Ahlâk iç hukuk; hukuk ise dış ahlâktır. Hukuk ve
ahlâk, doğası gereği, iç-dış ayrımına tabidir. İkisi de belirli sınırlar
çekmekle ilgilidir. Sınır varsa sınıf vardır ve her sınırda sınıflar mücadelesi
açıktan ya da örtük olarak yansır. İç-dış ayrımını silmek fani kullara mahsus
bir pratik değildir.
İnsanların doğası gereği bencil oldukları, bu nedenle
komünizmin ütopyadan ibaret olduğu, yüzlerce yıldır söylenen bir yalandır. Bu
yalanın kendi öznel pratiğini “komünist” olarak nitelesin ya da nitelemesin,
belirli kitlesel kolektif yapıların belirli dönemlerde ve yerlerde güç
biriktirmiş ve zafere ulaşmış olmaları ile ilgili bir tarafı vardır.
Egemenlerin, bu zaferin yayılması ve başka yerlere, özellikle kendi hâkimiyet
alanlarına nüfuz etmesine mani olmak için bu türden yalanlara başvurmaları
gayet doğaldır. Mesele, bizim safımızda olan ya da en azından öyleymiş gibi
görünenlerin söz konusu yalana kanabilmeleridir. Nesnel planda yalana kananlar,
bizim yenik tarafımızdır.
Bu yalanın masummuş gibi görünen bir biçimi şudur:
“komünizm, yüksek, hatta mutlak ahlâka ihtiyaç duyar. İnsan bu hâliyle söz
konusu ahlâk düzeyine ulaşamayacağından komünizm imkânsızdır.”
Yüce düşünce kisvesindeki bu dalavere, bize bir önerme
sunuyor, bizi o önermeyi kabule zorluyor, kabul etmeyeni, en berbat hâliyle,
faşizan bir dille “hayvanlık”la, en iyi hâliyle, liberal bir dille,
“cahillik”le suçluyor.
Kafada kurulan huzurlu dünya hızını kesmiyor,
kendisini rahatsız etmesi muhtemel her tür unsura saldırmayı sürdürüyor. “Aman
cenneti yeryüzüne indirmeyin, semada kalsın, orası da anarşizmin bana öğrettiği
biçimiyle zaten olmadığından, zararı da olmaz” demiş oluyor. Çünkü cennet
tasavvur olarak “özerklik”e izin vermiyor. Olmayan bir Allah’ın kulu olmanın
rahatlığı ile rahatsız edici her şey düşman ilân ediliyor. “Bu özerklik, birey,
özgürlük, iyi-kötü… tüm bunlar neden aydınlanma ve modernizmin kavramları olarak
görülmüyor?” diye kimse sormuyor.
Özerklik ne ki?
Komünizm neden yüksek ya da alçak, belirli bir ahlâk
tasavvuruna muhtaç olsun ki?
Sanıldığının aksine Karmatilerde dinî ritüeller sıkı
bir disiplin içinde gerçekleşiyor ama aynı zamanda erkeğe olduğu kadar kadına
da eşini seçme özgürlüğü veriliyor. Tüm mal üretilip birlikte tüketiliyor.
Burada ilerlemeci bir tefekkürle yüksek ahlâka yer var mı?
Yani birileri “bu komünistler sizin malınızı
namusunuzu alacak” diye korkutuyor, dalavere gibileri de malın ve namusun
eşitlenmesi iddiası üzerinden komünizme güya içeriden saldırı gerçekleştiriyor.
Marx’ın Komünist Manifesto’da söylediği gibi, “mesele bir kısım insanın
başka insanları mal sahipliği üzerinden egemenlikleri altına almalarına son
vermek” oysa. Burada kalın harflerle vurgu, üretim araçlarına yapılıyor ama
üretim araçlarını elinde bulunduran azınlık korkularını kitleselleştirmekte
usta olduğundan, üretim araçlarının ortaklaştırılmasını savunan komünistleri,
her tür mal sahipliğine düşman olarak kodlayıp avamın üzerine atıyor. Batı
Anadolu üzerinden Avrupa ile ticari ilişkilere bağlı olarak palazlanmış sermaye
sahiplerinin kültürlerini ve yaşam tarzlarını genelleştirmek zorunda olmaları
gibi, bu yalan da kamusallaştırılıyor ve iliklere işleniyor.
Dalavere demek ki hasbelkader bir iki bildiri yazmak
ve adam yurduna konulmak için solcu olduğu dönemden biriktirdiği kini kusuyor
ve Müslüman ahaliye akıl veriyor. Ama bu akıl verme işlemi nedense premodernist
ve aydınlanma düşmanı bir yerden gerçekleşiyor.
Zira o, esas olarak akıl ve felsefe yekûnu ile oluşmuş
ya da oluşan bireylerden öte bir şey söylemiyor. Sonuç olan şeyi neden olarak
görmeyi ve göstermeyi maharet zannediyor. Aydınlanmanın şiarı ile dinin
toplumsal niteliğini bireyin aklına ve kalbine indirgeyerek onu dağıtıyor.
Bilinen bir şeydir: Aydınlanma dinin toplumsal ayağının, ruhbanın ve kilisenin,
güç olarak burjuvazi lehine tasfiyesi sürecine eşlik ediyor. Bu tasfiye
işleminde gene burjuvazi lehine tanrı bireye mündemiç kılınıyor ve birey burjuvazinin
yeni tanrısı olarak kutsanıyor. Dalavere, bu işlemi kendince yineliyor ve
meseleyi bireyin “ontolojik” gerçekliğine çekiyor. Tüm bu işlem de herkesi
birey bilincine yükselterek onları komünizme düşman kılmak amacıyla yapılıyor.
Akıl ve felsefe yekûnu ile oluşmuş bireye içine girdiği fanusu kıracak her
tehdidin “komünizm” olduğu öğütleniyor, böylelikle akıl ve felsefenin dinî,
millî ya da sınıfî formuna ait sınırlar daha da kalınlaştırılıyor. Dalaverenin
“gelin Müslüman olalım” derken, Müslüman’dan kastı, ortaklaşmaya ve paylaşıma
düşman bir bireycilik oluyor.
Kur’an’ı Peygamber’in, halifelerin, sahabilerin
yanında oturarak okumak da mümkün, Allah katından anladığını ve bildiğini iddia
etmek de. Dalavere’de Allahçılık Allah’sızlık için var esasında. Olmayan bir
yer belirlemek, her şeyi olumsuzlamak, olan her şeyi olmazlamak, tümüyle
hiçliğe, hiçlik ise bireyin mutlak metafizik alanına işaret ediyor. Bu birey ne
had biliyor ne hak! Söz konusu hiçlik, sadece bireyin özgürlük alanı olarak
kodlanıyor kafada, geri kalan her şey düzleniyor. Birey tekil olarak sivrilsin
diye, her şey aşağıya çekiliyor, doğa da Allah da tasavvur ve fikrî öz olarak,
bireyi belirginleştirmek için istismar ediliyor. Ortak olan, bu fikrî pratikte
geri çekiliyor.
Dalavere de zaten ikrar ediyor: Peygamber’i de vahye
itaat etmeyi emrettiği için önemsiyor. Yani O’nun toplumsal-tarihsel pratiğinin
hiç önemi yok. Yani Allah mecazî olarak dalaverenin kendisini işaret ediyor ve
o özünde “kendimden başka kimseye kulluk etmem” demiş oluyor. Bir tasavvur
olarak bu “kendi” de nasıl oluyorsa Aydınlanma ve modernizm dışı.
Mesele politika… Politik herhangi bir dönem ve durum
dâhilinde yaşanan ayrışmaların ya da birleşmelerin karşı yönünde bir hareket
daha açığa çıkıyor. Deniliyor ki “bu insanlar yan yana geliyor ama bunların yan
yana gelişlerinde akıl yok” ya da deniliyor ki “bu insanlar ayrışıyor ama
bunların ayrışmasında akıl yok.” Hep akla ve bilgiye doğru çubuk bükülüyor.
Yücelme, sivrilme ve belirginleşme için aklı öne alanlar, kendisini herkesten
akıllı zannedenler hizayı akıldan yana çekiyor.
İnsan doğası iyi mi kötü mü? Marksizm bu soru
etrafında dönmüyor. “İnsan” denilen kategorizasyondan çıkıp teorik planda
kuralları ve yasaları tespit ediyor. Ahlâk ekseni üzerinden tüm düşün tarihine
baktığınızda sadece iyi-kötü ayrımını ve bu ayrıma göre konum alanları
görürsünüz. Oysa Marx ömrü boyunca akıl dünyalarında tuhaf kurgular üretenleri
eleştiriyor. İlk işaret “Alman İdeolojisi”. Temelde Marx, öznel ahlâk ve hukuk
dışında, onu tayin eden maddî yasalara dayanarak, fikrî tüm tasavvurları maddî
teorik bir zemine kavuşturuyor ve onları disipline ediyor. Marx’a yönelik
itiraz, bu tasavvurlardan ekmek yemek isteyenlerin itirazı esasında. Bu dükkân
sahiplerinin “birey” diye feveran etmelerinin nedeni de bu.
Allahsızlık ve olmayan Allah’ın kulu olma iradesi
sinsi bir anarşizm esasında. Allah’ı buradan söküp almak ve O’nu olmayan bir
yere ve mekâna fırlatıp atmak dini de devre dışı bırakıyor, mesele doğalında
bireyin kendi içsel yolculuğu oluyor. Tolstoy gibi “mutluluğu başka yerde
değil, kendi yüreğinizde arayın. Huzurun kaynağı dışımızda değil içimizdedir”
deniliyor.
Dalaverenin Marksizm düşmanlığı ile Nietzsche’nin
üst-insanından feyz almış Hitler’in Marksizm düşmanlığı aynı yerde duruyor.
Mesele politika ve politik olandır. Faşizm politika ve politik olana hayat
hakkı tanımamaktır. Ben lehine bizi düşman kılmak için bireyi, dini ve milleti
öne çıkartmak mümkündür. Bizin aslî bağlamı mücadelenin kendisidir. Onun
dışında bir önemi yoktur.
Din ve millet ölçüsünde bu hayat hakkı tanımama
işlemini gerçekleştirebilirsiniz. Dalaverenin tercihi ilkidir. Önce
“milletleşelim” demekle önce ve esas olarak “Müslüman olalım” demek arasında
pratikte fark yok. Zira burada “millet” ve “Müslüman” zaten sonra ele alınması
öngörülen meseleleri ele alacak kolektif öznelere karşı/düşman bir kurgu olarak
teşkil ediliyor. Meselelerin içinde, onlarla boğuşan ve onları çözme pratiği
dâhilinde kendisini var eden bir şey değil ikisi de. Millet ve Müslüman, kurgu
olarak meseleleri çözecek kitleleri iğdiş etmek için kurgulanıyor. Kitleler
kolektif mücadeleleri ile meseleleri çözecekken birileri o kitleleri daha
steril ve daha huzurlu yataklara akıtıyor. Elbette bu pratik, o meselelerin
kitlelerce çözülmesini istemeyen egemenlerin işine geliyor.
Yani Mekke’de ve Medine’deki pratik, Kelam ve Hadis
başlıklarında ayrıştırılıyor, eldeki emsalin içi boşaltılıyor ve yeni
meselelerle yüzleşmiş halk kitlelerinin elinden silâhlar birer birer alınmış
oluyor. Allah da Kur’an da Muhammed de yeryüzünden siliniyor. Dalavere,
“sosyalizme ve Marksizme bir darbe de ben vurayım” hinliğinde iken, bilerek,
yeryüzünde yapılacak işleri de boşa düşürmüş, değersizleştirmiş oluyor. O da
“sosyalizm ve Marksizm batı modernizminin ürünüdür” diyen dinidarların
yüzyıllık kervanına katılıyor. Böylelikle kavramlara düşman edilen kitleler, o
kavramları şu veya bu biçimde çağrıştıran ya da öne çıkartan gerçeklikten
uzaklaştırılıyor.
Modernizm eleştirisi, doğalında, “modern, çağdaş ve
bugün”e dair olana yönelik yarılmaların düzlenmesi ile ilgili. Yani modernizm
eleştirisi, nedense bugünde olan bitene kitleler biraz daha eğilme emaresi
gösterdikleri noktada belirginleşiyor. Kitleler, meselelerin bilincine vardığı
noktada Aydınlanma eleştirisi, kurucu-yıkıcı bir pratik içinde bugüne müdahale
etmeye başladığı noktada da modernizm eleştirisi gündeme geliyor. Bir burjuva
liberalin ya da Kemalistin tarihi 1789 ya da 1923’ten başlatması gibi, bunlar
da ilgili tarihleri bir mihenk taşı olarak belirliyor. Olumlu ya da olumsuz
manada mihenk taşı olarak belirlemenin arasında fark bulunmuyor. Özünde
“Osmanlı özgürlükçüsü” (ne demekse?) ya da Kemalist aydınlanmacı olmak
aynılaşıyor. Her iki kesim de kitlelere politik durum ve dönemde tarihsel bir
momenti dayatıyor.
Aydınlanma eleştirisi de aynı şekilde aydınlanmanın
kurumsal mirasını reddedermiş gibi görünüyor ama dönüp dolaşıp teorik ve pratik
faaliyetleri ile bugünü aydınlatan ve bugünden aydınlanan kitleleri kör etmeye
meylediyor. Söz konusu eleştirinin zuhur etmesinin nedeni de bu. Bilinçli,
örgütlü mücadeleye girene, akıl ve aydınlanma ölçütü üzerinden, eleştiri
yöneltiliyor; öfke ve hınç ile düşmana saldırana, vicdan ve ahlâk öğretiliyor,
devamında da eylemli pratik içinde kurucu bir faaliyet içine girildiği noktada
da modernizm eleştirisi gündeme geliyor. Belirli bir durumda, düşmanın gücüne
karşı güç kuran özneye, doğa gibi genellikler ve tümellikler anımsatılıyor. O
özne hiçleştiriliyor ve boşa düşürülüyor.
Dalavere demir ağlarla örüyor tuzağını. Bu pratikte
yüz yıl öncenin Sorel’ini anımsatıyor. İtalya, İspanya ve Almanya’da yaşanan bu
hikâyede sınıflar mücadelesi yüce millet teranesi ve kurgusu ile ezilmeye
çalışılıyor. Dalavere, bu hikâyeye dönemin de gereğince dinî ve metafizik bir
boyut katıyor.
Kelimelerle oynamak çözümmüş gibi görünüyor. Kur’an
Allah’ın kelâmı ise eğer, dalavere, bir tür Allahçılıkla, kelâmın öznesine
ikame ediyor kendisini. Bir anarşist, Kafkaesk bir böceğe dönüşüyor zamanla.
O “göreli denge” kavramını “eşitlik” kavramının
karşısına çıkartıyor, onları yarıştırıyor, çarpıştırıyor. Ama bilmiyor ki
“denge” zaten “eşit” demek. O hâlde dalaverenin kafasında “göreli”den kasıt,
kurguda birey-özne olarak yer bulabilmesi ve adam yurduna konulabilmesidir.
Onun kurguyla ilgili bir derdi bulunmuyor. Temel meselesi kendisi. Hedefi
“insan-ı kâmil” olmak olarak belirleyip bu kadar çene ishaline tutulmak da tam
bir tezat.
Eşitlikçilik, gizde özgürlük talebinin arkasındaki
güçlerin bir sloganı iken, özgürlükçülük, eşitlik talebinin arkasındaki
güçlerin bir sloganı olarak vücut buluyor. Dalavere, genel olarak İslam
coğrafyasında zenginliğin ve mal biriktirmenin gelip dayandığı duvarları Berlin
Duvarı’na saldıranlardan ödünç aldıkları balyozlarla kırmak isteyenlerin terini
siliyor yazılarıyla. Onların yüreğini serinletip vicdanlarını rahatlatmak
suretiyle özgürlüğün arkasındaki güçlerin yolunu açmak istiyor. Zenginliğin, mal
biriktirmenin, eşitsizliğin ilahi, kutsi olgular olduğunu haykırıyor. Allah’mış
gibi konuşup vahiy indiriyor.
Mussolini, yirmilerin başında makas değiştirerek
burjuvaziye işmar ediyor ve ülkedeki kargaşaya son verecek tek gücün kendisi
olduğunu söylüyor. Dalavere de anarşizan bir yerden Müslümanlara ayar veriyor.
Özetle bu Ali Şeriati vs. isimlerin “haltlarına kanmayın” diyor. Bir tür
liberalizm formu olarak Allahçılığın değirmenine su taşıyor.
Mesele politika ve politik olandır. Gerisi teferruat
ve tezvirattır. Politikada ve politik olanda meseleyi bu şekilde sağa sola
çekiştirmek isteyenler çıkacaktır. Bunlar gerçeklikte sömürülen-mazlum
kitlelerin güç biriktirmeleri ile ilgilidir. Güç az ise, sağa sola
çekiştirenlerin sesi daha çok çıkacak, meseleyi kafaya ya da tek başına vicdana
kapatmak isteyenlere rastlanacaktır.
Mesele eşitlik ve özgürlük sloganları ya da
eşitlikçilik veya özgürlükçülük değil, mesele, ortaya çıkan yenilgilerin ve
zaferlerin eşitlik ve özgürlük hanesinde muhasebe edilmesi değil, sömürü ve
zulüm düzenine son vermektir.
Zenc İsyanı yenilmişse bu eşitlikçi ideolojinin doğası
gereği uygunsuz, “ezik”, atıl ya da geçersiz olması değil, isyanı örgütleyen
güçlerin uygun taktik ve strateji geliştirememiş olması ile ilgilidir. Mesele
kavramlar değil, kavramların mutlak kurgusu değil, devrimci pratiktir. İnsanlık
tarihi ve evrim gibi şematik yaklaşımlarla Zenc İsyanı’nın ya da Karmatilerin
doğası gereği, yenilgiye mecbur olduklarını söylemek müstekbirliktir, kibirdir
ve bu söz tezvirattan ibarettir. Komünizmi hem ilerlemeci manada en yükseğe
yerleştireceksiniz hem de bugünde bu hedefin boş ve saçma olduğunu
söyleyeceksiniz. Bir yandan komünizmi olmaz bir yere ve zamana fırlatıp
atacaksınız bir yandan da onun için dövüşenleri “hayalci” deyip
değersizleştireceksiniz. Her şeyin Yahudi gibi sözle başladığını söyleyip her
şeyi söze indirgeyeceksiniz, kitlelerin kolektif mücadelelerinde açığa çıkan
sözleri bu mutlak sözle kıyaslayıp değersizleştireceksiniz. Sonra da kendinize
“ahlâklıyım” diyeceksiniz. Hem had bilmeyeceksiniz hem had bildirmeyeceksiniz
hem de ahlâktan bahsedeceksiniz. “Uygarlık tarihi” bilgisi ile gerçeğe bakıp
uygarlığın ölçüsünü bencillik ve bireylik olarak belirleyeceksiniz. Bu
bencilliğe ve bireyliğe Müslüman’ı ve İslam’ı alet etmeye çalışacaksınız. Sonra
insan-ı kâmilden söz edeceksiniz. Burjuvalar gibi insanın doğasını gasp
edeceksiniz, sözel ve pratik olarak bu doğaya ipotek koyacaksınız, sonra da
“eşitlik ve komünizm bu doğaya uygun değil” diyeceksiniz. Hem burjuvaların
ideolojisi ile düşünüp yazacaksınız hem de dini anarşizmle kurtarmaya
çalışacaksınız, bir zamanlar Türk Ordusu’nun, Kenan Evren’in, Diyanet’in ya da
şeyhlerin yaptığı gibi… Hikâye aynı figüranlar farklı.
Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrası temel psikolojik
durum şu şekildeydi: düşman saldırdı ve solcuların önemli bir bölümü düşmanın
saldırı argümanlarını “başarıcı” bir yerden edinip benimsedi. Asıl derdi
başarılı olmak olanlar, yenilgiyi buradan karşıladılar. Anarşistinden
troçkistine, liberalinden komünistine birçok kesim, saldırı ve yenilgi sonrası
düşmanın gölgesine sığınmayı tek yol belledi. Dalavere bu sürecin ürünü. O,
şirket müdürlerine yönetişim ve kişisel gelişim dersleri veren hocalar gibi, Müslümanlara
akıl veriyor ve burada efendilerin ortak olana karşı teşkil ettikleri mühimmatı
kullanıyor.
Marksizme yönelik düşmanın temel saldırı argümanı, ta
Marx’ın canlı kanlı yaşadığı günden beri, onun bireyi ezdiğine ilişkindir.
Kapitalizm bağlamında, belli bir dönem üretim şemasında yer bulma, şimdilerde
özellikle tüketim akışında adam yerine konulma ile bağlantılı olarak gündeme
getirilen bireylik ve birey olma üzerinden insanlar kışkırtılmış, bireyin
düşmanı olarak kodlandıktan sonra Marksizm öcü mertebesine indirgenmiştir.
İslamî ideolojinin oluşum mekanizmasında da
kapitalizm-komünizm denkleminde ara yol olma ya da ikisini de aşan bir katman
olma arasında belirgin bir salınım söz konusudur. Bu mekanizma uzun süre
muhafazakâr bir seyir izlemiştir ve bugün söz konusu salınımın diğer ucuna,
yani liberalizme doğru bir savrulma içindedir.
Ellilerden başlayarak Marksizme ilişkin kalem oynatmış
kim varsa aynı cümleyi tekrarlar: “Marksizm bireyi ezer.” İyi de “birey nemenem
bir şeydir?” diye sorana rastlanmaz. Bunu dua gibi tekrarlayıp duran
Müslümanlar “kul olmaya ne oldu?” diye sormaz.
Karl Popper, “ben ömrüm boyunca eşitliğe karşı
mücadele etmiş bir kişiyim” der. Yahudi filozoflarından beslenir. Bu okulun bir
öğrencisi de Soros’tur. Dalaverenin de Martin Buber’den feyz alması şaşırtıcı
değildir. Onuncu yüzyıldan sonra İslam felsefesine ilişkin tartışmalar ve
oradan tasavvufla, tarikat ehliyle kurulan ilişkilerde Yahudilerin belirgin bir
ağırlığı vardır. Ve Yahudi, paranın ideolojisinin cisimleşmiş hâli olarak
özgürlük adına her daim eşitliğe saldırmak zorundadır. Zira kitabî anlamda
Yahudi üstün ırktır ve Yehova başka ırklar kendilerine hizmet etsin diye
yeryüzünü onlara bahşetmiştir. Tevratik tefsire göre misal, Yehova esas olarak
Kabil’in yanındadır, Habil’in değil. Buradan beslenenin Habil’in safındaki Ali
Şeriati’yi küçümsemesi doğaldır.
Dalaverenin yazılarını buradan okumak mümkündür. O
esas olarak 1 Mayıs yürüyüşünde Anti-Kapitalist Müslümanlar kortejine dışarıdan
sızmaya çalışan ve elinde “İnşallah Sosyalizm Gelecek” yazılı döviz bulunan
şahsın, Müslüman ahali içre, provokatif müdahalesini zamana yayarak
gerçekleştirmektedir. Esas derdi, anarşizmin Marksizm ve sosyalizm
düşmanlığından mülhem, özellikle Müslüman gençlerin bu hat ile temasını
kesmektir.
Adil Medya, bu
açıdan tuhaf bir biçimde, er meydanına dönmüş durumdadır. Kemalisti, anarşisti,
liberali bu minvalde elindeki kalemi kılıç niyetine sallayıp durmaktadır. Ve
sömürüye ve zulme karşı mücadeleyi temel eksen olarak belirlemiş olmakla bizim,
çift uçlu Zülfikar’dan başka silâhımız yoktur.
Eren Balkır
10 Temmuz 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder