I
Günümüzde Mısır, Suriye ve Irak’taki devrimci akımlar
arasında ortak bir tema olarak kabul görmekte olan tekâfül-ü içtimaiye
kavramının hakikî köklerini Hz. Muhammed (s.a.v.) ve haleflerinde bulmak
mümkündür. Bu kavram, farklı üsluplarla, Müslümanlar arasında sosyal adaletin
hüküm sürmesi için yapılan çağrıyı ifade eder. Ancak muhtemelen en açık biçimi
Peygamber’i tanıyıp yeni Müslüman imparatorluğundaki sosyal değişimleri
yakından gözlemleme imkânı bulmuş Ebu Zerr Gıfari’de bulunur. Ebu Zerr,
özellikle Osman döneminde fetihler sonrası yoğunlaşan mal biriktirme sevdasını
şiddetle eleştirmiş bir isimdir.
O günden beri Arap Ortadoğu’su, sadece sosyal ve dinî
reformcuların çığlıklarını değil, ayrıca çeşitli çözüm yollarını da sürekli
davet etmiş bir alandır. Modern dönemlerde kimileri acil ve etkili sosyal
reformlar peşinde koşmuşlardır. Hepsi, laik olmamakla birlikte diğer çevreler
ise sosyalizmi bir çözüm olarak görmüşlerdir. Müslüman teolog, felsefeci ve
politik lider Cemaleddin Afgani batı sosyalizmini incelemiş ve İslamî
sosyalizmin (iştirakiye) daha iyi olduğuna kanaat getirmiştir. 1952 Mısır
devriminden iki yıl önce kaleme aldığı Tam da Buradan Başlıyoruz isimli
kitabında Halid Muhammed Halid, sosyalizm yolunun Mısır halkını sefaletin,
cehaletin, hastalığın ve bağımlılığın batağından kurtaracak yegâne sosyal
sistem olduğunu söylemiştir.
Sonraki dönemde, ilgili yeni ideolojinin sadece Mısır
değil, tüm Arap dünyasındaki Müslümanlara uygun biçimde yorumlanması temel
mesele hâline gelmiştir. Genel kanaate göre, Müslüman kitlelerin sosyalizmi
anlayıp kabullenmeleri için onun İslam ve otorite sahibi Müslüman din adamları
dolayımı ile takdim edilmesi gerekmektedir. Bu fikir, sadece din adamı
olmayanlar değil, çarpıcı biçimde, İslam ve İslamî öğretinin kalesi durumundaki
El-Ezher Üniversitesi’ne mensup âlimlerden de yaratıcı ürünlerin gelmesini koşullamıştır.
Daha çarpıcı olan ise İslamî sosyalizm ile ilgili
kitapların sayıca çoğalmasına ilaveten, sosyalizme alternatif olmayan ama
İslamî sosyalizmin ne anlama geldiğini kitlelere öğretebilmek için takdim
edilen bir anlayış olarak tekâfül-ü içtimaiye (karşılıklı sosyal sorumluluk)
denilen yeni fikriyatın doğuşudur.
Bugüne dek ilgili anlayışa dönük bir dizi çalışma
yapıldı; bu makalenin de amacı, batılı okurların ve doğu üzerine çalışan
akademyanın dikkatlerini bu anlayışa çekmek ve onun İslam ile sosyalizmi nasıl
ilişkilendirdiğini göstermektir. Çalışma boyunca ilgili kavramı dolaylı ya da
doğrudan ele alan teolojik ve laik bakış açılarına göre kaleme alınmış üç ayrı
makaleden istifade edilecektir.
Öncelikle Mısırlı otoritelerce övülen Mustafa
Sibai’nin İştirakiyyatü’l-İslam’ını ele alalım. Giriş kısmına ait bir
bölüm daha öncesinde Muslim World’de yayımlanan kitap, Ortaçağ süresince
Avrupa ile Müslüman dünyasını kıyaslar: “Yüksek bir hayat standardına sahip,
iyiliği içselleştirmiş, dayanışmayı ve tekâfül-ü içtimaiyeyi öne çıkartan bir
toplum”dan söz eden Sibai, ilgili kavramın izahı noktasında uzunca bölüm ayırır
kitabında ve sadece terim olarak İslam’ı izah etmekle kalmaz, ayrıca ilgili
kavramlara hükmeden Kur’an’a ve Hadis’e ait “yasalar”ı listeler. Sibai,
tekâfülün izahatına ilişkin şunları söyler:
“İçinde
yaşadıkları toplumda insanlar hayatın her aşamasında birbirlerine muhtaçtırlar.
Tıpkı bir ordu her bir askeri fizikî ve ahlâkî açıdan güçlü olmadıkça kudretli
olmadığı gibi, bütün olarak toplum da ancak her bir ferdin kudreti dolayımı ile
mükemmelliğe ve kemâliyete vakıf olabilir. Bir toplum, fertleri güçlü ise
güçlü, fertler mutlu ise mutludur.”
Modern dönemlerde dünya bu gerçeği idrak etmiş ve
toplumdaki bireyler arasında tekafül-ü içtimaiyenin oluşması için çağrıda
bulunmaya başlamıştır. Ancak ilgili çağrılar, mahrum çevrelerin yiyecek,
giyinme, barınma vb. ihtiyaçlarının giderilmesi ile sınırlı tutulmuştur. Oysa
İslam on dört yüz yıl öncesinde bu gerçeğin farkındaydı.
Onlarsız insanî saygınlığın ve saadetin tam manası ile
fiilîleşemeyeceği beş temel hakkı (yaşama hakkı, hürriyet hakkı, eğitim hakkı,
mülkiyet hakkı ve saygınlık hakkı) her bir yurttaşına bahşettikten sonra İslam,
beş haktan istifade edemeyenlerin içinde yaşadıkları koşullara bakar ve bu
haklardan faydalanılabilmesi için toplumu mesul kılar. Tekâfül-ü içtimaiyenin
İslamî sosyalizm içinde anlam kazanmasının sebebi budur.
Kendi sosyalizmi dâhilinde tekâfül-ü içtimaiye çağrısı
yapan İslam, basit anlamda yiyecek, barınma ya da giyinme ihtiyaçlarına işaret
etmez, temelde beş hakkı da ihtiva eden anlayışını kendince genişletir.
Böylelikle tekâfül-ü içtimaiye fikri, hayatın tüm maddî ve ahlâkî yönlerini
ihtiva eden bir hâl alır.
Sibai Kur’an’dan şu alıntıyı yapar: “Müminler
kardeştirler.” (49/10) ve devam eder:
“Her
toplumdaki fertlerin kardeşliğini ifade etmek fertler arasında sadece yemek
yemek, içmek ve bedensel ihtiyaçları gidermek değil, hayatın tüm ihtiyaçları
nazarında tekâfülün gerekli olduğunu söylemek demektir. İki kişi arasındaki
kardeşliğin kabulü, onlar arasındaki fikirler ve hisler, talepler ve
ihtiyaçlar, statü ve haysiyet gibi başlıklarda tekâfülün ve tedamünün
(dayanışma) kabulü anlamına gelir. Bu, İslamî sosyalizmdeki tekâfül-ü
içtimaiyenin temel hakikatidir.”
Ardından yazar, Kur’an’da dillendirildiği iddiasındaki
doğruluk ve dindarlığın bileşkesini irdeler ve bunların tekafül ile ilişkisini
izah eder. Doğrulukla ilgili gözlemlerini şu şekilde özetler:
“Doğruluk,
psikolojik, dogmatik ve ahlâkî faziletlerden müteşekkil bir anlama sahiptir. Bu
noktada Cenab-ı Allah şunları söyler: ‘Yüzlerinizi Batı’ya ya da Doğu’ya
çevirmek doğruluk değildir, doğruluk, Allah’a ve ahrete […] iman etmek ve
mallarınızı akrabalarınız, yetimler, yolda kalmışlar ve kefaretle köleleri
serbest bırakmak isteyenler için harcamaktır. […]”( 2/177).
Dindarlıkla ilgili olarak Sibai, on iki ayrı tarif
verir ve bu tariflerin her birini tekafül ile bağlantılandırır. Argümanını
desteklemek için Hadis’ten de örnekler sunar. Muhtemelen tekafül-ü içtimaiyenin
Hadis’teki en açık ifadesi, Peygamber’in şu sözlerindedir: “Kendisi için
sevilen şey kardeş için de sevilmedikçe kimse mümin olamaz.” “İnsan ekmeği,
eti, kıyafet ve ayakkabıyı sadece kendisi için sevebilir mi? Ayrıca onun
hayatı, ağırbaşlılığı, hürriyeti, eğitimi ve hayata saadet katan her şeyi
sevmesi de gerekmez mi?”
Yazar, toplumsal edebe bağlı, karşılıklı sorumluluktan
eğitime ve yaşam tarzına, tekafülüü maaşiye dek uzanan on ayrı tekafül-ü
içtimaiye türü sıralar. Ona göre, tekafül-ü maaşi, tekafül-ü içtimaiyeye
denktir, çünkü o insan haysiyetine uygun bir hayatın temini için gerekli
toplumsal sorumlulukla ilişkilidir.
Sibai, ayrıca kendisinin qawaninül tekafülü içtimai
(karşılıklı toplumsal sorumluluk yasaları) dediği bir mevzudan bahseder. Bu
yasalar iki kısımdır, ilki, tekafülü hak eden insan türlerini belirleyen İslamî
sosyalizmde mündemiç yasalarla, ikincisi ise bu insanlar için tekafülün
gerçekleşmesi noktasında gerekli malî kaynaklarla ilgilenir. İlk kategori
altında yazar, Kur’an’a ve Hadis’e dayanan yasaları listeler; bu yasalar,
misafirperverlik, yardım, paylaşım (müşereke), lütuf (maun), şahsî ve millî
acil durumlara müdahale etme gibi karşılıklı toplumsal sorumluluk meselelere
dönüktür. Tekafülün malî kaynakları ile ilgili olarak on iki yasadan bahseder:
zekât, nafaka, vakıf, vasiyetnameler, ganimet, dünyanın yeraltı zenginliği,
adak (nüzür), kefaret, kan bağışı (adahl), Ramazan sadakası, kamu hazinesi ve
yardımseverlik (yukarıdan yapılan ve zekâttan fazlasını ifade eden yardımlar
–kifaya). Sibai, tekafül ile ilgili bölümü şu şekilde sonuçlandırır:
“Sonuç
olarak tekafül-ü maaşinin gerçekleşmesi için yirmi dokuz yasa mevcuttur,
bunlar, hem insanın kendisinin hem de aile ve çocuklarının bugün ve gelecekte
güvenli hissetmelerini sağlar. Gördüğümüz üzere, bunların on ikisi tekafül-ü
maaşinin finanse edilmesi amacıyla, ilgili yasaların uygulanmasının güvence
altına alınması suretiyle belirlenmiştir. Bu yasaların dünyada başka bir
milletin yasa ve ilkelerinde örneklendiğine tanık olmuyoruz.”
İslamî tekafül anlayışını Avrupaî muadilleri ile
kıyaslayan Sibai, şu tespiti yapar:
“Batılı
milletler tekafül-ü içtimaiye üzerine düşündüklerinde ve komünistler meseleyi
kökünden çözmek istediklerinde bu, sınaî kalkınmanın basıncı, huzursuz işçi
sınıfı ile kitlelerin yayılması sonucu gerçekleşti. Esasında Avrupa, tüm kıtayı
mahveden 1929 ekonomik krizine dek işsizliğe karşı işçileri korumayı hiç
düşünmezken, İslam, herkesi kucaklayan tekafül-ü içtimaiye sistemini on üç
yüzyıl evvel âleme ilân ediyordu. İslam’ın doğduğu Arap coğrafyasında dini bu
türden bir sistemi ilân etmeye zorlayan herhangi bir ekonomik etmen de mevcut
değildi. İslam bu sistemi her türden sınıfî nefretten ya da zenginlerin
servetini intikam gayesi ile kontrol altında tutma niyetinden ötürü kurmadı.
Sistem, köklü bir insanî dürtünün ürünü değildi, o eksiksiz ve doğru bir
sistemdi.”
Sibai, ayrıca aile içi tekafülün gerekliliği üzerinde
durur:
“Günümüzde
Müslüman toplumundaki en açık gerçeklik, aile dayanışması ve bunun tüm yönleri
üzerinde hüküm süren işbirliği ruhudur. Oğul, babayı ve anneyi desteklemeyi
sürdürür; onların evinde, karısı ve çocukları ile birlikte yaşamalarına izin
verir. Ölene dek onlara hizmet eder. Bunu yapmayı dinî bir görev ve kendisini
Allah’a yakınlaştıran bir tür iş addeder. Aynı durumu ağabeyin kardeşlerini
desteklemesinde de görürüz, ağabey kardeşlerini yetiştirir, onları eğitir ve
evlendirir. O tüm hizmetleri almanın bir hak olduğunu bilir, yapılanlar
esasında kendi hesabına bir tür yardımlaşma faaliyeti olarak algılanmaz. O,
ayrıca akrabalarına karşı yükümlülüklerini getirir, fakir ya da engelli
durumuna düştüğü noktada, mahrumiyetin ve sefaletin tüm kötülüklerine karşı
onları korur. Bu, ailelerin parçalandığı batı medeniyetine nazaran, oldukça
dikkat çekici bir olgudur. Batıda baba oğul ve kızlarını, evlâtlar da
ebeveynlerini yaşlılıkta ve engelli durumuna düştüklerinde destekleme konusunda
isteksizdirler. Batılı bir insanın ailesi ve ebeveynleri ile birlikte
yaşadığını nadiren görürüz. Hiç şüphe yok ki Müslüman toplumunu niteleyen bu
olgu, İslamî sosyalizme ait izlerden biridir.”
II
Kısa zaman önce aynı konuya tahsis edilmiş bir kitap,
El-Ezher Hukuk Fakültesi’nden bir profesör tarafından kaleme alındı. İlk planda
yazar, tekafül-ü içtimaiyenin anlamını sorguluyor, ardından maddî toplum-ahlâkî
toplum karşıtlığı, dinin toplum üzerindeki etkileri, kamuoyu, toplumsal
ilişkiler ve İslam’daki kökleri, aile ve üyeleri arasındaki ilişkiler,
toplumlar ve üyeleri arasındaki ilişkiler, yöneten-yönetilen ilişkileri,
İslam’da ve kamuda insanî ilişkiler ve birey hakları gibi konular üzerinde duruyor.
Burada bizi ilgilendiren, tekafül-ü içtimaiye ile ilgili tartışmadır. Yazarın
tespitine göre, bu kavram ve tedamunül içtimaiye (toplumsal dayanışma) eş
anlama sahip iki farklı ifadedir:
“Bu
iki ifade arasındaki benzerlik, tekafül-ü içtimaiyeyi karşılıklı dayanışma
olarak tarif etmemizi sağlar. Burada dayanışma, topluma ait bireyler
arasındadır, birbirlerine karşı, hem maddî hem manevî planda, sorumlu
olduklarına dair bir inançları mevcuttur. Aynı zamanda toplumun üyelerinin tek
tek her birinin kardeşinin noksanlarını yüklendiğine ve bu noksanların kendi
yüzünden meydana geldiğine iman etmiş olması gerekir. Bir grup olarak onlar
eksiksizliğini ancak her bir bireyin kudreti ve saadeti üzerinden temin
edebilen bağlaşık bir güç teşkil ederler.”
İslam’ın tekafül-ü içtimaiyeye yüklediği anlam,
bireylerin grubun himayesi (kefala) altında olması zaruretidir.
Toplumdaki tüm insanî güçler maddî ve manevî şahsî çıkarları muhafaza etmek
amacıyla kaynaşmalı ve toplumsal yapıyı sağlam temeller üzerinde inşa
etmelidir. Dolayısıyla toplumun tüm üyeleri bireyin kudretinin muhafazası ile ilgili
zarurî tedbirler hususunda uzlaşma içinde olmalıdırlar ki toplumun dinamik
seyrinde yürüme imkânı bulabilsinler.
Yasama planında tekafül-ü içtimaiye farklı aşamalardan
geçmiştir. Tüm dünya, özellikle batı, zenginlerin gönüllü yardımları ile
sınırlı bir fikriyat içindedir genelde. Bunun dışında dinî liderler ve
reformcular, zenginleri fakirlere karşı müşfik olmaları için teşvik
etmişlerdir. Bu tavır, batının fakirlerin de toplumda kimi haklara sahip
oldukları fikrine ulaşmaya başladığı on dokuzuncu yüzyıla dek sürmüştür. Ancak
reformcular, bu tip hakların fakirleri besleme görevini üstlenmiş refah
toplumunun ve yerel örgütlerin bir işlevi olduğuna kanaat getirmişlerdir. On
dokuzuncu yüzyılın sonunda toplumsal reformcular refaha yoğunlaşmış, toplumsal
örgütlerin yeterli olmadığının ve bunların fakirlerin tüm ihtiyaçlarını
karşılamadıklarının farkına varmışlardır. Sonuç olarak tekafül-ü içtimaiye
devletin zarurî bir işlevi olarak görülmeye başlanmıştır.
Tekafül sistemini düzenlemeye başlayan ilk batılı ülke
Almanya’dır. Ancak 1883’te çıkartılan bu ilk yasa tekafülü düzenlemeye
yetmemiş, tüm mustazaf kesimler hariçte tutulmuşlardır. Yasanın uygulaması
aşamalı olmuş, ilk uygulamada iş kazalarına odaklanılmıştır. Sanayide,
ticarette ve tarımda çalışan işçiler için hastalığa ve yaşlılığa karşı
geliştirilen sigorta yasası 1889’da yürürlüğe girmiş, bu yasayı, maluliyet,
yaşlılık ve ölüm karşısında çalışanların sigortalanmasını öngören 1911 tarihli
yasa takip etmiştir. 1923’te Almanya’da maden işçilerinin maluliyet ve yaşlılık
karşısında sigortalanmasını öngören bir yasa daha çıkartılmıştır. Başlangıçta İngiltere
ve diğer ülkeler zorunlu tekafüle itiraz etmişler, ancak 1908’de önemli bir
kısmı bu uygulamayı benimsemişlerdir. 1933 itibariyle tekafül-ü içtimaiye,
ülkelerin önemli bir bölümünde, tüm sınıfların bir hakkı olarak kabul
görmüştür. […] Ancak bu ülkelerin ekseriyeti, tekafül yasalarında tespit edilen
hükümlerin aylık ve haftalık gelirin belirli bir kısmına katkı sunması yönünde
değişiklikler yapmıştır. 1935’te ABD yasama meclisi Toplumsal Güvenlik
Yasası’nı çıkartmış, yasa özellikle işsizlik ve yaşlılık gibi durumlar
karşısında bireyin hayatındaki sabit endişe kaynaklarını kurutmayı
hedeflemiştir.
Sonrasında, 1942’de, İngiltere’de Sör William
Beveridge tekafül-ü içtimaiyeyi, bireylerin olağan kazançları dışında,
işsizlik, hastalık, yaralanma, emeklilik, ölenin yakınlarına destek verilmesi
gibi başlıklara tahsis edilecek özel bir gelir temini olarak tarif etmiştir.
1945’te Fransız Hükümeti tekafül-ü içtimaiyeyi her bir
yurttaşının ve ailesinin hayatını makul ve saygın bir düzeyde sürdürmesi için
gerekli araçların güvence altına alınması olarak tarif etmiştir.
1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu İnsan Hakları
Beyannamesi’ni kabul etmiştir. Beyanname’nin 25. Maddesi tekafül-ü içtimaiyeyi
her bir bireyin makul bir yaşam standardına sahip olma hakkı olarak tarif eder.
İsviçre’de Sağlık Sigortası ve Yardımlaşma Kurumu
daimi komitesi başkanı Otto Schmidt, tekafül-ü içtimaiye ile ilgili izahı şu
şekildedir: “(O) yokluktan kurtulmaktır.”
Tüm bunlar, tekafül-ü içtimaiye ya da demalül
içtimaiyenin anlamını tüm açıklığı ile ortaya koymak noktasında kimi isimlerce
yapılmış tespitlerdir. Tüm bu tespitler, demalül içtimaiyenin (toplumsal
güvenlik) her bir kişinin ve ailesinin hayatını güvence altına alan, muhtaçlara
yardım eden sistemlerin toplumu olduğuna odaklanır. Tüm bunlar, modern
zamanlarda dünyanın özgül tekafül-ü içtimaiye sistemlerinin oluşturulmasına
dair ihtiyacın farkında olduğunu gösterir.
Elbette bu, toplumsal güvenlik sistemlerinin toplumsal
reformcular tarafından icat edildiği anlamına gelmiyor. Esasında ilgili
sistemlerin kökleri, bu sistemi on dört yüz yıl öncesinden bilen İslamî
öğretiye dek uzanıyor. İslam, kendi milletine ait tüm yapının bir üyesi olan
bireyin bir insan olarak sahip olduğu şerefi ve saadeti muhafaza eden kimi
yasalar belirlemeyi bilmiş bir dindir. Bu din, ilgili hakların pratikte halka
verilmesi noktasında toplumu sorumlu tutar.
Sibai ile benzer bir argümana başvuran Salim, kavramın
İslam medeniyetindeki anlamı ile sivil yasamadaki karşılığını kıyaslar. Bu
kıyas, görece daha geniş bir Müslüman cemaatine İslam’ı yorumlamaya çalışan
ikilinin fikrî zemininin ortak olduğunu gösterir.
1. Batılı ve komünist ülkeler tekafül-ü içtimaiyeyi
sanayideki gelişmelerin ve işçi sınıfı ile emekçi kitleler arasındaki
hoşnutsuzluğun yayılmasının yol açtığı basıncın bir sonucu olarak düşünmeye
başlamışlardır. Bu gelişmeler sonucunda Avrupa işçileri sigortalama yoluna
gitmiş ancak bunu ancak tüm kıtayı sefalete sürükleyen 1929 ekonomik krizi
ardından yapabilmiştir. Öte yandan İslam, Arap coğrafyasında kendisini mecbur
eden hiçbir ekonomik koşulun zorlaması olmaksızın, tekafül-ü içtimaiye
sistemini ta on dört yüzyıl önce tamamlamıştır. Ayrıca bu tekafülün
gerçekleşmesine sebep olan, ne sınıflar arası öfke ne de zenginliğe ve sefahate
karşı duyulan öfke içinde tüm serveti kamulaştırma arzusudur. İslamî tekafül,
dünyanın bilincine varmasından çok önce derin ve yaygın bir etkiye sahip olmuş
insanî bir meyilden başka bir şey değildir.
2. Yurttaşlık yasaları yiyecek, giyinme, barınma ve
hayatî ihtiyaçlarla sınırlıdır. Ancak İslam’da görece daha kapsayıcı olan bu
yasalar, hayatın tüm maddî ve manevî ihtiyaçlarını güvence altına alır, zira
şeriat her bir yurttaşa yaşama, hürriyet, eğitim ve mülkiyet gibi kimi hakları
verir.
Yazarın zekât ile ilgili tartışmasının özeti şu
şekildedir: zekât, zenginin ister nakit ister başka bir yolla, kendi
servetinden bir payı vermesidir. Bu mecburiyet aracılığıyla İslam’daki tedamun
(dayanışma) ile tekafül-ü maddî (karşılıklı maddî sorumluluk) talebi açık bir
nitelik arz eder. Bu, sahip olanlarla olmayanlar arasında daimi bir
işbirliğinin tesis edilmesi ve destek alanlarla destek verenler arasındaki
yardımlaşma ve sadakatin tohumlarını ekmek amacıyla İslam’ın yasalaştırdığı bir
toplumsal örgütlenmedir.
İslam, ne sınıflar arası derin uçurumlara ne de bir
sınıf açlıktan geberirken diğerinin lüks içinde yaşamasına izin verir. İslam,
eşitsizliğin hüküm sürdüğü toplumları kâfir addeder.
İslam’ın tasarladığı zekât, toplumu yıkımdan ve
israftan korur. Zekât, toplumu kapitalizme özgü mutlak bireycilikten ve
sömürüden, ayrıca o bireyi imha edip onu devletin refahı için köleleştiren
“komünizm”den uzak tutar.
Ardından yazar, dayanışmanın iki türü üzerine bir
tartışma yürütür: ahlâkî dayanışma ve maddî dayanışma. İkisi arasındaki kesişim
işbirliği ruhunu pekiştirir ve dikkatleri farklı yönelimleri birleştiren tek
bir öze çevirerek herkesin çıkarının hüküm sürmesini sağlar. Maddî dayanışma
planında İslam, zenginlerin görevinin fakirlere ve muhtaç durumdaki yakınlarına
yardım etmek olduğu hususunda ısrarcıdır. Belli bir bölgede ikamet eden
insanlar birbirlerini destekleyerek, işbirliği içinde yaşamalı, devlet hazinesi
yardıma muhtaç olanlara destek sunmalıdır. Başka bir deyişle, yazara göre tekafül-ü
içtimaiye, ailede, köyde ve tüm ülkede bütün olarak işleyen ahlâkî ve maddî
işbirliğidir.
Kitabın başka bir bölümünde yazar, yürüttüğü
tartışmada, materyalist ve ahlâkçı toplumları kıyaslar. Ahlâkçı toplumu sufizme
ve sufist eyleme dayanan, maddî arzuları reddeden ve ruhanî bir hayat tarzı
içinde yaşayan bir toplum olarak tarif eder. Ahlâkçı toplum, “kimsenin
tecrübesinin herhangi bir ölçüme ve kanıta ihtiyaç duymadığı bir yapıdır.” O,
bunun yerine, sükunetin ve emniyetin esas kaynağı olan manevî algılara ve
kalbin ilahi akışına tabidir.”
Materyalist toplum ise maddiyat için yanıp tutuşan ve
ona sahip olmaktan gurur duyan bir toplumdur. Bu türden bir toplum kapitalist
de olabilir komünist de. İslam’a göre kapitalizm, “ileriye doğru atılmış
muazzam bir adımdır, zira o üretim artışını sağlamış, iletişim araçlarını
geliştirmiş ve doğal kaynaklardan faydalanmayı bilmiştir. Ancak bu gayet göz
alıcı manzara kısa sürmüş, kişisel kazançlarının kölesi hâline gelen
kapitalistler zamanla dinleri ihmal etmişlerdir.” Diğer yandan İslam,
“tekelleri yasaklar. Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî’nin iddiasına göre, Hz.
Muhammed, ‘sömüren günahkârdır.’ buyurmuştur.”
İslam, komünizme kapitalizme yaklaştığı gibi yaklaşır.
Yazarın kanaatine göre, İslam ile komünizm arasındaki uçurum görece daha geniş
ve derindir, zira komünizm öğretisi İslamî öğretiye tümüyle muhaliftir.
Komünizm materyalist felsefeye dayanır ve ekonomi fikriyatı toplumun her şey
olduğunu söyler. Oysa İslamî öğreti bireye önem verir, bir yandan da onun
topluma karşı kimi mecburiyetlere sahip olduğunu iddia eder. Komünizm, ekonomik
faktörün toplumu işleten ve ilişkileri düzenleyen şey olduğunu söylerken, hayatın
ekonomiden ibaret olmadığını iddia eden İslam, ekonominin toplumsal meselelerin
çözümü noktasında yegâne araç olduğuna inanmaz. İslam manevî ve ahlâkî
değerlere vurgu yapar. Öte yandan komünizm bireysel mülkiyete inanmaz, oysa
İslam onu inkâr etmez ve onun hem birey hem de toplum için faydalı olabilmesi
için gerekli tüm hukukî araçları üretir.
Tüm bu tespitler üzerinden yazar, Müslüman toplumun
hem materyalist hem de ahlâkçı olması gerektiği sonucuna ulaşır. Zira İslam
ilahi olana imanla ilgilidir ve o hem ahlâkî hedefleri hem de genel insanî
çıkarları gözetir. Bu sebeple İslam reforma ilişkin ilkelerini insanî
gerçekliğin iki boyutu, beden ve ruh, üzerine tesis etmelidir.
Tekafül-ü içtimaiyeye ilişkin “dindar” bir bakış
açısını takdim ettikten sonra şimdi laik bir yorumu aktarabiliriz. İsmail
Mazhar tarafından kaleme alınan kitapçıkta ilgili kavram saf manada bilimsel
bir açıdan ele alınır. Mazhar, çalışmasına tekafülün izahatı ile başlar ve onu
insanlığın acizlikten yeterliliğe geçişi olarak tarif eder.
Bu değerlendirme dâhilinde yazar, “tekafül”
kelimesinin karşılığı olarak “simbiyosis” kelimesine başvurur. Canlı hayatta
tekafül, “bir mahlûkun başkasıyla karşılıklı ilişki içinde, bir arada
yaşamasını ve ortak çıkar paylaşımını” ifade eder.
Kapitalizm ve komünizmin gelişim süreçlerini özet
olarak ele aldıktan sonra Mazhar, her iki sistemin sosyal hayatın önemli bir
yönü olan birey hususunda yıkıcı olduğu sonucuna ulaşır. Birey toplum için
önemlidir, zira onun hürriyeti grubun gelişimini muhafaza eder; grup da birey
için önemlidir, ancak onun otoritesi bireyin toplum üzerindeki etkisini
kırmamalıdır. Dolayısıyla birey ile toplum arasındaki tekafüle dayalı olan ve
birinin diğerine karşı üstünlüğünü tanımaksızın, her ikisini bütünleştiren bir
sosyal sistemin öngörülmesi gerekir.
Ardından Mazhar, toplumun her kesiminin kendisini
destekçi olarak göreceği, karşılıklı sorumluluk fikrine dayalı bir sosyal
sistemin kurulup kurulamayacağı sorusunu sorar. Desteklenen sistem toplum
kesimleri arasındaki karşılıklı desteği, bütünsel bir birim olarak kendi bekası
için, verili yapısının desteklenmesi noktasında gerekli bir mesele hâline
getirecektir.
Büyük medeniyetlerin tarihine yönelik eleştirel
yaklaşımında Mazhar, insanın ileri doğru adımlar attığı gelişim aşamalarının
insanın kendi kültürü ile birlikte tekafül-ü içtimaiye sistemi doğrultusunda
ilerlediğini gösterdiği sonucuna ulaşır: "Eski zamanlarda ortaya çıkan
kültürler tekafül ruhunun hâkimiyetinin bir ürünüdürler, bu kültürlerdeki
dağılma ise tekafülün zayıflığının sonucudur.” Bu tespit, Mazhar’ı kendi
milliyetçilik tanımına götürür. Ona göre, milliyetçilik “bireye kendisini daha
onurlu hissettiren ve diğer toplumlar karşısında kendi toplumunda daha iyi bir
konuma sahip olduğunu düşündürten bir hissiyattır.” Komünizm fanatik
sosyalistler eliyle bireye zulmedilmesi ise kapitalizm de bireyin grup
üzerindeki hâkimiyetini ifade eder. Bu noktada Mazhar eşitliğin olumlu değerine
odaklanır. Eşitlik fikrini izah ederken müfadala (belirli insanların
diğerlerine nispeten farklı becerilere sahip olması) ve tefdil (doğal seçilme)
gibi bilimsel terimler kullanır. Komünistleri eşitliği yanlış yorumladıkları için
eleştirir. Canlılar dünyasında iki kişi, iki ağaç ya da iki çiçek dahi mutlak
eşitlikle malul değildir. Komünizm “eşitlik” diye yanlış bir anlayış üzerinden
zuhur etmişse de şurası kesin ki o nihayetinde tekafül sistemine doğru
ilerleyen bir geçiş dönemidir.
O vakit tekafül-ü içtimaiyenin başarısına engel olan
şeyler nelerdir? Mazhar altı ayrı engel sıralar:
1. Bireyin ya da grup çıkarlarının hâkimiyeti;
2. Sosyal parazitizm (“[…] hayatın gerekliliklerini
tükettiklerine eş değerde herhangi bir üretken çaba içinde olmadan temin etmeye
çalışan insan türleri.”)
3. Sosyal sistemlerin katılığı. (Yani değişmeyen
yasalarla hüküm süren kölelik);
4. Eşitsiz hayatî fırsatlar;
5. Tepkiler ve tepkiler arası uyumun çatışması. Kimi
insanların aşırı tepkiler geliştirip isyan etmesi, kimilerinin ise rahatlıkla
itiraz edebilecekleri, kendilerini kurtarabilecekleri koşullara teslim olup
uyum sağlaması;
6. Zıtların yakınlaşması. (Bu en iyi üst düzey
görevlilerle dinî kesimin işbirliğine giderek hürriyeti ve düşünceyi
bastırmalarında ifadesini bulur.)
Tekafül nasıl başarılı olacak? Mazhar’a göre,
tekafülün gerçekleşmesi için iki önemli dayanak gerekmektedir. İlki toplumun
ihtiyaçları lehine çalışan bir yasamanın oluşmasıdır. Sürecin yavaş işlemesine
engel olmak için bu türden bir yasama sırtını ne tirana yaslamalı ne onun
iradesinin bir ürünü olmalı ne de doğaüstü bir güce dayanmalıdır. Başka bir
deyişle hukuk sosyal iradenin bir ürünü olmalıdır. Bu, tekafüle ait bağların
birleştiği, toplumun dağılmasını engelleyen ana merkezdir.
İkinci dayanak, ahlâkî-idealist bir faaliyete işaret
eder. İzah noktasında Mazhar, İslam Devleti’nin ilk dönem tarihini ele alır:
“İslam’ın ilk aşamasında, yani Müslümanların devletin herkesin ortak malı,
dinin Allah için olduğuna inandıkları dönemde Müslüman Devlet iki büyük
imparatorluğu, Bizans ve Pers imparatorluklarını kısa sürede yıkabilmiştir.”
Bunun nedeni, ilgili devletin tekafül anlayışına dayalı bir devlet olması ve
“tüm Müslümanları her birine kendisinin devletin bir parçası olduğunu düşündürten
belli bir imanla birleştirmesidir. Bu devlet Müslüman’ındır ve İslam Allah’tan
başka hâkimi olmayan bir dindir.” Yeni devlet çürümeye başladığında ve tekafül
çözülüp toplumda despotlar hükmetmeye başladığında Müslüman devlet dağılıp
çökmüştür.
Yazı boyunca öne çıkartılan bu üç yazar, tekafül-ü
içtimaiyeyi izah edip çözümlemiş olmakla tekafülün ne türden bir toplumu
müdafaa ettiği meselesine açıklık getirmişlerdir. Madem tekafül-ü içtimaiye ya
da iştirakiye, sosyalist ideolojinin aslî ürünlerinden biri o vakit bunların
bir din olarak İslam tarafından idrak edilmesi gerekmektedir. Ayrıca bu noktada
sosyalizmin batıdaki gelişim sürecinde maruz kaldığı hıristiyan etkisi de
değerlendirilmelidir. Esas olarak bizim dikkat etmemiz gereken husus, dinle devletin
ayrılması meselesi olacaktır. Eğer Hristiyan batı devlet ve kiliseyi ayrıştırma
konusunda başarılı olmuşsa, İslam’ın bu işi aynı şekilde ama daha sınırlı bir
anlayış dâhilinde, en azından verili şartlar uyarınca yapması gerekecektir.
Bugün sosyalist Mısır’da yürürlükte olan, bir tür refah devletidir. Bu devlet,
hem seküler hem de İslamî argümanlara dayanmaktadır.
Sonuç olarak sosyalizm anlayışının Arap kültürüne
bütün olarak yabancı bir husus olmadığı üzerinde durulmalıdır. Asabiyye
(kabilecilik) ve aile Arap kültürel hayatına ait birer olgudur. Dahası
paylaşım, sadece İslam tarafından talep edilmemiş ayrıca Arap atasözleri,
hikâyeleri ve efsanelerince de savunulmuştur. Meselenin özü, yirminci yüzyılın
taleplerini karşılamak için İslam’ın yeniden yorumlanmasıdır.
Sami A. Hanna
[Kaynak: The Muslim World, Cilt: 59,
Sayı: 3-4, 1969, s. 275-286.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder