İkinci
Dünya Savaşı’nın dünya siyasetine ve sınıf savaşımının yaşandığı
politik-ideolojik zemine, kapitalist sınıfın kendi sınıfsal çıkarları ekseninde
daha fazla daralmayı ve çaresizliği taşıdığını tespit etmekle birlikte
yaşanılan gerilimin soğuk savaş kavramıyla açıklanan sürecin bileşenlerini ve
önemli dinamiklerini de anlamak gerekiyor: Truman Doktrini.
Çevre
halkada duran ülkelerin, özellikle önemli bir sınıf ve Marksist parti pratiği
olan Yunanistan ve sosyal-siyasal yaşayışında kendi iç dinamiklerinde yaşadığı
sıkışmaları dış yüzeye açıkça taşımaya başlayan Türkiye, bu doktrinin
merkezinde duruyordu. Mart 1947’de bu çalışma bütünüyle anti-komünist
örgütlenmeleri eyleme geçirmek amacıyla uygulandı. Marshall Planı (Truman’ın
Dışişleri Bakanı) ise Avrupa kapitalizmini SSCB’ye karşı güçlendirmek
istiyordu. Soğuk Savaş üst noktasına 1948’de Berlin Duvarı’nda ulaştı. Ardından
Yunanistan’da komünist güçler etkisizleştirildi. 47’de Fransa’da ve İtalya’da
komünistler hükümetten uzaklaştırıldılar. 49’da Almanya bölündü ve ardından
NATO kuruldu.
Yaşanan
bu süreç, savaştan güçsüz çıkan İngiltere’nin politik-ekonomik boşluğuna
ABD’nin yönelmesini getirdi. Anti-komünist örgütler, CIA-GLADIO-Kontrgerilla
üçlü suç şebekesinde merkezî disipline kavuşturuldu. Yerel siyasette kurtuluşun
ve hürriyetin karşısında duran her türlü gerici-faşist unsur, dolaylı-dolaysız,
bu şebekeye katıldı. Ortadoğu ve Akdeniz kuşağında ABD, dünya emperyalist
pazarındaki nüfuz artışına bağlı olarak, etki alanını genişletti. Kıbrıs, “uçak
gemisi” olarak, bölge siyasetinde ve ekonomisinde önemli bir yere
yerleştirildi.
1926
tarihiyle başlayan komünist etkinliğin, önce İngiliz emperyalizmi, savaş
sonrası ABD tarafından önü alınmaya çalışıldı. KKP-AKEL ve ona bağlı işçi
sendikası PEO (Tüm Kıbrıs İşçi Konfederasyonu), Türkiye-Yunanistan-Kıbrıs
üçgeninde oluşturulan kontrgerillanın hedefi hâline geldi. Kıbrıs’ta emekçi
halkın karşısına tek seçenek olarak ulusallığa kilitlenmiş pragmatist
politikalar çıkarıldı. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, Sovyetlerle yaşanan gerilimin
sonucunda, emperyalist politikalar yararına kuruldu. Makarios “Kızıl Papaz”
olarak yutturuldu; 70 sonunda CIA ajanı olduğu anlaşıldı.
1955,
ulusallığın ve kontrgerilla etkinliklerinin başladığı yıl. Provokatif
çalışmalar etkilerini gösterdi. Sınıfsal konumlanışın yarattığı farklılaşma
uçlara taşındı; Rum ve Türk halkları bu sayede birbirlerine karşı
kışkırtılabilir duruma getirildi. 58 yılında 148 kişi öldürüldü ve bu yaşanan
olaylar ardından PEO şu açıklamayı yaptı: “Birçok çevreden karşı eylemler ve
Türklere karşı bir ekonomik savaş açmak için çağrılar yapıldığını biliyoruz. Bu
karşı eylemlerin yapılmasını engellemeliyiz. Irksal nefretin alevlerini
körükleyecek her türlü intikamcı eylemi önlemeliyiz.”
Adadaki
sınıfsal ekonomik dağılım genelde Rumlar lehineydi. Türkler çoğunlukla küçük
üretim ve esnaflıkla uğraşmaktaydı. Bu yapısı, adadaki statükonun devamlılığı
lehinde bir eğilime neden oluyordu. Adadaki İngiliz egemenliğine karşı 1920’li
yıllardan beri süren mücadele dinamiğinde Türklerin katkısı sınırlıydı. Sınıf
hareketindeki bu tarz bir ulusal bölünme, doğal olarak, bazı boşluklara neden
oldu. Bu boşluklardan da, Yunanistan ve sonradan da Türkiye’nin ulusçu politik
manevralarından etkilenen belli sınıf dışı ve hatta anti-komünist güç odakları
istifade etti.
Sınıf
hareketinin bütünlüğü adına yukarıdaki açıklamayı yapan sendika önemli ölçüde
AKEL’in kontrolündeydi. Bahsi geçen boşluklar bu partinin ideolojik-politik
haritasında da gözlenmeye başlandı ve özellikle Kilise’nin etkisiyle şoven
fikirler parti içinde yuvalanmaya başladı.
1960’ta
kurulan Cumhuriyet sadece yaraların üzerini bir süre örttü. Sınıfsal mücadele
yerini şoven-milliyetçi bir çatışmaya bıraktı. PEO’nun yukarıdaki iyi niyetli
açıklaması bir işe yaramadı. Ülkedeki komünist hareketin ezilmesi amacıyla
çeşitli kontrgerilla örgütleri kurulmaya başlandı. Fazıl Küçük ve Rauf
Denktaş’ın başını çektiği ve sonradan Türk Mukavemet Teşkilatı’na dönüşen
VOLKAN bunların en önemlisiydi. (Bu örgütün iç savaş döneminde AKEL üyesi
Türkleri öldürdüğü bilinen bir gerçektir.)
F.
Küçük ve R. Denktaş, bölgeye dönük kontrgerilla faaliyetinin ada temsilcileri
statüsüyle çalışmalarını sürdürdü. Rumlarla yaşanan çatışmanın provoke edilmesi
için Lefkoşa’daki camiye bizzat Denktaş’ın ekibi bomba attı. Uzunca bir zaman
propaganda malzemesi olarak kullanılan ev baskını olayının da TMT tarafından
yapıldığı artık bilinmektedir. (Banyoda küvette ölü bulunan çocukların
görüntülendiği film)
Denktaş,
adada emperyalizmle işbirliği yapan şoven-milliyetçi bir liderdir. O,
emperyalizmin korkak ve sinsice ürettiği suç şebekelerinin esas
oğlanlarındandır. Söz konusu politikaların, sistemli ve disiplinli bir
çalışmayı öngerektiren ekonomik etkinliklerin güdümünde ilerlediğini
düşünürsek, yönetim kastında duran, bürokratından ideologuna herkesin mutlak
hâkim bir kimlik sunumu yaparak, onu örgütlü biçimde canlı tutan, belli bir
kişiliğin yaşam alanında belirleyici, etkin rollere sahip olması gerektiği söylenebilir.
Kırk yıldır Türkiye’de Demirel’in misyonu için de benzer notlar düşülebilir.
Bu
tip isimlerin tarih sahnesinden tasfiye edilmesi, bölgedeki siyasetin, o
siyasete dair alışkanlıkların kökten değiştiğinin bir göstergesidir. Denktaş ve
Demirel gibi örgüt elebaşlarının, suç örgütleri ile işbirliği içinde
çalışanların gündem dışına itilmesinin nedeni, sahneye asıl gerçek efendinin
çıkmaya başlamasıdır: ABD.
Kıbrıs
için söylenen sözlerin arka planında AB ve ABD’nin gölgesi ağır bir biçimde
hissedilmektedir. Adanın uçak gemisi olma misyonu farklı bir içerikle
sürdürülmek istenmektedir. Kıbrıs halkı ise İngiliz egemenliğinden çıktığını
zannederken, Yunanistan-Türkiye arasında çekiştirilmekte, tüm ülke siyasetini
buna endekslemektedir. Oysa ortada dönen oyun emperyalizmin bildik
senaryosudur. Ada halkı kolektif devrimci bir kavgayı örgütlememenin, (Küba
gibi) geriye dönüşsüz bir devrim sürecine yönelmemenin sancılarını bugün
yaşamaktadır.
Demirel
Türkiye için ne ise Denktaş da ada için odur. Her iki isim de tüm suç ve
günâhlarını ört bas etmek adına belli bir dönem cumhurbaşkanlığı payesiyle
ödüllendirilmiştir. Partileri küçülmüş, parçalanmıştır. Halk desteği olmadan
varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Kardeşini
banka sahibi yapan, özelleştirmeye karşı mücadelelerinde kendisinden yardım
isteyenlere “ben özelleştirmeciyim” diyen, zamanında ODTÜ öğrencilerinin
soruları karşısında “anti-komünist” olduğunu haykıran Demirel’in adadaki
izdüşümü Denktaş’tır. Benzer sözler onun ağzından da duyulur: o da sıkı bir
anti-komünisttir, kara para ve uyuşturucu trafiği içinde önemli bir role
sahiptir.
Denktaş,
yakın zamanda siyasî vizyonunu sunmuştur: “KKTC, Türkiye’nin finans merkezi
olacak!” Bu Hong Kong taklidi vizyon, TC’nin kara para ve uyuşturucu
trafiğinden pay almasına yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Kumarhanelere ve
pavyonlara vergi indirimi getiren Denktaş adada bu siyasetin yolunu çok önceden
açmıştır.
Susurluk
artığı polisleri, askerleri ve faşistleri adada paşalar gibi ağırlayan Denktaş,
bu sürecin önünde engel olacak her türlü pürüzü giderecek gerekli silâha ve
adama da sahiptir. Kutlu Adalı ile ifşa olunan kontrgerilla cinayetlerinin ucu
kaçınılmaz biçimde Denktaş’a bağlanmaktadır. O, ada halkına zulmeden orduya
sırtını yaslayarak, Mümtaz Soysal’dan aldığı hukukî destekle varlığını sürdürme
konusunda kararlıdır. Halkın tarım ürünlerini satmasını engelleyen, Türkiye’den
vergisiz, düşük fiyatlı ürünlerin ısrarla ülke içinde satılmasını sağlayan
asker orada sadece güvenlik amacıyla bulunmamaktadır.
12
Eylül öncesinde devrimcilere karşı örgütlenen komando kamplarının önemli bölümü
Kıbrıs’taydı. Kampların gizli komutanı da Denktaş’tı. Bugün aynı Denktaş, o gün
komando olan ve bugün mafya babasına, emniyet müdürüne, ülkü ocağı başkanına ve
kadın tacirine dönüşen kişilerin hamisidir.
Son
seçimlerde solun Denktaş karşıtı kampanyası, AB’ci bir hattın öne çıkmasıyla
kısır kalmıştır. Denktaş’ın siyasî etkisi kırılamamıştır. Sol, Denktaş’ın
koltuğuna oynamanın ve bu konuda Batıdan destek almanın sonuçlarına
katlanacaktır. Elli yıllık statüko Rum emekçi halkın olumlu ve iyi niyetli
tavrıyla buluşamadığından, kırılamamıştır.
Kıbrıs’taki
Türk Solu Denktaş’ın ve TC’nin katkılarıyla kurulmuş KKTC Devleti’ni gayri
meşru ilân etmelidir. Demokrasi mücadelesi değil, halkın demokrasi içi
mücadelesi önemli olabilir. Bu mücadele de demokrasi diye kurgulanan oyun
sahnesinin parçalanmasını gerektirir. Kıbrıs halkı seçimleri doğru siyasî
tutumla Denktaş-Denktaş karşıtı cephe olarak ikiye bölmüştür. Tam da üzerinde
durulması gereken husus da budur. Türk ve Rum halkı bu seçimlerin
gayrimeşruluğunu dayatmalı, ortak vatanda yaşamanın yollarını bugünden
zorlamalıydı. Sorun, bölgede değişen dengelere oynamak değil, kendi gücünü
ortaya koyup denge yaratabilmek ya da bu yapılamıyorsa dengeleri belli bir
dönem için bozabilmektir.
Kıbrıs’ta
uygulanan Batı kaynaklı siyasetin bir benzeri Kuzey Irak’ta da uygulanmaktadır.
Sol, oradaki Kürt aşiretlerinin çizgisine gelmemelidir. Adanın altın bir
tepside emperyalizme sunulması karşısında Rum emekçi halkıyla buluşmanın
araçlarını geliştirmelidir.
Sol,
genel olarak demokrasi denilen oyunun kurallarına gereğinden fazla güvenmiştir.
Bu büyük bir hatadır. Annan Planı çevresinde dönen tartışmalar demokrasinin
işleyişini de şekillendirmiştir.
Annan
Planı, adadaki statükonun kökten değişmesinin bir nedeni değil, sonucudur.
Solun bu ata oynaması, değişimin önemli bir unsuru olabilmesinin önünü
almıştır. Planda bahsi geçen konular, ada halkının yıllardan beri dillendirdiği
özlemlerin kabalaştırılmış bir hâlidir. Planın bu kadar vizyona taşınmış olması
aslında onun sorunların çözülmesi için değil, sorun yumağını daha da
karmaşıklaştırmak için üretildiğini gösterir. Sol bu gerçeği görememiştir. O,
plana bağlı kaldığında siyasî açıdan başarılı olacağını düşünmüştür. Hata tam
da buradadır.
Denktaş’ın
tasfiyesi süreci, Annan Planı’na bağlanmış siyaset nedeniyle gerçekleşmemiştir.
“Taksim-Enosis” siyasetinden bugünlere gelen Kıbrıs, “Annan-Annan karşıtlığı”na
kilitlenmiştir. Planı bugünde şekillendiren unsur, adadaki siyasî gelişmeler
iken, planın şekillendirdiği siyasî gelişmelere güvenilmiştir. Böylece, ne
Annan Planı ile ilgili gerçek bir adım atılabilmiş, ne de Denktaş gibi geçmişe
ait unsurların tasfiyesi gerçekleşmiştir. “Taksim-Enosis” tartışmasına bağlanan
Kıbrıs, ne Yunanistan’a ne de Türkiye’ye bağlanmıştır. Yine aynı şey olacaktır:
ne Annan planı uygulanacak ne de onun yandaşları başarılı olacaktır.
Kuzey
Irak ile ilgili benzerlik, adanın makûs talihidir. O, Ortadoğu’da kilit
noktadır. Adaya uçakla kumar oynamaya gelen İsraillilerin turizmde oynadıkları
rol ülkenin siyasetine de önemli etkilerde bulunacaktır.
Özetle
şu söylenebilir: Kıbrıs Türk Solu, Annan Planı ve Denktaş bloğu arasında
yaşanan gerilimin sonucunda ortay çıkan gelişmeleri kendi siyasî konumu ile
gerçek bağlar kurup örgütleyememiştir. Annan Planı’nın siyasî etkinliği ise bu
süreçte kendi iç zaafları ile daha fazla güç kazanarak çıkmıştır. O artık
Gordion Düğümü’nü çözecek İskender kılıcı payesine ulaşmıştır. Bu ilişkiler
içinde solun esamisi okunmamaktadır. Sol, ülkedeki siyasî gelişmelerle ilişki
kurduğu noktada yeniden kendi eliyle o bağı kesmiştir. Bundan sonra demokrasi
sahnesinde başrol Annan Planı ve Denktaş’ındır. Giderek Karagöz-Hacivat
diyaloglarına dönüşecek oyunda sol sadece seyredecektir. Denktaş’ın tasfiyesi
sürecini kendi eline alamadığından Annan Planı güçlü bir ağırlığa sahip olmuştur.
Annan Planı’nın siyasî ağırlığı ise solu parçalamıştır.
Toplumsal
muhalefet, Denktaş’ta özetleyeceği nefretini Annan Planı ile ilgili
tartışmalarda heba etmiştir. Tek bir ortak hedefe yönelecek emek ve çaba farklı
kanallara dağılmış, bu suretle, (en azından) Annan Planı ile ilgili siyasî
öncülük elde etme şansını da kaybetmiştir. Sonuçta, filler tepişmiş olan yine
çimenlere olmuştur!
Kerem Kamoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder