önce ikinci cepheyi Ortadoğu’da açacaklarını söylüyorlar.
Soğuk Savaş’ın tüm kalıntıları temizleniyor ve tek’e bağlanmış kitleler, artık
günlerinin geldiğini zannederek sevinç çığlıkları atıyorlar.
Abdurrahman
Dilipak, bu tekleşme, düzleme ve birlik edebiyatında sürekli Ak Parti’yi işaret
edip duruyor. Ak Parti zarf, mazrufta ise sömürü ve zulüm yazılı. Dilipak,
Nusayrileri “animist”
ilân ediyor[1]; ne tuhaf ki İhsan Eliaçık da CHP’den gelen çağrı üzerine,
“cehepeliler, Kemalistler, sosyalistler, anarşistler, Rumlar, Ermeniler ve
Aleviler Müslümanlığı Kur’an’dan öğrensinler” diyerek[2]
bu kesimlerin “Müslüman” olmadıklarını söylemiş oluyor. Rumlar ve Ermeniler
tamam da diğerlerinin dışarlıklı bir unsur olarak gösterilip öğrenmeye davet
edilmesi anlaşılır değil.
İhsan
Hoca, “[…] ‘oruç tutmak’ ise Osmanlıcanın Farsça ile Arapça arasında sentez ve
hakemlik misyonunu ifade eden en güzel deyimlerindendir. Bir imparatorluk dili
olduğunun en güzel göstergelerindendir.” diyor.[3]
Zorlama bir etimolojik işlemle Farsça ile Arapça harmanı “imparatorluk dili”
Osmanlıcaya güzelleme yapılıyor ve bir ihtimal, bir yerlere “yanlış anlamayın”
mesajı verilmiş oluyor. Dili birleştiren Osmanlıca ise coğrafyayı birleştirecek
olan da “neo-Osmanlılık” olmalı galiba.
“[…]
İhvan ilk önce Ürdün, Suriye ve Körfez ülkelerine sığındı. 1958'de ilk önce
Suriye'nin Nasır önderliğindeki Mısır'la birleşmesi ve 1963'te de Baasçı
radikallerin iktidara gelişiyle İhvan'ın oradaki varlığı tehlikeli bir hâl
aldı. 1962'de Sıbâi'nin halefi olan Issam Attar'ın liderliği altında, Suriye
İhvanı radikal sosyalist geçmişinden uzaklaştı ve kendilerine şehirli sünnî
temellerinde meydan okuyan Nasırcılığa olduğu kadar Baas'a ve diğer sol güçlere
de karşıt tavır aldı. Başka herhangi bir yerdeki İhvan için olduğu gibi onlar
için de tek açık sığınak Körfez krallıkları ya da Batı yanlısı Lübnan'ın
liberal demokrasisiydi. İlk olarak şartların gerektirmesiyle ortaya çıkan bu
ittifak, daha sonra hareketin bilinçaltında silinmez izler bırakacaktı.”[4]
Bugün
de değişen bir şey yok. Körfez krallıkları ve Lübnanlı Hariri ailesi
Suriye’deki muhalifleri besliyor. Parayı verenin düdüğü çalacağı kesin. Süreç
bu minvalde ilerliyor ve batıya karşı içeriden modernist bir tepki biçimi
olarak İslamcılık, kendi çıktığı yuvaya gerisin geri yerleşiyor. Sol ile
yaşadığı rekabet ve kavganın sebebi de aynı maddenin aynı anda aynı yerde
olamaması kuralı.
Kendi
dertleri, çileleri üzerinden bugünü bölmemeleri için ümmete bu “birlik” zokası
yutturulacaktır. Bu kesindir. Kesin olan bir diğer husus da bu zokanın ümmetin
nefesini keseceğidir. Nefesi kesilen tevhidî mücadele, kısa vadeli varoluş
pratiklerine imanı ve ibadeti gibi sarılacaktır.
Liberal
bir bir’cilik yerine devrimci bir ikicilik yeğdir. Bu nedenle kılıcı bugüne
çalmak ve bugünün Ebu’l Hakemlerine (Bilgeliğin Babası) ilk devrimci
Müslümanlar gibi Ebu Cehil (Cahilliğin Babası) demek şarttır. Devrimcilik, içi
boş birlik edebiyatını değil, sömürülen-mazlum kitleleri efendilerden
ayrıştırmayı ve mücadele içinde onları tek safta birleştirmeyi ifade eder.
Eren Balkır
23
Temmuz 2012
Dipnotlar:
[1] Abdurrahman Dilipak, “Etitürklerin Esed’le İmtihanı”, 22 Temmuz 2012, Haksöz.
[2]
Rant, Yağma ve Çapula Gidiyorlar”, 20 Temmuz 2012, Adil Medya.
[3]
İhsan Eliaçık, “Ramazan Kelimesinin Anlamı”, 22 Temmuz 2012, Adil Medya.
[4]
Abdulvahap El-Efendi, “İslamcılar, Sol ve Sağ”, Ocak 1990, Haksöz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder