I
İki yaklaşım var: birinde kibir önsel, diğerinde ise
sonsal. İlk yaklaşımın sahibi, mevcut kibir üzerinden, ancak kendisi gibi özel
insanlarla özel koşullarda özel bir yapı içerisinde yoldaşlık
edebileceğini söylüyor, ikincisi ise alabildiğine genel toplumsal kesimlerle,
genel koşullarda genel bir oluşum içerisinde arkadaşlık edebileceğini
iddia ediyor ve bu yaklaşım sonuçta belirgin bir kibir üretiyor. İkinci
yaklaşım, dönüp dolaşıp genele hükmetme kudretine ancak kendisi gibi özel
olanların kadir olabileceğini söylüyor. Kibir, salt varolmaya ilişkin yüzeysel
bir tepki biçimi olduğuna göre, iki yaklaşım da öznenin muhafazası noktasında
örtüşüyor. Öznenin muhafazası, temel bir varolma biçimi hâline geliyor.
“Yirmi kişi kalalım” diyenle “yirmi bin kişi olalım”
diyen arasında pek bir fark yok esasında. İkisi de yirmi ya da yirmi bin
kişinin neler yapacağı ve neler olacağı konusunda teorik, ideolojik ve politik
bir dert taşımıyor. “Olmak” ve “yapmak”, birbirine kapatılıyor, “yirmi” ya da
“yirmi bin”, basit birer istatistikî veriye dönüşüyor. Belli bir eylem
pratiğine dönük envaiçeşit hayal kuruluyor, sonra bu eylem pratiği için yeterli
sayıda kadroya ihtiyaç olduğu görülüyor ve bir ânda hayalle gerçek arasındaki
uçuruma düşülüyor. Aynı hayal, yirmi bin kişi içinden yirmi tane kadro
çıkartamayan ekipler için de geçerli.
“Yirmi kişi kalalım” diyen, “yirmi bin kişi olursak
ben ne olacağım ya da ben ne yapacağım” derdine düşüyor. Kendi öznelliğinin
değersizleşmesi ve önemsizleşmesi karşısında ürküyor.
“Yirmi bin kişi olalım” diyense daha fazla kitleye
hükmetmeye mahir ve muktedir olduğunu öncelikle kendisine inandırmış oluyor.
Sorun bu.
Özetle politik özne, bir yanıyla, toplumdan ve
tarihten kendisi gibi özel olanları cımbızlayıp seçiyor ya da kendisi gibi
geniş kitleleri görebilen ve onlara hâkim olma konusunda ustalık sahibi, gene
özel kişileri bulmak istiyor. Dert bu.
II
Politik özne, kendisini belirli bir kuşatılmışlık
içerisinde buluyor. Motivasyonunu bu kuşatmayı, ablukayı yarmaya bağlıyor. Bu
konuda teorik, ideolojik ve politik imkân ve araç üretenler öne çıkıyorlar.
Yarış, bu alanda cereyan ediyor. Politik özneye hürriyeti vadeden, yarışta
birinci geliyor. Kuşatmanın mevcut sınırları belirleniyor. O sınırların sınıfî,
millî ve dinî içeriği belirginleştiriliyor. Sonra da kuşatma altında olanlara
bu sınıfa, millete ve dine karşı isyan etmek öğütleniyor. İsyanla devrim ve
devrimcilik karıştırılıyor, serbestleşme pratiği, mücadelenin kendisi
zannediliyor. Serbestleşme, batılı ismiyle, liberalizm, burada cisimleşiyor.
Politik özne, kuşatılmışlık karşısında sınırlara saldırınca ister istemez
liberalleşiyor.
Marksizm okullarını reddetmek, “Marksizmin yapısal
krizi”nden dem vurmak, Marksizmi bu krizden kurtarıp onu pür-ü pak bir cennet
diyarına dönüştürmeyi vaat etmek, ancak bu hayli özel ve alabildiğine şahsî
tespiti yapabilen özel ve bencil varlıklara seslenebiliyor. Elde cımbız, özel,
tekil kişilere seslenmekle, elde kepçe ham kalabalıklara seslenmek giderek
benzeşiyor. Ama Marksizmi, partiyi, özneyi, hareketi, ideolojiyi ve ülkeyi
verili sınırlarından kurtarmaya soyunmak, kurtulmak isteyen, başka güçlerin
hizmetine ister istemez giriyor.
III
Teorik planda kurtuluşun iki reçetesi var: pozitivizm,
kişinin dünyayı kafasının içinde yaşaması iken; amprisizm, kişinin kafasını
dünyanın içinde yaşaması oluyor. Her ikisine çalınacak kılıç darbesi ise ancak
kolektif bedenin sözsüz pratiği ile indirilebiliyor. Kafanın içindeki dünya,
tasavvur ve kurgu olarak o denli büyüyüp güçleniyor ki dış dünyada da o kafanın
bütün olarak yaşanması talep ediliyor. Özünde tek bir kafada bütünleştirilmiş
kendinden menkul Marksizm de kafanın kendisi ya da imgesi olarak dış dünyada
yaşamak istiyor. Pozitivizm ve ampirisizm, bu anlamda bağlaşık: biri diğerinin
yürüdüğü eski yolları arşınlıyor ve kemaliyeti diğerinde buluyor.
Sınırsızlık niyetine girişilen teorik faaliyet, eninde
sonunda bir “olmayan yer” olarak Marksizmle sonuçlanıyor. Marksizm, Berlin
Duvarı’nın yıkıntısı altında can çekişiyor. Kaza sonucu kopan kolunu uzun süre
hisseden kişi gibi, sosyalistlerin önemli bir bölümü, tarihin ve toplumun
kendilerinden kopan kısımlarına hâlâ canlı imiş gibi davranıyor. Bu
yıkıntının basıncı sonucu, işçi sınıfının daraltıcı ve kısıtlayıcı gerçeği
karşısında ezilenlerin; devrimin daraltıcı ve kısıtlayıcı gerçeğinden (ister
işçi ister sosyalist her türden) demokrasinin; iktidarın daraltıcı ve
kısıtlayıcı gerçeğinden mikro ve yerel güç odaklarının engin ufuklarına
kaçılıyor. Düşmanın bizim aleyhimize olacak şekilde her sınır çekişinde
kafamızın içindeki sınırlar da silikleşiyor. Sınırların silinmesinde sınıfsal
temelli bir boyut mevcut.
“Ezilenler ama…” deniliyor ve devamında iktidarı
istemeyenler çöpe atılıyor; “Marksizm ama…” deniliyor, devamında “ezilenler”i
görmeyenler reddediliyor; “Devrimciler ama…” deniliyor, devamında misal,
Kaypakkaya’dan gayrısı siliniyor. “Tarihyazımı ama…” deniliyor, devamında tarih
bilimi lehine tarih siliniyor, geriye kalemsiz bir yazım süreci kalıyor. Hepsi,
öznelliğin işaretlenmesi gayretiyle ifa ediliyor. Tek tek cımbızla adam
toplayanların yanı başına düşülüyor ve gene aynı ölçüde özel oluşu ispatlayan,
gösteren aynalar yerleştiriliyor etrafa. Sonuçta âna müdahale de ândaki
belirsizliğin giderilmesi amacını güdüyor. Cımbızcılar gibi…
IV
Gündelik hayatın, ânın koşulsuz ve doğrudan içinde
olmak, oradaki bilgi ve eylemi politikanın diline tercüme etmekle, politik
kurguyu, programı, ilkeleri ve bilgiyi gündelik hayatın diline tercüme etmek
arasında belirgin bir açı var. Asıl maharet de bu açıyı kapatmak. Açının
kapanması ise imkânsız. Bu açıyı kapatmakla uğraşmak istemeyenler, kendinden
menkul bir bütünlük olarak topluma ya da kendinden menkul bir bütünlük olarak
tarihe kapaklanıyorlar. Ya toplumun dip akıntılarına karışıyorlar ya da tarihin
tozlu raflarına saklanıyorlar.
Yirmiyse yirmi, yirmi binse yirmi bin… Her ikisini
ayrı ayrı hedef hâline getirenler, o sayıya ulaşma pratiğini boşa düşürüyorlar.
Anlamını siliyorlar. Değerini yok ediyorlar. Her iki sayıya ulaşmak, araç
olmaktan çıkıp amaçlaşıyor.
V
İslam’la ve Müslüman halkla kurulan ilişki
küçümseniyor mesela. Hep hatıra İran Devrimi getiriliyor. İran Devrimi öncesi
Şah’ın gidişi ile Humeyni’nin gelişi arasındaki boşlukta genel olarak sol atıl
kalıyor. Kimisi iç, kimisi dış gerilimleri göğüsleyemiyor. Fedailer devrimin
iç; Mücahidler devrimin dış gerekliliklerini kucaklama konusunda basiret ve
cesaret sahibi olamıyorlar. Humeyni’nin hareketine kıyasla kısmen daha güçlü
olan bu yapılar, politik bir devrimin önüne iç veya dış ideolojik hava
yastıkları döşüyorlar. Bu konuda hem iç hem de dış bir hareket olarak
Humeynicilik hamle yapıyor ve iktidarı alıyor. Solun iktidarı almak gibi bir
ufku bulunmuyor. Fedailer, halkın iktidar kurumlarını alaşağı etmesinin koşullayacağı
ihtimalleri; Mücahidler, ülkenin Sovyetler-ABD arası gerilimdeki konumunun
dağılmasına ilişkin ihtimalleri göğüsleyecek cürete sahip bulunmuyorlar. “Ne
Sovyetler ne ABD” diyen ve Safevî devleti-İmamet geleneği üzerinden belirlenmiş
bir devlet kurgusu ile Humeyni, verili momente müdahale edebiliyor. “Vay
İslamcılar bizi kesti” diye ağıt yakmaksa, bu cesaretsizliğin ve
basiretsizliğin nedenlerini örtbas ediyor.
VI
“Devrimi halk yapar” diyenlerle “devrimi devrimciler
yapar” diyenlerin karşısında “devrim yapılmaz, olur” diyen Lenin duruyor.
Devrimden iki yıl sonra somut gereksinimler üzerine “her devrim bir iktidar
sorunudur” diyen Lenin için iktidar da fiilî mücadele dâhilinde oluşuyor,
gökten zembille inmiyor.
VII
Tüm sınırlara saldıran, onları ortadan kaldırmayı
vadeden özne, bir sınır çekme eylemi olarak devrimi de fiiliyatta
geçersizleştiriyor. Bu yaklaşımın, kapitalizm ve tüm sınıflı toplumlar tarihi
ile komünizm arasındaki kalın sınır çizgisi olarak sosyalizmi silip, komünizmi
bugünde mantar gibi orada burada vücut bulan bir idea olarak resmetmesi
kaçınılmaz. “Devrim hemen şimdi” diyenin “komünizm hemen şimdi” demesi doğal.
Ama bu, şimdide hiçbir şey yapmamaya ahdetmekle mümkün. Zira şimdiye dönük
yapılacak her müdahale, geçmişle gelecek arasına bir sınır çizgisi çekecek, bu
sınır çizgisi de geçmişe dönük nostaljilerle ya da geleceğe dönük ütopyalarla
beslenen özneyi bir biçimde boğacaktır.
Örnek üzerinden gidersek: Fedailer, mevcut iktidar ve
devlet alternatifi, düşmanı, hasmı ya da yedeği unsurları görmüyorlar;
Mücahidlerse, Sovyetler’le ABD arasında çatışma çıkar korkusuyla devrime
kalkışmıyorlar. Her ikisi de verili politik iktidara karşı güç oluşturma
derdine sahip değil. Özünde içeriye ya da dışarıya dönük olarak iki örgüt de
şahın İran’ından pek de rahatsız değil. Biri şahın kudretine diğeri İran’a
karşı tek laf söylemiyor. Oysa Humeyni Fransa’dan bindiği uçaktan inerken,
“nihayet vatanınıza geldiniz” diyen gazetecilere, “benim vatanım İslam”
şeklinde cevap veriyor.
VIII
Kitleci yaklaşım, ister istemez liberalizme kaptırıyor
saçlarını. Kitlelerle kendisinin özne olarak buluşmasına mani olan sınırları
fark ediyor, bu sınırları öne çıkartıyor ve kitlelere koşmak için sınırların
ötesini teorisinin ve pratiğinin merkezine oturtuyor.
Burada doğal olarak özgül, özgün ve yerel olana vurgu
ön plana çıkıyor. Şehirli orta sınıf küçük garajlarında yaptıkları blues
müziğinin sınırlarını fark ediyor ve Neşet Ertaş’ın kitleselliğini görüp onu
“bozkırın blues’u” olarak tanımlıyor. Böylelikle kendisini meşrulaştıracağını
zannediyor. Ama pratiğinde ne Afrikalı-Amerikalı kölelerin öfkesi ve hüznü var
ne de Neşet’in derdi.
Aynı yaklaşım, Ali Şeriati’yi de içine alan muhalif
İslamî yönelimi “kurtuluş teolojisi” olarak niteliyor. “Bozkırın blues’u” gibi,
bu türden ideolojik müdahaleleri batıdan aldığı kavramlarla tanımlıyor. Bu, Ali
Şeriati’ye ancak bu minvalde, biraz solcu olabildiği ölçüde tahammül
edebildiğini gösteriyor.
IX
Sınırlar, esas olarak tarihsel-toplumsal planda işçi
sınıfı, devrim ve iktidar başlıklarında tanımlanıyorlar. Bu üç kavramın sınır
çektiği, özneyi boğduğu tespit ediliyor, sonra da ne idüğü belirsiz kitleyle
kucaklaşmak için bu kavramlar parça parça devre dışı bırakılıyor. Sınıfla,
devrimle ve iktidarla kurulan ilişkilerin dönüştürülmesi yönünde çaba sarf
etmek zor geldiğinden, bunlar kesilip atılıyor. Lime lime ediliyor. Boşa
düşürülüyor. İktidarsızlık, sınıfa ve devrime öğütleniyor. Sınıfsızlık, devrime
ve iktidara dayatılıyor. Devrimsizlik, sınıfa ve iktidara pazarlanıyor.
Yalnızlığın getirdiği depresyon ve sıkıntıyla bu sınırların ötesini vadeden
burjuva siyasetçilerin peşinden gidiliyor. Başı sonu belirli bir işin başı ve
sonu olmak istiyorlar. Adsız ve adressiz kavganın ezeli-ebedi seyrine duhul
etmek zûl kabul ediliyor. Başı ve sonu belli bir işin başı ve sonu olmak
isteyen özne, ister istemez, sınırdan başka bir şey görmüyor. Sınıra
kilitlenen, sınıfı da sınır olarak görüyor. Kimi sınıfı her şeye ve her yere
yayarak onu yok ediyor (ki her yerde olan şey yoktur!) kimi de onu buruşturup
çöpe atıyor.
X
Mutlak bir sınıf, mutlak bir devrim ya da mutlak bir
iktidar yok. Mutlak özne, teorik ve pratik düzeyde, kendisini sınıf, devrim ve
iktidar dışında bir mutlaklık olarak örüldükçe mücadele boğuluyor. Mücadele tüm
kiri ve pası ile ilerliyorken, mutlak özne kire pasa bulaşmamak ve birileri
için alınabilir olmak adına gerçeklikle ilişki kuruyor. Sınırın kendisi de kir
pas olarak görülüyor, daha doğrusu bir yara izi gibi algılanıyor. Satın
alınabilir olma çabası, sol özneleri egemen piyasanın kurallarına tabi kılıyor.
Bu piyasada sosyalist mücadelenin sınıf, devrim ve iktidar başlığında elde
ettiği tüm araçlar, Berlin Duvarı sonrası sokaklarda kurulan, Kızıl Ordu
madalyalarının üç kuruşa satıldığı Rus pazarlarında, yok pahasına müşteriye
sunuluyor. Piyasada tutunmak için burjuvazinin saldırısına daha baştan teslim
olmuş olan özneler, mücadeleden uzaklaşıyorlar, dolayısıyla mücadeleyi
boğuyorlar. Bir iki “gaz”, bir yığın edebî lafazanlıkla kitleler motive
edilmeye çalışılıyor ve mücadeleden uzak tutuluyor. Özne, kendisini satın
alabilecek seviyeye getirmekten başka kitleyle bir ilişki kurmuyor. Devletin ve
burjuvazinin pişirdiği kitleye kendisini, devlete veya burjuvaziye dokunmadan
beğendirmeye çalışıyor. Sınırları silmek isteyenler, saldırı silâhlarını devlet
ve burjuvazinin tarihsel-toplumsal düzlemde varolmak için kullandığı
cephanelikten alıyorlar. Onca çabaya rağmen ne sınırlar aşılıyor ne sınır
çekiliyor ne de kitleyle buluşuluyor. Devlet ve burjuvazi, özneyi tecrit edecek
tüm saldırıları gerçekleştiriyorken, özne sınırlardan kurtulayım diyor ama
giderek daha dar bir alana mahkûm oluyor. Zira sol, özneliği devlet ve
burjuvaziden öğreniyor; kurtulmak istediği sınırlar ise sınıfsal, devrimci ve
iktidarı hedefleyen tarihsel-toplumsal birikimidir.
Eren Balkır
1 Temmuz 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder