Mağrip
ve Maşrık’taki değişim ve dönüşümleri devlet katından okumak problemlidir. Ama
aynı şekilde, gizdeki kimi devletlerin perdedeki aksi olan gelişmelere de
temkinle yaklaşmakta fayda vardır. Sonuçta her iki açıdan da devlet denilen
şey, sömürücü-zalim güçlerin kimi zaman kuklası kimi zaman da silâhından
ibarettir. Yani Rusya’nın Sovyet döneminden ve Soğuk Savaş’tan artakalan bir
ilişki dâhilinde Suriye’yi Akdeniz’e açılan bir kapı olarak görmesi üzerinden
Esad rejimine sahip çıkmasına sevinmek, bırakalım devrimciliği, politik bile
değildir. Bu, bugün, burada hiçbir şey yapmayacağına ilişkin efendilere
verilmiş gizli bir sözdür.
Alt
ve üst ayrımı yapmak elzemdir bu noktada. Yüksek siyaset, yönetsel-devletli
ilişkiler üzerine diplomasi, uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi
bağlamında kimi tespitler yapmak, politika yapmak değildir. Bilimler
için olmuş olan’ın, politika içinse olmuş olan ile olacak olan
gerilimindeki olan’ın, gergin bir çarşaf üzerindeki demir gülle gibi,
ağırlığı hissedilir. Bu bağlamda liberalizm ve faşizm etiketlerinin bu denli
savruk ve tutarsız bir biçimde kullanılmasına da izin verilmemelidir. İlgili
kullanımlar alt-üst ayrımı yapmazlar, yapılmasına izin vermezler, nihayetinde
bu tip bir ayrımın politik sonuçlarını engellerler. Üstte olmayı arzulayanlar,
fiilîleşen bu türden altüstlerde her zaman karşı safta konumlanırlar. Sol veya
İslamî açıdan çeşitli mazeretler bulunur, sığınaklar belirlenir. Akıl ve vicdan
buna göre yeni bir form kazanır. Düşene sallanmak için tekmeler hazır edilir.
Misal, 2005’te yaşanan Paris ayaklanmasındaki temel gücün lümpen proletarya
olması ile Hitler’in arkasındaki kitlenin sınıfsal tahlilleri eşleştirilir ve
bu ayaklanma “faşizm” etiketi ile damgalanır kimi solcular tarafından. Ya da
Tunus ve Mısır’daki ayaklanmalarda kitlelerin renkliliği üzerinden, Soros ve
liberalizm eleştirileri ile yüklü bohçalar devreye sokulur hemen.
Oysa
alttakilerde ne liberalizm ne de faşizm vardır. Bu iki ideolojik ve politik
yönelim üsttekilere ilişkindir, dairdir ve yöneliktir. Meselelere, gelişmelere,
olaylara ve kitlelere yukarıdan bakanlar, ancak bu prizmadan geçirirler aklî
ışınlarını. Olan bitenin içinde olmadan, olacak olan’ı olmuş olan'ın hükmüne
sokmak ve olan biteni silikleştirmek, politik bir tutum değildir. Üstte ya da
dışarıda değil, içeride olmak; politik ve devrimci tutum budur.
Hikmet
Kıvılcımlı’nın kendisinin yazı dilini eleştirenlere karşı sarf ettiği cümleyi
tekrarlarsak: “çığlıkta ahenk aranmaz.” Alttakiler çığlık atarlar ve üste
çıkmak isteyenler, zaten üstte olanlar, üstte olanlara öykünerek prim yapmak
isteyenler, bu çığlığı teorik, ideolojik ve politik manada, olumlu ya da
olumsuz bir içerikle, belli bir ahenge oturtmak isterler. Efendilerin solunda
oturanlar, bu çığlıkları faşizmle; sağında oturanlar, liberalizmle
etiketlerler.
Çığlıkta
ahenk aranmaz ise o çığlığı atanlarda da ahenk yoktur demektir. En temelde
çığlık, zaten verili toplumsal-tarihsel ilişkilerin ahengine dönük bir itiraz
olarak atılır. Varlık sebebi budur. Demek ki orada, altta ahenkle, ahenk
arayışı ile veya ahengin mutlak olarak kendisinde olduğu iddiası ile var olmak
da mümkün değildir.
Mağrib
ve Maşrık’ın ahengini bozan dinamikler, rengârenktirler. Burada esas olarak
İhvan’ın rengini öne çıkartmak, İhvan’ı öne çıkartmak isteyenlerin ekmeğine yağ
sürmektedir. İhvan bile tek bir renk değildir. Verili dönemsel kesitte
çatlaklar meydana gelmiştir. Mısır özelinde İhvan orta sınıfı, Selefîlerin
partisi Nur, alt orta sınıfı ve emekçilerin belirli bir kesimini temsil eder
konuma gelmiştir. Yani Katar ve Suudi Arabistan, ateşin kendilerini yakmaması
için su niyetine ortalığa petro-dolarlarını akıtır ama bu önlem, hakikat
karşısında, başka bir şeye dönüşür, dönüşecektir.
İdeoloji
denilen “deli gömlek”lerinden kurtulup “saf Müslüman” olduğunu iddia eden ya da
daha gerçekçi bir tespitle, olmaya çalışan Müslümanların da deli gömleklerini
yırtıp kimin ceketini giydiklerine bakmaları gerekir. Ayrıca politika yapma
niyeti ve iradesi var ise ideolojinin önbelirlenmiş sınırlarını aşmak elzemdir.
O sınırları aşan politika değil, bireyin hevası ve özgürlük hevesi ise,
efendilerin başka bir ideolojisine koşulsuz biat ediliyor demektir. Sınır
çekmek, sınır silmek, sınır boylarında dövüşmek, sınırları ötelemek için belli
bir irade ortaya koymadan, salt sınırsızlık edebiyatı yapmak, hâkim sınıfın
hizmetindedir her daim.
Birey
denilen “tanrı bozuntusu”na Allah gibi tapanlar için şu veya bu ideoloji değil,
ideolojinin kendisi bir deli gömleğine dönüşmektedir. Oysa bu hissiyatı
koşullayan sürece bakmak şarttır. Kendi bireyliğini mutlak kabul edip hakikati
ona göre hizalamaya çalışmak, bireyciliğin alamet-i farikasıdır. Özünde
bireycilik de ideolojiktir. Bireyi sıfat olmaktan kurtarıp isim yapmaya
çalışmak nafile bir çabadır. Mesele, “birey”li cümleler kurmamak, çıkardığımız
sesin, aklımızın, yüreğimizin tarihsel ve toplumsal varlıklar olduğunu önkabul
etmektir. Zamansız-mekânsız Allah’ın zaman ve mekândaki yansıması olarak tasvir
edilen bireyin ilahiyatı, Allah için, Allah aşkına ve Allah yolunda, çöpe
atılmalıdır. Çünkü Allah, birey olarak Muhammed’e, O’nun aklına seslenmez,
aklın müdahalelerine maruz kılmamak için vahiy doğrudan kalbe indirilir. Kalb
ise, Ali Şeriati tabiriyle, “en-nas”, yani halktır. Halk, her kurtuluş
mücadelesinde o vahye sahip çıkar, onu yüklenir, ayağa kalkar ve kendisini
yeniden kurar.
Mağrip
ve Maşrık’ta halk kendisini yeniden kurmaktadır. Burada bedenlere üflenen ruhun
petro-dolarların kokusu olması ihtimali başlıca tehdittir. Toprağa akan kan,
zalimlere ve sömürücülere karşı öfkeyi de dem’lemektedir bir yandan.
Eski Soğuk Savaş ezberleri ve kurguları ile “adam yurduna konulma” gayreti
geçersizdir. İhvan ve bilcümle Müslüman hareket de Soğuk Savaş ürünü oluşlarını
bu momentte dönüştürecektir. Soğuk Savaş’ın merkez üssü olan Ortadoğu, kendi
özel soğuk savaşı ile baş başadır bugün. Buradan çıkış, üstte, retorikte,
muhayyilede kurulmuş bir sol-İslam ittifakı ile değil, mazlum ve sömürülen
halkın kolektif aklı ve iradesi ile mümkündür. Bu akıl ve irade, sol-İslam
ittifakının tüm tarihsel-toplumsal mirasını dikine kesecek, geleceğe başka bir
güç miras bırakacaktır.
Müslüman
kesimde marksizme dönük alerji esas olarak madde ile ilgilidir. Bu, bir gerçeği
dışavurur: Müslümanların marksizme düşman kesimleri, esasta kendi
ibadetlerinden, inançlarından ve akıllarından oluşan bütünlüğü “mutlak madde”
olarak görmektedirler. Herkesin elinde bir terazi, hakikati kendisine göre
bölüp parçaları kendisi ile tartmaktadır. Eşitlemek isterken, o hakikatten
özgürleşmek; özgürleşmek isterken, o hakikati kendisine denk hâle getirmek
istenir. Marksizme ilişkin dert, materyalizmle ilgilidir esasta. Müslümanların
marksizmle derdi olanları, maddeyi marksizme yar etmeme derdindedirler kendi
maddiyatları adına. Söz konusu yarışın, kıyasın, terazinin ve tartının esbab-ı
mucibesi budur. Efendiler adına, marksizm hanesine yazılan madde üzerindeki
tahakküme son verilmek istenmektedir. Kimi sol da bu tahakküm zannı ile ekmek
yemeye devam etmek istemektedir.
Oysa
marksizm için madde-cilik değil, maddîcilik söz konusudur. Yani madde, Allah
statüsünde ve onunla eş kudrette bir varlık değildir. Temelde madde olarak
kodlanan, bilinen, algılanan, hissedilen şey ne ise onu mutlak verili bir
bütünlük olarak yüceltmek değil, ona ait olan parçaların analiz edilmesi söz
konusudur. Esasta marksizm materyalizmi pratize eder, sürekli olarak “praksis
materyalizmi”nden dem vurur. Bu, hareketsiz ve eylemsiz madde olamayacağına
ilişkin bir vurgudur. Marksizme saldıranlar, Rosa Lüksemburg’un “kıpırdamazsan,
mahkûm olduğun zincirleri de hissedemezsin” sözü üzerinden, o zincirlerin baki
kılınması için, kıpırdamaya ilişkin maddî pratiği silmeye niyetlenmektedirler.
Liberalizmin
kırklardan beri yürüttüğü faşizm eleştirileri, stalinizm eleştirilerine zemin
hazırlamış, bu eleştiri ise döne dolaşa marksizme doğru sivriltilmiştir. Bugün
kimi Müslümanlar, “erdemli bir toplum” kavgasının abesliğinden ve saçmalığından
bahsetmektedirler. Böylelikle bu Müslümanların elinde Medine Vesikası da
yırtılmaktadır. Zaten tarih, teorik mirası ile Mekkî mücadeleyi geri itmek için
gerekli zemini teşkil ettiğinden, Medinevî pratiğin de silinmesinde hiçbir beis
yoktur.
Materyalizmdeki
“madde” ile İslam’daki “Allah” dövüşmez. Dövüştürenler, esasta mutlak maddî
birer güç olarak kendi bireyliklerini yarıştırıyorlardır. Politik mücadeleden
uzaklaşıp dar ideolojik kalıplara mahkûm olduğu ölçüde her iki kesim, mübareze
anlamında, bu politikleşmeye karşı olan unsurlarını savaş meydanında karşı
karşıya getirmektedir. Bu unsurlar, bazen elif’inden mim’ine tüm Kur’an metnine
dönük hâkimiyetini ya da Marx’ın nişanlısına yazdığı şiirlerden Kapital’e,
tüm külliyata dönük hükmünü terazide tartarlar. Kimi iyi niyetli unsurlar ise
terazinin kefeleri arasında denklik durumunu mutlaklaştırmak isterler. Ama gene
de bu pratik, terazinin varlığına tabidir. Denkleme, eşitleme, aynı seviyeye
getirme, rekabet için şarttır. Atletlerin aynı çizgi arkasında hizalanmasına
benzer bir durumdur bu.
20.
yüzyıl İslam âlimlerinin marksizmle olumlu ya da olumsuz bir rabıta kurmuş
olmaları önemli bir mirastır ancak bu rabıtanın baştan sakat olduğunu da kabul
etmek gerekir. Hepsi de Sovyetler ve kendi ülkeleri arasındaki güç ilişkileri
dolayımı ile meseleyi ele almışlardır. Bazı sol örgütlerin kafasında
Sovyetler’in yerini Portekiz’den Yunanistan’a dek tüm mevcut komünist partiler
ya da Latin Amerikalı sol örgütler almışsa, kimi İslamcılar için de
Sovyetler’in yerini batılı think-tank’lerin liberalizmi ve Katar-Suudi
Arabistan'ın (KİK) parasal gücü almıştır.
Söze
en yüce ve en kudretli güçle (misal Allah ile) başlayıp pratikte en aşağılık ve
en geri güce biat etmek, orta sınıfın pazarlık üslubudur. İfrat tefrit içindir.
Bu denli yüceden söze başlamak, en geri pratiği meşrulaştırmayı amaçlar. Zira
en yüceden söze başlayan, tüm olası ileri ve devrimci pratik imkânlarının
geçersizliğini kendince ispatlamak derdindedir. Sonuçta bugün sol ve İslam
arasında bir rabıta gerekliyse bu, bugünün mazlum ve sömürülen halk
kitlelerinin mücadele içinde ördüğü güç mevzilerine göre, ona tabi olarak
oluşmak zorundadır.
Suyun
yasalarını bildiği için su üzerinde yürüyeceğini zannetmek, ahmaklıktır.
Kur’an’ın tevilini, tefsirini, mealini, türetilen fıkhı, ameli ve akideyi
ezbere bilmek, Kur’an’ın Levh-i Mahfuz’un basit bir cüzü olduğunu unutturur.
Böylelikle İbrahimî geleneğin iç devrimi olan İslam, diğer dinlerle denklenir,
onlara benzer, Muhammed bir “Yahudi peygamberi” ya da İsevî bir Mesih oluverir.
İslam’ın diğer dinleri neshettiğiyse unutulur.
Temel
mesele, Şam’da Amerikan şirketlerine verdiği danışmanlık hizmeti ardından gidip
Emevi Camii’nde özgürce namaz kılmak değildir. Hakiki mücahidin, kendi dininin
Kur’an, İslam ve Peygamber öncesi dönemin dinine dönüşme tehlikesine karşı
sürekli uyanık olması ve bu ihtimalin tüm işaretleriyle, verili durumda,
dövüşmesi gerekir. Yücede, yukarıda olup efendilerle pazarlık masasına eşit bir
bileşen olarak oturduğunu zanneden liderlerin gölgesindeki hareket, tüm sıçrama
imkânlarını da çöl kumuna gömüyor demektir. Sonuç neden, isim sıfat, eylem söz
oluverir. Ak Parti’den İhvan’a, oradan Gannuşi ve Benkirani’ye dek uzanan hatta
Müslümanlar, toplumsal ve tarihsel sorumluluklarından azade kılınmakta,
Müslümanların bir kısmı da özgürleşme diye bu politik ve ideolojik saldırıyı
bağırlarına basmaktadır. Bu özgürleşmenin rayihası ile Müslümanlar, söz konusu
hattın İslam’ın bağrına saplanmış emperyalist bir hançer olduğunun farkına
varamamaktadırlar.
Sünni-Şii
savaşı ABD-İsrail oyunu ise, buna benzin dökecek herhangi bir teşebbüsten
kaçınmak da Müslümanlığın gereği olmalıdır. “Takiyye, hile ve kurnazlıkla
bizimkiler iktidarı alır, sonra işbirliği yaptığımız tağutî rejimleri
defederiz” denemez. Burada belli şahısların maddî mevcudiyetlerine fazlaca
değer yüklenmektedir. Sanki Cübbeli Hoca ölse İslam bitecek gibi davranılamaz
misal. Cübbeli gibiler, Müslüman halkla kurdukları gizli anlaşmaya
güvenmektedirler. Onlara İslam oluşlarında her zaman belirli eksiklikler
olacağı inandırılır ve maddî güç olarak paraya, şöhrete ve malumatfuruşluğa kul
edilir.
Maddeden
büyük olan, onu yaratan Allah’ın yolundan gitme iradesi, bir maddî pratik
olarak, budünyada sadece kendisini madde, başkalarını buhur, sis gibi bir şey
olarak görmek demektir. Bu görme biçiminin ucu bucağı yoktur. Sınırsızlık, tek
sınırdır. Maddî varlıklar olarak Kur’an ve Muhammed’in artık bir ağırlığı
yoktur hayatta. Maddî planda bir cemaatle kolektif olarak aynı eylemi aynı ânda
ve aynı içerikle yapıyor olmanın anlamı da doğalında kaybolur. En-nas da
maddiyatın silinmesi ile değerini yitirir. Soğuktan donan bir evsizin derdiyle
hemhal olmak, Müslüman için artık çok yabancıdır. Efendiler düşmanlarını
birbirlerine düşürmekte mahirdirler. Kuvvetini ve kudretini biraz da buna
borçludurlar. Marksizm düşmanlığı ile Müslüman kesimler, maddiyatlarını ve
dolayısıyla maneviyatlarını unutmuşlardır.
İslam,
her daim, mazlumların çığlığıdır. Ahenksizdir. Maddî planda İslam tarihi
boyunca, çeşitli dönemlerde belli bir bileşen, belirli bir cüz öne çıkar,
çıkartılır, çıkartılmak zorunda kalınır. Bu tasavvuf olur, fıkıh olur, cihad
olur. Bu üçü arasında belli bir bağ mevcuttur. İlki bireyle, ikincisi
bireyselleşmiş bir iktidarla, üçüncüsü bireyselleşmiş iktidarın hâkimiyet
alanının genişletilmesi ile ilgilidir. Bağ koptuğu vakit hakikat oradan, zemzem
misali, sızar, kendisini ele verir ve yeni bir bağın kurulmasını emreder. Yani
iktidara ve iktidarın tahakküm araçlarına mesafe koymuş bir maneviyat cihadı
olarak tasavvuf İslam’ın bayrağını üstlenir. Bireyin iç hezeyanlarından
çıkıp tahakküm araçlarına karşı kıyam ettiği vakit, mazlumların kolektif
iktidarı için yola düştüğünde, fıkıh, bu bayrağı halk iktidarının
gönderine çeker. Cihad ise mazlumların devrimci kıyamıdır.
Bugün
Mağrip ve Maşrık’taki Müslüman güçler bu hakikatin önünde perdedirler. Perde,
sadece fiilî pratikte, amelde, gerçeğin sahnesinde yırtılır. Bu noktada
İsrail-İran çekişmesinde bir Müslüman, doğası gereği İran’ın safındadır. Ama o
safta da rahat durmamalı, bu safı devrimci politik anlamda bölmelidir. Ait
olunan safın olduğu gibi kalmaması, düşmana karşı bileylenmesi gerekir. Dönemin
gereğince Ali Şeriati ve Seyyid Kutub’u kesen bir pratik, bu safı mazlumlar
lehine bölecek, iki önderin külliyatı da bu işlem sonucu devrimci anlamda
dönüşecektir. İki hareket ve fikir adamının batı karşıtı, batıya göre
biçimlenmiş içeriği değişecektir. Bu, batıcılığa karşı doğuculuk refleksi
geliştirmeden, “doğu da batı da Allah’ındır” ayeti uyarınca gerçekleşecektir.
Bugün
Tunus’ta yeniden iki kişi, üzerine benzin döküp kendilerini ateşe vermiştir.
Devrimin ateşi ne Bin Ali tanır ne de Gannuşi’yi. “Tunus ile Libya birleşsin”
diyen Gannuşi için ölçüt ümmetin birliği değil, petro-dolarların birliğidir. Bu
birlik iradesi, önü sonu, belli oranda, sus payı niyetine, orta sınıfların
ağzına bir parmak bal çalmakla ilgilidir.
Teorik
olarak orta sınıflara bel bağlayan politik tutumlar, pratikte orta yolcu olmaya
mahkûmdurlar. Alttakilerin, mazlumların ahenksizliğinden korkanların bu yolu,
her daim çığlık atmak değil, gelecek balı yemek için ağzını açanların yoludur.
Aynı yoldan yürüyenlerin bunca zamandır “kemalist vesayet” eleştirisi yapıp,
eleştiri oklarını kitlelerin hep bir korumaya, vasiliğe muhtaç durumda
tutulması meselesine yöneltmemelerinin, onların sadece Allah’a güvenmelerini
sağlamamalarının nedeni buradadır. Ali Şeriati’nin dediği gibi, “bir kişinin
ideolojisi anlaşılmak isteniyorsa, onun nasıl para kazandığına” bakılmalıdır. O
“kemalist vesayet” eleştirisi yapanlar, “hamidist vesayet”e ya da Abdülhamit
ile Menderes’ten mürekkep bir karikatür olarak tayyibist vesayete alan açmak
için dil dökmektedirler.
Maddiyatla
ve güçle, imana ilişkin, Allah’a dönük, kimi imgeler üzerinden rabıta
kuranların kibri, siyaset alanının ana rengini tayin etmektedir. Kredi
kartlarıyla, şunla bunla, bir on yıl köle ve tutsak kılınan halkın maddiyata ve
güce dair tüm imge ve simgelere kolay alıcı olması sağlanmıştır. Reklâmlar, TV
dizileri, sohbetler, köşe yazıları, şarkılar bile, bunun içindir.
Has
Partililerin “Ak Parti gidecek, biz geleceğiz” diye şimdiden birilerini kendi
yedeğinde tutma gayreti içinde olmaları, bu kibrin ve şımarıklığın ürünüdür.
Ama kimi solun “devrim yapacağız da, işte bu din bize mani oluyor” demesi de
aynı ölçüde aptalcadır. Bu kibir ve şımarıklık, mevcut popüler kültürde prim
yapmaktadır. Bir yığın tarihsel yanılgı ve yanlışlarla dolu “Fetih 1453” gibi
bir yerli holivud yapımı karşısında yapılan ibadet, bunun eseridir.
Has
Parti, Ak Parti geleneğinin bir iç vicdanî eleştiri odağı olarak
örgütlenmektedir ve ona içredir. Genel olarak Ak Parti neye güveniyorsa, o da
oraya ve ona güvenmektedir. Burada gizli bir kibir ve üstünlük iddiası
mevzubahistir. Temel dert, sola ait ve solun mülkiyetinde olduğu düşünülen
kavramları ve pratikleri “gasp” etmektir. Amblemi Çark-Başak olan Türkiye İşçi
Partisi’ne öykünerek Hilâl-Başak’ı amblem olarak seçen Refah Partisi
geleneğinin henüz Menderes-Özal-Demirel hattı ile iğdiş edilmemiş kesimlerine
yakın durmakta ama bu söz konusu hat ne hikmetse(!) içerideki ilgili sol
yönelimi tasfiye etmek istemektedir. Has Parti, Ak Parti’ye açılan
kontenjandan, o alandaki güç imkânlarından ve fırsatlardan memnundur. Sırtında
yumurta küfesi olmadığı için de Ak Parti’yi soldan eleştirebilmektedir. Biçilen
rol budur. Ama pratik olarak buradaki mevcudiyetini idame ettirmesi mümkün
değildir. Kanser olduğu iddia edilen Tayyip Erdoğan siyasetten çekildiğinde
Numan Kurtulmuş’un ikame edilmemesi için herhangi bir neden de yoktur. Ama
bunun için Arap Baharı’nın gülü Ahmet Davutoğlu’nun yarışta geçilmesi
gerekecektir. Ya da bir senaryoya göre, ileride Ak Parti iki veya üçe
bölünecek, bu pastada kendisine düşen payla Has Parti yıldızının parlayacağı
güne nihayet ulaşacaktır. Ama bunun için de Numan Hoca’nın önceden bir
Washington ziyareti yapması icab edecektir. Bu icab, ahengi çığlıkla bozmaya
değil, çığlığı ahenkle boğmaya yazgılı olacaktır.
Özetle;
O’na aitsek ve dönüş sadece O’na ise, aidiyetin karşısına mülkiyeti, dönüşe
karşı ilerlemeyi çıkartanların kendi Müslümanlıklarını da sorgulamaları
gerekecektir. Bu kibir ve bu hükümle Müslümanların bir gecede liberal olmaları
ve (vasat) yollarını bulmaları mümkündür. Ama din sadece Allah’ın olacaksa,
diri diri toprağa gömülen kızları ve Ebubekir ile bir olan Bilâl’i unutmamak
şarttır.
Eren Balkır
9 Ocak 2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder