Marksist özgürlükçü projenin yaşadığı yenilgi,
radikal seküler evrenselciliğin sonunu getirdi. Bu yenilgi, iki uçlu sonuç
verdi: kimlik politikaları ve bunların farklılık üzerine kurulu postmodern
ideolojileri, batı demokrasilerinin meşrulaştırıcı motifi hâline geldiler, öte
yandan radikal politik İslam, seküler marksizmin sistem karşıtı sopasını ele
geçirdi, ama seküler demokrasi ya da hatta ulus-devletle birlikte varolan kimi
ayrıntılara karşı hiçbir saygı belirtisi göstermeksizin, bu sopayı bir tür
evrenselcilikle eğip büktü.[1] Bir tür "üçüncü yol" olarak takdim edilen, çelişkili bir seyre sahip olan, Hristiyanlığın yakın döneme ait edinimlerinin içeriğini, statükonun, seküler tikelciliğin (çokkültürcü
liberal “hoşgörü”nün) ve radikal dinî evrenselciliğin ortaklaşa yürüttüğü
kıskaç harekâtı teşkil
ediyor.
“Hıristiyanlığın komünizan edinimleri!” Bu tabir
karşısında meseleden bihaber olan birisinin vereceği ilk tepki, yalnızca
şaşırmak olacaktır. Bu noktada elbette şu “halkın afyonu” olan dine ne olduğunu
sormak gerekebilir, sadece bu da değil: hani marksistler, uzun süre marksizmin
bir din olmadığını, onun vesveselerden azade nesnel bir bilim olduğunu
söylüyorlardı?
Kafa karışıklığı pek de yersiz değil, ayrıca bu
türden bir kafa karışıklığı, marksizm ve komünizm arasındaki semantik ve
tarihsel göbek bağı ile doğrudan ilişkili: bu, esasen giderek kopmakta olan bir bağ .
Yani günümüzün birçok komünist teorisyeni, köken olarak yirminci yüzyılın
marksist hareketlerine dayanıyor ve önemli bir bölümü ise bugünlerde marksizmle
komünizmi ayrıştırmak için çabalıyor.[2] Bunların ortak kanaati şu: “Eğer
marksizm terk edilecekse, komünizm, isim olarak muhafaza edilmelidir.”
Önümüzdeki günlerde Birkbeck Üniversitesi’nde Komünizm Fikri Üzerine ismi altında
düzenlenecek konferans (Mart 2009), belli bir sapmanın işaretlerini de veriyor:
“Katılımcıların farklı teorik yaklaşımları mevcut ise de genel kabul gören tez,
‘komünizm’e ismen sadık olunması gerektiğini söylüyor. Bu isim, faaliyetimize
rehber olarak iş görme kudretine sahiptir ve ayrıca o, solu da ihtiva eden
yirminci yüzyıla ait felâketleri ifşa etme imkânı veren bir araçtır.”
Demek ki komünizm, kurtarılması gereken bir
isimdir; konferans katılımcılarından Michael Hardt ve Slavoj Žižek gibi kişiler
arasındaki teorik ve politik derin uçurumun da işaret ettiği üzere, bu,
komünizmi yeniden biçimlendirecek, sınırlı marksist bağlamdan onu kurtarıp
Fransız Devrimi’nden günümüzde giderek zayıflayan küreselleşme karşıtı
harekete, hatta daha tartışmalı bir tavır içinde, Aziz Paul damgalı dönek
Hıristiyanlığa kadar her şeyi potansiyel olarak kapsayabilecektir.
Ancak eğer bu noktada duracak olurlarsa, Aziz
Paul’un hikâyesi, bir grup mümin tarafından statükodan kopuş denemelerinden
ibaret bir hâl alacaktır. Bu soykütüğü, muhtemelen Musa’dan Muhammed’e, oradan
Thomas Münzer’e bir dizi dinî simayı da ihtiva edecektir. Böylesi bir çerçeveye
oturtulmuş bir komünizm, yalnızca komünal dayanışmanın şiddetli isyanına işaret
edebilir; fiilî gerçek tarafından gerici biçimlerinden ayrıştırıldığı takdirde
bu dayanışma, verili toplumsal formasyon içindeki ayrışmayı tetikleyecek
nitelikte, özünde yeni olan, evrensel bir kategoriyi bağrında taşıyor. Eğer
sözkonusu teorisyenlerce tartışılmakta olan bu kimi şiddetli yönlere sahip komünizm
fikriyatı somutlaşacak olursa, postmarksizmin tüm programı baştan çıkarıcı bir
hasislikle karşılanacak, marksist olmayan komünizm ile postmarksist komünizm
arasındaki mesafe giderek daralacaktır.
Komünizm ve dinler arası farklılıklara yönelik
çokkültürcü saygının korunması mümkündür, ayrıca bu türden bir saygı, her
ikisinin intizamlı bir konuma yerleştirilmesi konusunda bizi ikna da edebilir.
Ancak sorunlar, tam da bu noktada başlar. Zira birçok teorisyen, ilgili noktada
kalmayıp, yollarına devam eder. Aziz Paul’un tarihsel köken dâhilinde bir isim
olarak mevcudiyeti bir emsal olmanın ötesine geçer ve onun gerçekte komünizmin
ilk kategorilerini kurduğu iddia edilir. Alain Badiou (2003), daha da ileri
giderek, Paul’un evrenselciliğin kurucusu olduğunu söyler. Hıristiyanlık ve
Aziz Paul, komünizmin yanlış türü ile doğru türü arasındaki ayıraç durumuna
gelir.
Tüm bu meseleler, bizi başladığımız noktaya geri
götürür: nihaî bir ayrıştırma niyeti ile asla kesilemeyecek olan marksizm ile
komünizm arasındaki göbek bağına. Bu gerçeğe bağlı olarak, Paulcu komünizmdeki
evrenselciliğin yeri marksist “iman”ın merkezindeki sürekli yinelenen açmazı
anımsatır, yani evrenselciliğin asla kendisi ile özdeş olamayacağı gerçeğini.
Tikel namevcutsa, evrensel manasızdır; evrenselin tesisi, daima tikel olan
Öteki’sinin inkârını önvarsayar. Misal, marksizmde burjuvazi, işçi sınıfı
evrenselciliğinin vücut bulmasında esaslı bir role sahiptir, ama öte yandan da
burjuva sınıfının devrim sonrası konumu daima müphemdir. Burjuva sınıfının tedricen
yok olacağını söyleyen fikir, Rusya’daki devlet sınıfının zuhuru, Mao’nun
Kültür Devrimi’nde “gerici” burjuvaziye yönelik tasfiyeler ve Pol Pot’un ilgili
sınıfın tümden imhasını mecbur kılan mutlakçı mantığı aracılığıyla
manasızlaşmıştır. Marksizm, gerçek manada burjuva Öteki’si ile asla uzlaşmamış,
anarşist evrenselcilik de marksizmin hasım Öteki’si olmuştur. Anarşizm,
marksizmin ruhunu çok ötelere alıp götürmüş bir öğretidir; öyle ki Marx’ın
Bakunin’i Birinci Enternasyonal’den[3] kovması, ayrıca Lenin tarafından onun
felsefede açık ve güncel bir tehlike olarak görülmesi gibi herkesin malumu olan
iki örnek üzerinden düşünüldüğünde, anarşizmin sık aralıklarla ezilmesi
gerekmiştir.
Marksist evrenselcilik adına Pol Pot ve benzeri
örneklerde cisimleşen vahşet, marksist-komünist devrimci hareketin çöküşünü
izah etmekten uzaktır (Jayatilleka 2007), ayrıca bu hareket, Alan Badiou,
Antonio Negri ve sınırlı ölçüde Slavoj Žižek tarafından terk edilmiştir. Böyle
olsa bile gene de başa belâ olan soru şudur: evrenselciliğin üçlü yapısı,
Hıristiyanlığın yeniden, ama bu sefer komünist manada ediniminde kendini tekrar
ediyor mu etmiyor mu? Paralel bir mantık, şu örnekte açık hâle gelecektir:
Judaik imandaki tikelcilik (Ahit yalnızca Yahudilere vahyolunmuştur) belli bir
manayı haiz olabilme noktasında Aziz Paul’un evrenselciliği için zaruridir,
ancak Judaik tikelcilik, her daim onlara yönelik zulmün kılıfı olagelmiştir,
tıpkı komünist devrim sonrası burjuvazinin güçsüzleşip kaybolmasında olduğu
gibi. Dolayısıyla, başka yerlerde de ifade edildiği üzere (Depoortere 2008;
Kirsch 2008), Hıristiyanlığın şiddete dayalı, müsamahasız evrenselciliğinin
kıymetlenme sürecinde Judaik imanın durumu için potansiyel manada rahatsız
edici kimi sonuçların ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. Bu çerçeve dâhilinde
Yahudilerin mevcut sürekliliği, resmî manada Hıristiyanlık tarafından
başlatılmış olan özgürlükçü projeyi terk etmeye yönelik inatçı bir itiraz
olarak görülebilir ve bu da her türden evrenselci arzuya karşı hissî bir şantaj
aygıtı ya da aşılmaz bir engel olarak algılanabilir: misal, İsrail devleti,
solun yardıma çağırma noktasında her daim atik davrandığı sembolik bir
örnektir.
Paralel mantığı daha ilerilere götürdüğümüzde şu
soru sorulabilir: eğer anarşizm, marksizmin hasmı ise İslam da Hıristiyanlığın
mı hasmıdır? Geçmişten kopuşu dillendiren evrensel, tektanrıcı bir iman olarak
İslam, Arap Yarımadası’ndaki çoktanrılı kabileleri inkâr ederken, Hıristiyanlık
da Judaik münhasırlığı inkâr eder.
Bu delikten içeriye girildiği vakit, tavşandan
daha derine atlamak gerek: giderek marksizmin yüzyıl boyunca ezmeye gayret
ettiği anarşizme benzemekte olan marksizm dışı komünizmin merkezinde acı bir
ironi mevcut değil mi ve ayrıca yeni komünist proje (özgürlükçü Üstinsan), her türden bayrağı reddedip İslam’ın
bayrağı altında toplaşan İslamcıya fazlasıyla benzemiyor mu?
Hardt ve Negri’nin de kabul ettiği biçimiyle:
“İran Devrimi’ni ilk postmodernist devrim olarak düşünebiliriz.” Fakat bu
düşünme biçimi, ancak ilgili devrimin “dünya pazarına yönelik güçlü bir itiraz”
olabildiği ölçüde mümkündür. (2000: 149) Yani ancak devrimin marksist ölçü
dâhilinde kabullenilebilir olan kısmını ayrıştırıp İslamî içeriğini görmezden
geldiğimizde. Marksizmin anarşizmi bastırması gibi, Aziz Paul’un temelli
kopuşuna odaklanmak da Hıristiyanlığın evrenselciliğin tarihindeki biricik
konumunu sürdürmek adına İslam’ı inkâr etme gayretine sırtını yaslar.
Ash Sharma’nın da tarif ettiği üzere, yakın
zamanda düzenlenen diyalektik materyalistler konferansındaki genel ruh hâli şu
şekildedir: “İlk kez Ali Alizade, İran Devrimi’ni bir Olay olarak formüle etmeye
çalışmış, böylelikle Hıristiyan hegemonyasına ait kendinden emin tespitlere
kafa tutmuştur. […] Konuyla ilgili aslî tespit, İslam ya da bir başka dinin
değil, sadece Hıristiyanlığın modern evrenselliği temin ettiğini
söylemektedir.” (2007: sayfa numarası belirtilmemiş) Demek ki Hıristiyanlığın
evrenselciliğinden hayli uzak durduğu
için reddedilen, sadece Yahudilik değildir, İslam da yeni komünizm fikriyatına
ait ufka hayli yakın durma ihtimali
dolayısıyla göz ardı edilmektedir.
Her ne kadar tartışma için can alıcı bir öneme
sahip olsa da şimdilik Hıristiyanlık ve Yahudilik meselesinde kalalım ve İslam
ile ilgili tartışmayı çalışmanın II. Bölüm’üne bırakalım. [International Journal of Zizek Studies, Cilt: 3. 2]
Jacob Taubes, Giorgio Agamben, Slavoj Žižek ve
Alain Badiou gibi teorisyenlerden Aziz Paul’a yönelik son zamanlarda önemli bir
ilginin olduğu görülse de burada Žižek ve Badiou üzerinde durulacak.
Her iki yazar da Hıristiyanlığın komünizmin temel
öğretilerine en yakın din olduğu iddiasındadır. Ortak bir politik projeyi
paylaşmasalar da ikili, Paulcu sevgiyi diriltip, onu en üst mevkie yerleştirme
noktasında ittifak hâlindedir.
Her daim izah ettiği üzere Žižek, amacının Alman
idealizmini, özelde Hegel’i radikal felsefenin merkezine yeniden yerleştirmek
olduğunu söylüyor. Diğer yandan Badiou ise, Hegel’i baş düşman olarak takdim
ederken, Oluş ve Olay’dan Dünyaların Mantığı isimli çalışmasına
uzanan bir mantık mevcut ise eğer, amacının Hegel’in tüm sistemini kendi
sistemine ikame etmek olduğu görülüyor: Cohen’in “zorlama” teoremi ile yaptığı
kısa devreyle birleştirdiği ontoloji ile (Oluş’la) ontik’in (Olay’ın) eş
olmayan kimliği üzerinde temellendirilmiş bir sistemdir bu.
Bu açık tezada rağmen, gene de diyalektik/olay
ikilemine ilişkin iki ayrı şerh düşmek mümkündür:
1. Her iki sistem de evrensel
kavramı hususunda ortaklaşır;
2. ikisi de Hıristiyanlığın evrensel olay’ına iki
farklı yoldan ulaşır. Hegel’e yönelik sadakatini muhafaza eden Žižek’e göre
öncelik verilen, İsa’nın ölümü (olumsuzlama momenti) iken, Badiou’ye göre,
Paul’da özel bir odaklanma gayretine mazhar olan ve onun ihtida etmesi olay’ına
yol açan (olay’ın saf olumlaması), yani İsa’nın yeniden dirilişidir.
Muhtemelen
buna üçüncü bir şerh düşülebilir: Žižek’in Hegel’ciliği, büyük ölçüde gayrı
kitabîdir. Yaptığı açık formülasyon, genel manada Freud ve Lacan üzerinden ya
da tersten yapılan bir okumanın sonucudur. Her ne kadar Žižek ile Baidou
arasındaki diyalektik/olay ile çarmıha gerilme/yeniden diriliş ikilemleri
üzerinden yaşanan ayrışmayı önemsizleştirmese de bu açıklık, aşırı derecede
kesinlikçi tarihî-teolojik okumalara son verecektir. Žižek’te, az çok Baidou’de
bulunması mümkün olan, evrenselin sabit olmayışına ve onun bir temel teşkil
etmediğine ilişkin belli bir fikir mevcuttur. Bundan ziyade onda, olma eylemi
hâkimdir. Ayrıca bu, ebedî bir determinizm biçimi olarak tarihin ağır
mürekkebine daldırılmış bir şey de değildir.
Ancak daha önce de tartıştığımız üzere, bu, ilgili
yazarlarda tam da bulamadığımız noktadır.
Beklentilere karşın Hıristiyanlık, evrenselciliğin temeli olur.
Dolayısıyla bu makalenin amacı, Avrupa-merkezci Hıristiyanlıkları ya da
antisemitizmle ya da İslamofobi hakkındaki yersiz ve dağınık tespitleri
yüzünden ilgili yazarları eleştirmekten ziyade, temelli, her türden
evrenselcilik fikrinin içindeki yarılmanın meselenin kökeninde yattığını
göstermektir; mesele, evrenselin temelinin, gerçekte sabit bir yüklemi elde
tutan sabit bir nesneye, bu noktada Hıristiyan evrenselciliğine, uyarlanmasıdır.
Theoretical
Writings’te [Teorik Yazılar] Badiou şunu
söyler: “Hiç, nesne biçimi kazandığı takdirde, evrensel olarak mevcut olur.”
(2006: s. 145) Yani Paul’un evrenselciliği hariç, hiç, Baidou’nün sistemindeki
ontolojik öğretilerle bu görece daha fazla dolaysız olan politik-teolojik
müdahale arasındaki derin tutarsızlığa işaret eder. Özel kimi temellere işaret
etmek suretiyle farklı ontolojik sistemleri benimsese bile bence Žižek ve
Badiou, Hıristiyanlığın dünya tarihinin gelişim sürecindeki rolüyle ilgili aynı
hikâyeyi bıkmadan anlatan o eski ve kapalı Hegelciliğin[4] gölgesinden
kurtulamamaktadır.
Nihaî olarak, meseleye girişmezden önce, eski kimi
bilgilere şöyle bir değinmekte fayda var. Bu noktada özet bir biyografi takdimi
yapılabilir: Aziz Paul, M.S. 2 ile 5 yılları arasında bir Roma vatandaşı olarak
dünyaya gelmiştir. O, Hıristiyanlara yönelik zulüm siyasetine katılmış Farisi
bir Yahudi’dir. Otuz yaşındayken, Şam’a doğru seyreden yolculuğu esnasında,
Hıristiyanlığa ihtida etmiştir. O günden sonra bilinen dünyayı gezip yaşadığı
dönem için çığır açıcı nitelikteki, İsa’nın yeniden dirildiğine ilişkin mesajı
her yana ulaştırmıştır. Mevcut nizamı geçersiz addetmiş ve sadece şahsî imana
sırtını yaslayan yeni bir nizam önermiş, yeniden diriliş olayına dönük tedavül
dışı bir inancın ötesindeki herhangi bir İsa öğretisine ya da mucizeye başvurma
gereği duymamıştır.
Bu hikâyeye yapılan müracaat, komünist teorisyenler
için fazlasıyla açıktır. Ancak tam da anlam belirsizliklerinin başladığı yer,
Paul’un eyleminin bugüne aktarımındaki yöntemdir. Mesele şudur: Paul’un
ediniminin yol açtığı sonuçlar belirginleştiği noktada, Paul’un eylemlerini
tamamıyla ilham veren bir alegori ya da diyalektik açıdan içerilmiş bir bölüm
olarak görüp onları komünist evrenselciliğin temeli kabul etmemiz, bu iki
felsefenin tarih ile ilişkisinin
Hegel’in tarih felsefesinden tümüyle kurtulup kurtulamamasına bağlıdır. Başka
bir açıdan şu soru da yöneltilebilir: bu laik edinimler, bizi Hıristiyanlığın
“Mutlak din” olduğunu papağan misali tekrar edip durmaktan alıkoyar mı?
Dolayısıyla, izahatını II. Bölüm’e bırakarak, ikinci bir soru daha eklenebilir:
bu tip edinimler, özgürlükçü bir İslam’ın ortaya çıkış imkânlarını da ortadan
kaldırmaz mı?
İsyan
İçin Bir İşmar
Bir kez daha tekrarlamakta fayda var: tartışılan
teorisyenlerin İsa’nın sözlerini sosyalizm olarak ele alan Perulu rahip Gustavo
Gutierrez türünden bir kurtuluş teolojisini müdafaa etmedikleri gayet açık.
Paul’a yönelik müracaatın, belirli bir meylin müdafaası olarak tarif edilmesi
mümkün. Statükonun şiddetle parçalanmasına dönük tüm inancı temize çıkarmak
isteyen liberal-çokkültürcü tarikatların müdafaacı bir tedbiridir bu. Günümüzde
Hıristiyanlığın, “diğer yanağını çevirmek”, “tüm insanlığa iyi niyetle
yaklaşmak” gibi sıradan gündelik hayata ait kuralları, evanjelik harekete ait
“yolunu kaybetmiş bir dünyada kullanılan demode bir ahlâkî pusula” veya “aile
değerleri” türünden tabirler, liberal-çokkültürcü dünyada “tüm yobazlığın ve
kadın düşmanlığının kökeni” ve “sömürgeci insanseviciliğinin mantığı” olduğuna
ilişkin tespitler ışığında algılanması (Douzinas 2007), Paul’un komünist manada
müdafaa edilmesini sezgisel düzlemde cazip ve parçalayıcı bir işmar hâline
sokmaktadır.
Badiou ve Žižek, ilgili işmara farklı açılardan
yaklaşır, fakat belli bir düzlemde her iki yaklaşım ortak bir itki ile
birleşir. Badiou’ye göre, Aziz Paul verili politik hâlsizlik döneminden ilham
almamızı sağlayacak militanın arketipi iken, Žižek, buna bir ek yaparak, Yeni
Çağcılığın ve Budizmin Batı kültüründeki ürkütücü etkilerine karşı
tektanrıcılığın ahlâkî bir zorunluluk olduğunu söyler. İkilinin birleştiği yer
ise inancın eyleme geçmesidir. Paul, İsa’nın yeniden dirilişine dönük imanı
aklîleştirme noktasında Grek felsefecilerini takip etmediği gibi, iki teorisyen
de günümüzdeki solcu militanın politik tercihlere ilişkin önemsiz ayrıntılara
kafa yorma oyununa dalıp kendi konumunun doğrusu yanlışını iktisadî manada
tartmaması gerektiğine işaret eder. Başka bir deyişle ikili, eyleme ve
mucizelerin gerçekleşeceğine inanmayı vazeder.
St.
Paul: The Foundation of Universalism [Aziz
Paul: Evrenselciliğin Temeli] isimli eserinde Badiou, elindeki tüm iskambil
kâğıtlarını masaya açar: “Günümüzde yeni bir militan figürü konusunda kapsamlı
bir araştırmaya tanık olunmaktadır; böylesi bir figürün mümkün olduğunu inkâr
etme noktasına varsa da ilgili araştırma, yeni militan tipinin Lenin ve
bolşeviklerce yüzyılın başlarında kurgulanan parti militanının varisi olacağını
öngörmektedir.” (2003: s. 2)
Açıklayıcı bir gayretle şu söylenebilir:
Badiou’nün Paul edinimi, günümüzde komünist, devrimci öznenin yokluğunca
koşullanır. Bu eksiklik, kadın ve eşcinsellik vb. türünden kimlik siyaseti
güden hareketlerin hâkimiyeti ile ilişkilidir. Bu hareketler, görece üst bir
kapitalizm eleştirisine girişmemekte ve/ya birinin diğerine nispetle, tüm bu
ilişkileri yapılandıran toplumsal nizamla ilgilenmemektedirler.
Demek ki Paul’un hikâyesi, tikelden doğan evrensel
kopuşa ilişkin mükemmel bir olay incelemesidir. Baidou, ilgili meseleyi şu
şekilde izah eder:
“Bu kimlikçi ve cemaatçi
kategorilerin hakikat usulleriyle, misal, politik usullerle ne yapmaları
gerektiğini bilmeleri ile ilgili bir meseledir. Bizim cevabımız şudur:
sözkonusu kategoriler, hiçbir hakikatin en incesinden herhangi bir devamlılık
şansının ve özündeki ebedîliği artırma imkânının olmadığı bir tür kusurla
süreçten azade olmalıdırlar.” (A.g.e., s. 11.)
Baidou’nün Paul okuması, öznenin yeniden doğumuna
ilişkin arzuda merkezîleşmiş, polemiksel bir tür meşguliyet ve evrensel
bağlanma biçimi bir hakikat usulünde katılaştığı ölçüde böylesi bir öznenin
ilgili bağlanmaya göre nasıl iş göreceğine dair bir ifşaattır. Aynı şekilde
Badiou’nün “sadakat” olarak yorumladığı bu bağlanma, Hıristiyanlık analizinde de
devrededir. Varlık ve Olay boyunca, Badiou’nün geri dönüp başvurduğu istikrarlı
birkaç somut örnekten biri olarak İsa-olayı önemli bir rol oynar. Özellikle bu,
yaptığı analiz açmaza düştüğü noktada gerçekleşir. Özne ve onun olayla ilişkisi
hususunda Badiou Dünyalar Mantığı’ndaki
analizini önceden haber verir:
“Hakikatte bu, felsefeye
kalmış bir meseledir […] Her daim mesele, ebedî sadakatin kurallarının olaya
ait din değiştirme gayretinden devşirilip devşirilemeyeceğini
bilmektir.” (2006: s. 239)
Bu çözüme kavuşturulmamış soru, Hıristiyanlık ve “İsa-olayının,
kimi ayrıntılar dâhilinde, Kilise örgütlenmesi tarafından belirlenip
belirlenmediğine ilişkin bitmek tükenmek bilmeyen münakaşalar” (A.g.e.: s. 238) bağlamında örnek olarak
verilir. Paul’un önemi, Badiou’nün sistemindeki görece daha kapsamlı felsefî
kimlikten kaynaklanır, ona göre, “müdahale ile sadakat arasında hiçbir ilişki
olmadığı varsayılacak olursa, bizler, bağlantıyı sağlayan uygulayıcının gerçekte
ikinci bir olay olarak zuhur etmesi gerekeceğini kabullenmek zorunda kalırız.”
(A.g.e.: s. 239)
Başka bir ifadeyle, Badiou’nün huzursuz teorik
döngüsü, onun sisteminde belirgin bir yarığın mevcut olduğunu gösterir; en
azından Varlık ve Olay’ın kaleme
alındığı dönemde aşikâr olan bu yarık, öznelerin sadakatine ait yapı ile olayın
mekânı, yani olayın ortaya çıktığı durumun anlaşılması arasındadır. Bu sebeple, Badiou’nün varsayımına göre, ilkinden tümüyle ayrık olan “ikinci olay” genel
sorunsalı çözer. Burada Paul’un önemini idrak etmiş oluyoruz: İsa’nın mürit
çevresi dışından gelen tek havari olarak Paul, militan bir bağlanma ile duruma
ait kimlikçi ve tikelci yükten (yani bir Yahudi olarak İsa’dan) kolaylıkla
kurtulmayı bilmiştir, bunun nedeni, gerçekte Paul’un esasında orada bile
olmamasıdır.
Evrenselden ayrışmadaki yakın ilişki meselesinde
Lenin de paralel bir değerlendirmede bulunur: Marx’ı hiç bilmeyen, ama onun
teorik keşfine ait olayı gerçekleştirmenin yükünü sırtlanan bir insan da ilgili
teoriyi pratiğe dökebilir. En gevşek manada, eğer Badiou’nün analizinden bir
ahlâk çıkacaksa bu, günümüzde yeniden sahne alması muhtemel öznenin kişisel
düzlemde angaje olduğu olaya ait mekân bağlamında olması gerektiğini
söylemeyen, öznenin ilgili olaya ve onun evrensel sonuçlarına kayıtsız şartsız
sadakat göstermesini telkin eden bir ahlâktır.
Günümüzden bir örnekle söylenenleri izah etmek
mümkün: İsrail’in 2008 sonu ve 2009 başında Gazze’ye yönelik kuşatma harekâtına
karşı kampanya yürüten bir eylemci, zamanla tek devletli çözüme bağlanır ve
eylemin bir biçimde evrenselleşen sonuçları tüm politik öznellikleri dikine
keser.
Paul’un olay yerinde olmaması ve kilise kurmamasına ilişkin tüm hikâye,
politik durumun ortaya çıkışının ne denli müthiş olursa olsun, önem arz
etmediğini, mucizelerin ise tümüyle boşluktan doğduğunu gösterir.
Žižek, Badiou okumasındaki öne çıkartılan
noktaları paylaşmasına karşın, kendi yazılarında özneyle pek ilgilenmez, o daha
çok, felsefî-kültürel ifadeler dâhilinde, İsa’nın önemli olduğu fikrini müdafaa
etmeye odaklanır. Hıristiyanlığın konumu, ona göre, kültür savaşı masasındaki
bir satranç taşıdır. Bu masada Žižek, kaygı ve bu minvalde eylemden kaçınmayı
telkin eden postmodern toplumun kendisine ilişkin her şeyi kapsayan kanaatini
anlamaya çalışır. Bu bağlamda, onun Kierkegaard’a yönelik süreklilik arz eden
angajmanını da anlamak mümkündür. İlgili angajman, çalışmalarında sıkça
karşılaşılan, “iman sıçraması” ve “feda” gibi kavramlarda kendisini ele verir.
Eğer bu, ilk bakışta kendi Hegelciliğinden bir tür ayrışmaya delaletse, onun
şu izahatına kulak vermek yerinde olacaktır:
“Benim Hegel’ciliğim şudur: tarihî-diyalektik
sürecin motoru kesinlikle eylemek ile düşünmek arasındaki yarıktır.” (2007: s.
88) Yani tarihî-diyalektik bağlam dâhilinde dünyayı ilerletmek adına özne,
“aklın hinliği” için, düşünce ürünü olmayan eylemlere girişebilmek zorundadır.
Žižek’e göre: “Dindar, ikisinin (eylemekle düşünmenin) arabulucu ‘sentez’i asla
değildir, aksine o, paralaks yarığının radikal bir teyididir.” (2006: s. 105)
Depoortere (2008) de Žižek’in Lacan’cı analizini
Hegel’den ve Kierkegaard’dan müteşekkil bir matriksin içine nasıl
yerleştirdiğini, böylelikle kaygılı bir eylemden kaçınma (içtinap) ve çekilme
hâlinin ayartmalarından eylemi ne şekilde müdafaa ettiğini parlak, sistematik
bir analizle gösterir. Depoortere’nin izahatına göre, Žižek’in Lacancı İsa
olayı yorumu, Şey ile özne arasındaki ilişki etrafında döner. Žižek’in hipotezi,
özne ile Şey arasına engel yerleştiren Yahudi Hukuku’nun sonsuz bir arzu
döngüsü ile “ölüm dürtüsü”nü savuşturur, böylelikle kendinde Şey için görece
daha temel bir insanî dürtü de ertelenmiş olur. Yahudi Hukuku ile
ilişkilendirdiği bu arzu döngüsü, geç kapitalizm ve onun geçici arzuları
tüketim için çoğaltması ile birlikte ortak bir kimliğe dönüşür.
Eyleme dürtülerimize göre geçmeyiz, onları
arzularımızın önünde diz çöktürürüz; bunun basit bir nedeni vardır, o da
Hukuk’un dürtüyü yasaklamış olmasıdır. Ama aynı zamanda söz konusu Hukuk, ilk
planda bizi insan olarak kuran şeydir de. Žižek’e göre, demek ki, Tanrı İsa
olur ve çarmıha gerilir, Hukuk, böylelikle feshedilmiş olur ve ilk özgün “Şey”
kavuşmanın ötesine ebediyen fırlatılıp atılmıştır, dürtülerimiz kurtulmuş, bu
esnada insanlığımız da muhafaza edilmiştir. Hıristiyanlık, eylem dürtüsünü
serbest bırakır ve günümüzde karşılığını doğal bir sonuç olarak ortaya çıkan,
Žižek’in batı kültüründeki “Doğu irfanı”nın yükselişi ile ilişkilendirdiği,
eylemden kaçınma hâline yönelik karşıtlığında bulur:
“Dolayısıyla yoğunlaşmamız
gereken hedef, tam da potansiyel bir çözüm olarak önerilen ideolojinin
kendisidir; misal, görece daha ‘uysal’, dengeli, bütünselci, ekolojik
yaklaşımlarıyla doğu ruhaniyeti (Budizm) ve zıvanadan çıkmış hâldeki piyasa
rekabetinden içsel bir mesafe almayı ve ona kayıtsız kalmayı vazeden,
pop-kültürüne ait bir olgu olarak batı Budizmi, akıl sağlığının zevahirini
kurtarırken, bizlerin piyasa dinamiklerine tümden katılımını sağlayan
tartışmasız en etkin yoldur.” (2003: s. 26)
Baidou gibi Žižek’in de yaptığı katkılarla içinde
olduğumuz özgül dönemi hedefleyen bir müdahale gerçekleştirdiği ve onu edinime
tabi tuttuğu kısa zamanda anlaşılmıştır. Ancak her iki yazarın da aklında,
birbirinden az çok farklı, iki ayrı Hıristiyanlık mevcuttur. Badiou, Aziz
Paul’a özel bir odaklanma içinde olmaktan mesutken, Žižek, görece daha edebî
bir yoldan, çarmıha gerilme hadisesinin önemi üzerinde durur.
Çarmıha
Gerilme ve Yeniden Diriliş
Yaklaşımları arasındaki farklılık, çarmıha gerilme
ve yeniden diriliş arasındaki ilişki hususunda tüm çıplaklığı ile göze çarpar.
Bu noktada tek bir unsurun eksikliğinin analizlerini zaafa uğrattığını söylemek, elbette âdilane olmayacaktır.
Badiou’yü ele alıp, onun mantık silsilesini iki
bölüm hâlinde inceleyelim. İlkinde olay, çarmıha gerilme ve yeniden diriliş
olarak ikiye ayrılır, ikincisinde ise Aziz Paul’un militan din değiştirmesi ele
alınır. Žižek’in Hegelci-Lacancı okuması, esasta çarmıha gerilme hadisesine
(olumsuza) ve Paul’un ihtidasına (olumluya) odaklanırken, Badiou, ilk İsa
olayının tartışılmadan bırakıldığı, meselenin Paul dolayımı ile ele alındığı
kanaatindedir, dolayısıyla o, temelde yeniden diriliş (olumlu) üzerinde durur.
Hegel'ci diyalektiğin iki’yi nasıl böldüğünü gördüğümüz vakit, söz konusu
yöntemsel bölümlemenin ne ölçüde kaçınılmaz olduğu da görülecektir.
Misal Badiou, Paul’un önemini Yahudi müesses
nizamındaki kimi unsurların İsa’nın mesajını ve yeniden dirilişini, verili
Hukuk’a içerme gayretlerini tarumar etmesi üzerinden tespit eder. Badiou,
Paul’un tüm verili toplumsal ilişkilerinden ve fikrinden (tam da Badyöcü olay
fikrinden) kopmaya ilişkin ısrarı ile verili Hukuk’un mükemmelliği olarak ele
alınan Yahudi-Hıristiyan olay arasındaki ayrımı diyalektik bir yaklaşımın
göstereni olarak kullanır: bu hayli hoş olan ayrım, yazarın metninde sürekli
tekrarlanır.
Yahudi müesses nizamına ilişkin yazar şunları
söyler: “Özne anlayışı diyalektiktir. Mesele, olayın iktidarını inkâr etmek
değildir. Mesele, yeni ve özgün oluşunun imanın geleneksel mekânını muhafaza
edip aynı zamanda onu olumsuzlaması, böylelikle onu aşarak onunla
birleşmesidir. İsa olayı Hukuk’la sonuçlanır; onu sonlandırmaz. Dolayısıyla, gelenekten miras alınan işaretler (misal sünnet) hâlâ zaruridirler.” (2003: s.
23)
Aynı şekilde Badiou, Paul’un müesses nizamdan
kabul için yalvardığı Kudüs Konferansı’nı mutsuz bir sentez olarak görür, ancak
bu sentez, “gerçekte esasa, temele ilişkindir, zira o Hıristiyanlığı açılma ve
tarihselliğin iki başlı ilkesi ile kuşatır. […] Kabul etmek gerekir ki
konferans, bir durumun her yerde bulunması ile olaysallık arasındaki güç
eşleşmenin içeriğini sabitlemekten uzaktır.” (A.g.e.: s. 25) Gene de konferans, ileride yaşanacak ve ayrılma ile
sonuçlanacak bir başka olayın, Peter ve Paul’un Antakya’da rastlaşmasının,
zeminini teşkil eder. Peter, Yahudi olmayanların geldikleri ân ayin yemeği
masasını terk ettiğinde “rastlaşma, Hukuk’u Paul’un gözleri önüne sermiştir.
Geçmişten gelen zaruriliği ile Hukuk’un, onu takip etmek gerektiğine inananlar
için bile, artık müdafaa edilebilir bir yanı kalmamıştır.” (A.g.e.: s. 27)
Bu bölümde Badiou, sadece Paul’un dönemi için ne
denli militan ve radikal olduğuna işaret etmekle kalmaz, ayrıca kendi sistemi
ile ilişkili kafa karışıklığını sınırlamak ister. Zira ortak kanaate göre,
olaylar hiçlikten çıkar ve öznenin içinde olduğu duruma daima dışsaldırlar.
Şurası aşikâr ki ilgili tez, ontolojik açıdan tümüyle müdafaa edilemez
niteliktedir; bu sebeple Paul’un İsa olayına dışsal olmasına karşın, Badiou,
gerisin geri, görece daha kaba bir ontolojik-ontik ilişkiye sahip diyalektik
düşünceye doğru kaymayı önlemek adına, Paul’un eylemlerini somut bir durum
içinde temellendirmeye çalışır.
Marcion’un The
Anti-theses (Anti-tez) isimli çalışması ve bu çalışmada yazarın Tanrı ile
Eski Ahit/Yeni Ahit arasında yaptığı ayrım üzerinden farklı bir Tanrı’nın mevcut
olduğu iddiasıyla ilgili tartışmasında Badiou şu tespiti yapar: “Sonuç şu ki
Hıristiyanlığın Yeni Ahit’i, saf ve basit manada, hakikî Tanrı’nın arabulucu
vahyi, hem de Eski Ahit’in bahsini ettiği yaratıcı Tanrı’nın hilesini kınayan
Baba’nın bir tür faaliyetidir.” (A.g.e.:
s. 35)
Badiou’nün Marcion değerlendirmesindeki anahtar
sözcük, “arabuluculuk”tur. Bu sözcük, olayın aşırı radikalliğine ilişkin
değerlendirme bağlamında, paradoksal biçimde görece daha diyalektik bir hâl
alır. Paul ve Marcion’a itiraz eden Badiou, şu tespitte bulunur: “Paul’un
Yahudiliğin sürekliliğinden ziyade, ondan kopuşa vurgu yapması şüphe
edilmeyecek bir gerçekliktir. Ancak bu tez, ontolojik olmayan, militan bir
tezdir. İlahi birlik (tevhid –unicite)
İsa olayı ile ayrışan iki durum arasında köprü kurar ve bu uğrakta tevhid
iddiası şüpheye düşer.”(A.g.e.)
Badiou’ye göre, İsa olayının hiçbir teolojik-ontolojik boyutu yoktur, bu da
Badiou’nün olaya ilişkin yorumunu diyalektik bir yoruma doğru sınırlandıran
şeydir.
Daha önce de gördüğümüz üzere, Žižek’e göre,
İsa’nın çarmıha gerilmesindeki önem, tam da bu ontolojik boyuttan ileri
gelmektedir. Ama burada belli bir muğlâklık söz konusudur: Žižek’e göre,
İsa’nın Mesih bedeninde Tanrı’nın yeryüzüne gelmesine ve çarmıha gerilmesine
ilişkin teorinin kaçınılmaz sonucu, Hıristiyanlığın işaret ettiği ayrılıkçı
teoridir. “Kutsal Ruh”, Büyük Öteki’deki destekten mahrum cemaatin ta
kendisidir. Hıristiyanlığın ateizm dini olduğunu söylemek, Tanrı’nın insanı
olmanın Tanrı’nın sırrının insanda açığa çıktığını iddia eden kaba (vulger) bir
hümanist tarz değildir (Feuerbach vd.), aksine bu iddia, hümanizm içinde, hatta
stalinizme dek hayatta kalmayı bilmiş dinî çekirdeğe saldırır. Sözkonusu dinî
çekirdeğin etrafında, eylemlerimizin “nesnel anlam”ına karar veren “büyük
Öteki” olarak Tarih’e dönük bir tür iman örülüdür. (2003: s. 171)
Žižek’e göre, Hıristiyanlığın önemi, sadece
sekülerizm değil, ayrıca Stalin’in ve yirminci yüzyılın bilimsel
sosyalistlerinin tahayyüllerini bile aşan, görece daha saf bir sekülerizm
önermesidir. Ancak bu ifadelerdeki muğlâklık, tam da bu türden bir ontolojik
tezin her iki tarafa da çekiştirilebilmesi ile ilgilidir:
(1) “Aklın hinliği”ne
dair yüzeysel, Hegelci teleolojik yorumun İsa’nın gerçekte Tanrı olduğuna
ilişkin öznel vesveseler aracılığıyla işler, bu arabuluculuk üzerinden Tanrı
kendisini açığa vurur, ortaya çıkansa hiçbir şey değilse de bizatihi Geist’ın (Ruh) ta kendisidir; ya da
(2)
Eğer Žižek’in arzusu, Hegel’ci okumanın tüm teleolojik içerimlerinden
kaçınmaksa, onun yapması gereken, sekülerizmin bir tür özel hâline, yani
Tanrı’nın Çarmıh üzerinde, fiiliyatta, ölmüş olduğu iddiasını harfiyen
kabullenmektir: Tanrı gerçekte var oldu,
ama artık yok! Paul’un militan müritleri, çarmıha gerilme hadisesinin
olumsuzluğunu seküler olanın olumluluğuna, yani Kutsal Ruh’a çevirmeyi her
hâlükarda bilmişlerdir. Çarmıhtaki ölü adamın hayli insanî görüntüsünün seküler
edinimi ve Tanrı’nın ölümü tezinin geçersizleşmemesi için bu hikâyede yeniden
dirilişin kısa devre gerçekleşmiş olması gerekir.
Žižek’in okumasında başka bir iddia daha
mevcuttur: çarmıha gerilme hadisesine ne türden bir ontolojik konum bahşedersek
edelim, bu hadise, tüm diğer dinlere kıyasla, belirleyici bir rol oynamayı
sürdürecektir. Daha açık bir ifadeyle, eğer Tanrı çarmıhta ölmüşse, Yahudiliğin
devamlılığı bir tür farsmış gibi görünmeye başlayacaktır:
“Öyleyse Yahudiler bakiye
olarak anlaşıldıklarında, ancak onların neyin bakiyesi olduğu üzerinden bir
izahat getirdiğimizde kesin konuşabiliriz: Yahudiler, elbette ki kendi
kendilerinin, bu itibarla aynı zamanda beşeriyetin bakiyesidirler. […]”
(A.g.e., s. 131)
Hatta Žižek,
“Hıristiyanlık, İlahi Şey’in ötekiliğini kendisine hatırlatsın diye Yahudiliğe
muhtaçtır” iddiası üzerinden, kimi noktalarda, Yahudiliği müdafaa eder.
(Depoortere 2008: s. 140) Ancak bu okuma dâhilinde, Hegel’in, acemice, salt
“Germanik Dünya” ile yüklediği Tarih
Felsefesi’nde de ifade edildiği gibi, İslam, tümüyle miadını doldurmuş bir
dindir. Žižek’in coşkuyla kabullendiği Hegelci şemada çoktanrıcı ve
kamutanrıcı dinler, daha beter bir konuma sahiptirler.
Hegel, dinin gelişim sürecinde üç temel hareketin
rol oynadığını varsayar: aracısız din, madde dini ve ruhanî bireysellik dini.
Budizm, Hinduizm ve Taoizm; Yahudilik ve Hıristiyanlıkta mündemiç olan ruhanî
bireyselliğe doğru açılan dine ait madde dini başlığı altında değerlendirilir.
Žižek’in en fazla nefret ettiği Budizmde evrensel (Tek) ile insanlık (tikel)
arasında köprü kuran hiçbir şey yoktur, bu da varlıkla hiçliğin birleşmiş
olduğunu gösterir ve söz konusu birleşme, öz yıkım biçimini alır. Bu dinde ya
eylemden uzak durulur (eğer gerçeklik salt bir rüya ise eyleme geçmenin ne
anlamı var?) ya da buna alternatif olarak, düşünceden azade bir şiddet ve
tiranlık vücut bulur. Bu sebeple Hegel’e göre, “burada fani akıl, sadece
tesadüfî bir nitelik arz etmesiyle, madde karşısında bağımsız bir var olma
hakkına sahip değildir, bu akıl, basit anlamda bir hiçliktir, hiçbir gerçekliği
yoktur, bu nedene bağlı olarak, ilgili dinler politik düzeyde despotik
hükümetle el ele hareket ederler.” (Stace 1955: s. 494) Žižek de aynı şekilde
Dalai Lama ve onun Tibet’te tatbik ettiği şiddetten uzak durma stratejisinin
eski rejimin temsil ettiği baskıcı teokrasi ile el ele gittiğini söyler.
Evrensel
ve Şiddet
Yukarıda belirttiğimiz üzere, Badiou ve Zizek’in
Hıristiyanlığı edinim biçimleri arasında temel bir farklılık mevcuttur: bu
farklılık, eğer her ikisinin de paylaştığı evrensel kategorisi için söz konusu
değilse, giderilebilecek, uzlaşma zemini bulunabilecek bir farklılıktır esasta.
Zira Hegelci diyalektik ile Badiou’nün olay teorisi, birbirleri ile tutarlıdır.
Her iki teori de yeni bir evrenselin yasalaşması üzerinden tarif edilen bir
olaydan dem vurur; Hegel’den farklı olan Badiou’deki olay anlayışı, ontolojik
düzeyde tutarlı olmalı ve bir temel belirlemelidir. Görece daha geniş sistemi
ile ilişkisi dâhilinde onun yaptığı Paul okumasındaki muğlâklık, tam da
buradadır.
Badiou, Paul’un evrenselciliğini Yeni Ahit’teki Korintliler bölümünde çekilen bir çizgi
üzerinden gösterir: “[…] ‘Yahudileri kazanmak için Yahudilere Yahudi gibi
davrandım. Kendim Kutsal Yasa'nın denetimi altında olmadığım hâlde, Yasa
altında olanları kazanmak için onlara Yasa altındaymışım gibi davrandım.’ Çinli
komünistlerin ‘kitle çizgisi’ dedikleri durum, onu bu esaslı cümleyi sarf etmeye
itmiştir.” (A.g.e.: s. 99) Oysa kendi
bağlamında dahi bu, kaçınılmaz biçimde zayıf bir bağlantıdır.
Tabiî amaç, Badiou’yü biçimsel manada eleştirmek
değil, aksine amaç, metin boyunca hüküm süren muğlâklığın belirginleşmesini sağlamak.
Aziz Paul’a yönelik yaklaşımını eylemdeki sistemine ait bir örnek olarak,
evrensel politik özne alegorisi biçiminde mi ele alacağız, yoksa Hıristiyanlığa
ait özgül manada dinî bir anlayışa yönelik meylin çıktısı olarak mı göreceğiz?
Zira Badiou’nün tezini özetlemek gerekirse, elde edeceğimiz sonuç şu olacaktır:
Aziz Paul’un İsa’nın yeniden dirilişine yönelik sadakati gerçekten evrensel
tektanrıcı imanın doğuşu olayını işaretler. Bu evrensel iman, beşeriyetin
ruhunda ebediyete kadar kökleşmiş olarak kalacak ve “marksist iman”ın
evrenselciliğinde açığa çıkacaktır.
Açıklık kazandırmak gerekliliği ile söylenmelidir
ki bu, sonradan marksist hareketin ekseriyetine ait kitabîlik biçimi alan,
nesnel tarihsel süreçlere tabi bir marksist iman değildir. Aksine o, marksizmin
bir olay olarak kendisine ait evrenselciliğine dönük bir imandır: Marx’ın
çalışması, tümüyle yeni bir şeyi, belli bir bütünlük olarak anlaşılan toplumun
içindeki işçi sınıfına yönelimi ifade eder. Bu çalışma, özü itibarıyla bilimsel
analize indirgenemez ve tüm kimlikçi tikellikleri dikine keser.
Ancak burada Paul’un evrenselciliği ile modern
evrenselci hareketler arasında kurulan bu bağlantının derinliği ve doğasına
ilişkin bir sorun vardır: yirminci yüzyılda faal olan marksist-komünist
hareketleri öncelikle hangisi içerecektir? Eğer bu temelli kopuşun (düşük
değerde bir kurumsallaşma ile) Katolik Kilisesi’nce gerçekleştirildiğini kabul
edersek, Badiou’nün Kilise’nin Paul’un mesajına yönelik sadakatsizliği ile
ilgili iması tümüyle terk etmez masayı. O hâlde evrenselci olmayan Rus Ortodoks
Kilisesi ve (etnik bileşeni ile birlikte değerlendirilen) Stalin gulagları, Çin
Konfüçyüsçülüğü ve Mao’nun insan hayatını kaderci manada hiçe saymasına
karşılık, Latin Amerikalı komünistlerin (tarihsel planda belli bir Katolik
mirasa sahip) Küba, Nikaragua ve diğer yerlerde gösterdikleri insancıllık
arasında kimi esaslı felsefî bağlara işaret etmek, aslında çok da önemli bir
adım değildir.
Mesele, Badiou’nün Paul okumasının, yirminci yüzyıldaki komünist
hareketlerin mirasına belli bir kültürelcilik atfetmekle sonuçlanmasıdır.
Benzer bir tavır, Cizvitlik dairesi içinde yetiştirilmiş olmanın Castro’ya
kazandırdığı ahlâkî değerler üzerinden Küba Devrimi’nin başarılı olduğunu ve
küresel, devrimci hareketteki diğer gruplarda mevcut olan “yeni barbarlık”tan
Castro’nun gerilla grubunu söz konusu ahlâkın ayrıştırdığını söyleyen Dayan
Jayatilleka’da da (2007) mevcuttur.
Her ne kadar bizi bu konuda ikna etmeye çalışsa da
Badiou’nün konumu Hegel’in konumundan çok da uzak değildir. Hegel de
Hıristiyanlığın emsalsiz biçimde mükemmel bir din olduğu kanaatindedir. Onun
tabiriyle, “Mutlak din” olan Hıristiyanlık, Yahudiliğe mahsus imanı
evrenselleştirmiştir. Tektanrıcılık, yalnızca kendisini bir kez
gerçekleştirmiştir: “[…] O, Yehova’ya yönelik ibadeti engelleyen tikellikten
kurtulmuştur. Yehova, tek halkın, İbrahim’in, İshak’ın ve Yakub’un tanrısıydı ve
sadece Yahudilerle arasında belli bir ahit söz konusu idi. Kendisini ifşa
ettiği tek halk Yahudilerdi.” (Hegel 2001: s. 373)
Badiou ve Hegel arasındaki mesafe, Badyöcü
hakikat yöntemine ait olay ile diyalektik olay arasında bizim atıfta
bulunduğumuz farkta tecelli eder. Badiou, kendi sistemini tamamlamak adına,
asla ampirik bir tarih felsefesi tasvir etmez; anlayabildiğimiz kadarıyla, onun
bu çalışması ve özelde The Century [Yüzyıl]
isimli kitabı birbirine yakın şeyler söyler.[5] Ancak evrensel kategorisi ile
evrenselin zaman içinde, insan türleri aracılığıyla, bugünde kendisini
göstermesi fikri, Hegel ile ortak bir hattın takip edildiğinin delilidir.
Badiou’nün tespitine göre: “Bizler, ayrıca Hegel’in Hakikî’nin evrenselliğine
ilişkin kanaatini paylaşıyoruz. Ancak bize göre, bu evrenselliğin güvencesi,
Bütün’ün ona ait her yerde mevcut olan yansımasının tarihi değil,
hakikat-olaylarının tekilliğidir.” (Badiou 2004: s. 230)
Badiou’deki ebedî çokluğun ontolojisi, kapanma ve
Hegel’in “tarihin sonu” tespitine ulaşma ihtimalini ortadan kaldırır; muğlâklık, tam da Badiou’nün belirli temel evrensel olayları özgül kimi tarihsel uğraklara
bağlamasındadır. Ancak Hegel’in aksine onda, evrensel, Hukuk’a uyarlanan, her
daim parlak bir dönem olarak zuhur etmez, aksine, “evrenselin uygun ortamı
olarak görülen bu fikir, evrenselin nesnel miras ya da nesne biçimi aldığı
takdirde hiçbir şeyin evrensel olarak var olamayacağını ifade eder.” Çünkü,
örnek olsun, “matematiksel bir önermenin evrenselliği, ancak bu önermenin
kanıtının sağlam bir biçimde yeniden üretilmesi ya da keşfedilmesi sayesinde
tecrübe edilebilir.” (A.g.e.: s. 145)
Evrensel, ebediyen tekrarlanabilen, tecrübe
edilmiş bir oluştur. Gene de evrenselin tekrar tecrübe edilmesine ve yeniden
üretilmesine ilişkin fikrin genel hatları, en azından, daha önce tarihte hiç
düşünülmemiş, yeni evrensel’den farklı bir şey olmak zorundadır. Bu, Badiou’nün
Paul’un “temel”i olarak işaretlediği ya da Žižek’in “Hakikat-Olayı’na ait bir
örnek” (Žižek 2000: s. 130) olarak tarif ettiği evrensel olayın ta kendisidir.
Kesin ve tekil olan madde arasındaki gerilim oyunu bozar. Tarihte yeni
evrensel’lerin ebedî üretimi meselesi, hâlâ açıklanmaya muhtaçtır. Esasında bir
evrenselin yeniden tecrübe edilmesine ilişkin ebedi sürece karşı, sınırlı
sayıda yeni evrensel’ler mi mevcuttur? Eğer öyleyse, Badiou’nün sisteminde
tarihin içindeki sınırlılığın nasıl değerlendirileceği ya da temel
evrenselliklerin sınırlılığın telos’undan
(amacından), yani ilerici ve tarihsel teleoloji biçimlerinden nasıl kurtulacağı
açık değildir.
Diğer yandan Žižek, Badiou’nün Paul’da bulduğu
tektanrıcılığın temele ilişkin evrenselleştiriciliğini sahiplenir ve Üçüncü
Dünya’daki marksist devrimlerin kaderlerine ilişkin bu evrenselleştiricilikten
kimi anlamlar çıkartır. Benim Badiou’de de olduğuna inandığım bir tespitle,
Žižek, marksist komünizmi başarılı bir biçimde gerçekleştirebilecek yegâne
gücün, Katolik manada destekleyici felsefî unsurlara sahip halklar olduğunu düşünür.
Bu tespitine Che Guevera’yı da katar:
“O hâlde İsa’dan Che
Guevara’ya dek, şiddetin ‘savaşçı Zen’ bağlamında meşrulaştırılması ile eski
batılı gelenek arasındaki fark nedir? […] bu, Japonların askerî saldırısının
aksine, devrimci şiddetin ‘gerçek manada’ şiddet dışı bir uyum tesis etmeyi
amaçladığı anlamına gelmez, aksine otantik devrimci özgürleşme dolaysız biçimde
şiddetle görece daha fazla tanımlıdır. […] Askerî Zen versiyonunun bir sapma
olduğunu söylemek tam bir basitlik olacaktır. […] Hakikat, taşınması hayli güç
bir şeydir -en öz hâliyle bile olsa Zen ikirciklidir ya da daha doğrusu tümüyle
kayıtsızdır.” (Žižek 2003: s. 30-31)
Batılı askerî şiddetin Che Guevara’da örnek
modelini neden bulduğu ve doğulu askerî şiddetin İmparator Hirohito’nun emperyal
rejimi ile neden ilişkilendirildiği, gerçekten merak konusudur. Bir yandan solcu
bir gerilla bir imparatorla kıyaslanıyorken, öte yandan da din ve devrim
üzerine bir tartışma içine girme hususunda yan çiziliyor.
Bu noktada Žižek, Che ile Mao’yu kıyaslayabilirdi,
ancak Mao’nun Pratik ve Çelişki (2008)
isimli çalışması için kaleme aldığı takdim yazısından da bildiğimiz üzere, o
kültürel-dinî açıklamalardan olabildiğince uzak duruyor ve bunun yerine,
Mao’dan kötü bir Hegel okuru olarak bahsediyor.
Gördüğümüz kadarıyla Žižek’e göre, komünist
muhitlerde teolojiye yönelik eğilim, batılı kapitalist toplumlardaki “doğulu
irfan”ı kucaklamayı edimsel açıdan reddetmek amacıyla meşrulaştırılmaktadır.
Ancak bunun ötesinde Žižek, bugün İsa’ya dönme konusunda açık ve olumlu bir
sebep asla ortaya koyamaz. Muhtemelen bir projeksiyon hamlesi ile o, bu
suçlamayı Paul ile ilgili çalışması (2005) üzerinden Giorgio Agamben’e
yöneltir:
“Agamben’in mesiyanik
tecrübe olarak ifade ettiği şey, Benjamin’in Paul’u ‘yinelediği’ iddiasını
derinleştirecek her türden özgül tespitten muaf böylesi bir tecrübenin saf
biçimsel yapısıdır: bugün, neden Paul’un mektuplarını okunur kılan özgül bir
uğraktır? Bunun nedeni, Yeni Dünya Düzen(sizliğ)inin Roma İmparatorluğu’na
paralellik arz etmesi midir (Negri ve Hardt’ın tezi)?” (A.g.e., s. 108)
Ayrıca Žižek’in çalışmasında Hıristiyanlığa bu dinin hatırına insanı şüpheye
sevk edecek sorumluluklar atfeden kimi ifadeleri okumak da okura cazip
gelebilmektedir.
Bu, Žižek’in dogmatik bir Hıristiyan’ın kendi
argümanı aracılığıyla kendisini bilinçaltında ifşa ettiği anlamına gelmez.
Aksine bence Žižek’in Lacancılık etkisi altındaki açık Hegelciliği, kendi
orijinalliğinin zayıflığını, kazara da olsa, ortaya koyar. Daha açık ifade
etmek gerekirse: ortak kimi yanlış anlamalara karşın, Hegel’in efendi-köle
ilişkisinden ideal modern devlete uzanan insanî süreç teorisi, antik Mısır’dan
on dokuzuncu yüzyıl Almanya’sı arasındaki sürecin saf manada tarihsel olarak
soyutlanması değildir, aynı şekilde, Marx’ın feodalizmden kapitalizme, oradan
da komünizme geçiş tespiti de zamansal planda kaçınılmaz biçimde yaşanan bir açılma
olarak görülemez. Aksine, Hegel’in ideal devleti, Nosyon dâhilinde ideal bir
biçim olarak her daim mevcut kalacak bir biçimdir; bu Nosyon, efendi-köle diyalektiği
ile başlayıp modern devletin çözülmesi ile sonlanan iç mantıksal hareket
üzerine kuruludur ve muhtemel tarihsel gerekçelendirmelere tümüyle karşıttır.
Ancak diyalektik özbilinçliliğin tarihdışı bir
düzlemde gerçekleşmesi, kimi zaman tarihsel bir diyalektiğin içine yuvarlanır.
Bu yuvarlanma, tüm Hegelci sistemin sürekli yinelenen açmazıdır. Adorno’nun da
söylediği biçimiyle:
“Sistem, doğası gereği
tarihsel olan kavramın kavramsal indirgenemezliğini tanımak zorundadır:
mantıksal-sistematik ölçüler bağlamında tarihsel olan, hepsi böyle olmasa da,
rahatsız edicidir; bu tam manasıyla kör bir noktadır.” (Akt.: Widder 2002: s.
160)
Söz konusu açmazın genel hatları
açıktır: Jean Hippolite’in iddiasına göre, Tinin
Fenomenolojisi’nde “sadece ruh ve dinle ilgili bölümlerde güncel tarihsel
gelişmeye tesadüf eden bir hareket mevcuttur.” (A.g.e.: s. 159)
Bu sebeple Hegel’in Tarih Felsefesi’nde takdim edilen dünya-tarihi üzerine kurulu din
teorisini Žižek’in açık Hegelciliğini sınırlandıran bir hat olarak ele
almalıyız. Žižek’in de kabullendiği biçimiyle:
“Hegel’in güncel olduğunu
ileri sürmenin, yani onu sahip olduğu sistemin bütünüyle modası geçmiş,
metafiziksel bir delilik olduğu suçlamasından kurtarmanın aslî yolu, Hegel’in
fikriyatını bilişsel ve ahlâkî iddialarımızın normatif koşullarını ve
önvarsayımlarını belirleme gayreti olarak okumaktır.” (2006: s. 28)
Bu, esasta, Hegel’in Kantçı
kendinde şeye ilişkin temel kavrayışının ve öz ile görünüş arasındaki yarığın
bilincinde olmamızın Lacancı Eksiklik kavramına denk düştüğü anlamına gelir.
Dolayısıyla Hegel, kendi felsefî, politik ve epistemolojik açmazlarımıza bizim
nasıl gömüldüğümüzün genel çerçevesini verir. O, bu açmazların ideal biçimlere
doğru kapanmasını emretmez. Mesele, Žižek’in Hegel’de bulduğu söz konusu
epistemolojik-uzamsal açıklığın en iyi biçimiyle kısmî bir okuma olması değil,
aksine dünya ruhu ve dinle ilgili Hegel felsefesindeki açmazlarla yüklü tarihselciliğini
reddetme noktasında onun tuzağa düşmesidir. Bu nedenle Žižek’teki din
felsefesinin dikkat çekici biçimde benzer bir şemayı takip etmesi şaşırtıcı
değildir.
Bhagavad Gita üzerinden Žižek, ilkel dinler
bağlamında Hegel ile aynı sonuca ulaşır:
“Eğer dış gerçeklik
tümüyle fani bir görünüşten ibaretse, o hâlde en korkunç suçlar bile mesele
değildir. […] Bu, Budist’in (ya da Hindu’nun) herkesi kuşatan merhameti Hıristiyan’ın
hoşgörüsüz, şiddetli Aşk’ına muhalif olmak zorunda olduğu anlamına gelir.”
(2003: s. 32-33)
Žižek, Hegel’deki dinî tarihsel-teleolojik
açılmaya atıfta bulunmama hususunda dikkatlidir, ancak ondaki açık
epistemolojik edinimin benzer sonuçlara ulaşması sebebiyle, onun gerçekte söz
konusu açılmayı geride mi bıraktığı yoksa sadece eski Hegel’ci izlerini örtbas
etmekle mi yetindiği gerçekten de merak konusudur. Diğer yandan evrensel,
tektanrıcı olaya vurgu yapmasına karşın, İslam Hıristiyanlık’la aynı ölçütlere
sahipken, tam da Hegel gibi Žižek de söz konusu dini görmezden gelir. Bu, Žižek’teki
açık Hegelciliğin, “gerçekte” kötü ve eski Hegelcilikle, işlevsel açıdan,
özdeş olduğu anlamına gelir.
Eksikli
Bir Sonuç Bölümü
Badiou ve Žižek’in İsa olayına farklı bakış
açıları ile yaklaştıklarını görmüş bulunuyoruz. Badiou’ye göre tüm mesele,
Paul’un öznel inancı ve onun Hıristiyanlığa geçişi iken, Žižek’e göre, İsa’nın
çarmıha gerilmesinde görece daha derin, diyalektik ve dolayısıyla ontolojik bir
önem mevcuttur. Ancak her iki düşünür de Paul’un etkisi altındaki
tektanrıcılığın evrenselleşmesi hususunda ortaklaşır. Maalesef söz konusu fikrî
uzlaşmazlık, esasta belli bir tutarsızlığa da işaret eder: ne Badiou’nün olay
teorisi ne de Žižek’in açık Hegelciliği tarihsel temeller belirler, aksine
ikili, böylesi bir sonucun üzerinden çabucak atlamaktadır.
Komünizmin
evrenselliğine dair temel tarihsel iddiası, yirminci yüzyılda Katolik olmayan
ülkelerdeki marksist-komünist hareketlerin kaderine ilişkin kimi içerimlere
sahip olmaya başlar. Ne Badiou ne de Žižek, bu sonucu doğrudan keşfetmişlerdir,
işin aslı, bu keşif, ulaşmak istedikleri felsefî ve politik amaçlar için aksi
yönde üretken bir nitelik arz edebilirdi de. Hıristiyan özcülüğünün bu noktada
küresel, devrimci hareketin geriye dönük değerlendirmesine sızması gerektiğini
söyleyen çalışmalarında bu keşif, neredeyse kaçınılmaz bir gelişme olarak zuhur
eder. Bu görev, en azından Dayan Jayatilleka tarafından üstlenilmiş gibi
görünüyor.
Çalışmamızın ikinci bölümünde, İslam’ın her iki
düşünürün Hıristiyan evrenselciliğine imtiyaz bahşetmeleri gayretini ve ortaya
koydukları sistemi nasıl şaşkına çevirdiği, ayrıca onların dinî teleolojilerini
destekleyen Hegelci varsayımlar ele alınacak. Hegel gibi bu iki felsefecinin
de, İslam’ın sistem karşıtı direnişin kilit önemdeki kimi sahnelerinde fiilî
bir hâkimiyete sahip oluşuna ilişkin bile, ilgili din hususunda çok az laf
etmeleri sebebiyle, analiz ikinci bölümde iki yazarın ötesine geçecek ve İran
Devrimi’nin en etkin ideologlarından iki ismin felsefesini inceleyecek: Ayetullah
Murteza Mutaharri ve Ali Şeriati. Bu felsefecilerle birlikte, modernist,
devrimci İslam anlayışı üzerinden, şimdiye dek ortaya konulan eleştiri
keskinleştirilerek, evrenselciliğe ilişkin önerilen her türden temelin verili
sınırları incelenecek.
I. Bölüm’de Hıristiyanlık olayındaki komünist
evrenselciliğin temeline ilişkin Slavoj Žižek ve Alain Badiou'ye ait
değerlendirmelerin ilgili yazarların ontolojilerine içkin bir dizi
tutarsızlıkla malul olduğu üzerinde durduk (Coombs 2009). Žižek için onun açık
Hegel yorumuyla ilgili taraftar toplama gayreti ile kendisinin Hıristiyanlıkta
bulduğu ontolojik önem arasında belli bir uzlaşma yolu bulmak hayli güçtü.
Badiou hususunda ise, onun açık Hegel yorumunu, Hıristiyanlığa yüklediği
ontolojik ehemmiyet ile uzlaştırmak hayli zor bir meseleydi. Badiou’nün
Hıristiyan imanının evrenselleştirilmesi ve Judaizmden etkin kopuş üzerinden
Aziz Paul’e atfettiği, bir militan hakikat usulü olarak, onun “evrenselciliğin
kurucusu” oluşu, Badiou’nün iç tutarlılığa sahip olmayan çokluğunun ontolojisi
ile çelişiyor ve esasta bir biçimde tarihsel ya da olaysal temelleri inkâr
ediyordu. Bu eleştiri, hâlâ “post-modern” komünist teoriye mensup belirli bir
okula ait “Hıristiyan hegemonyası”nın altını oymaktan uzaktı. Aksine eğer
bizler bu tür teorilerin kendi sistemlerini ihlal ettikleri koşulları göstermiş
olsak bile, “Paulcü materyalizm”in özcü platformu ve onun tekilci temelleri
görece daha şüpheli hâle gelecek, neredeyse çökmeye yüz tutacaktı. Oysa biz, bu
koşulları sadece İslam’da bulabiliyoruz.
Ancak öncelikle belirtmek gerekir ki, bu noktada
kendi argümanımızı, ilgili mevzu üzerine öngörülü kimi çalışmalar kaleme almış
olan Ian Almond’ın The New Orientalists'teki ("Yeni Oryantalistler" -2007)
tespitlerden ayırmamız gerekiyor. Zira Almond, İslam’ın hayaletini
Nietzsche’den Foucault’ya dek uzanan post-modern felsefenin içine yerleştirmeyi
bilse de onun yönelttiği eleştirilere ait önkabüller, akis odasındaymışçasına,
gerisin geri kendi hedeflerini tuhaflaştırıyor.
Edward Said’in Oryantalizm (1979) isimli eserinde
Doğu’nun sömürgeci eliyle temsili ve inşasına karşı geliştirdiği polemikten
farklı olarak, Almond’ın çalışmasında belirgin bir post-modern kıvrım mevcut.
Üstelik bu yönelim, Badiou’nün de pek hoşuna gitmeyecek cinsten. Almond’ın
izini sürdüğü, temsilin yoğun şiddetinden çok, yokluğun kökeni ya da “manevi
sınırlar”dır. Bu, İslam’ın kendisini post-modern felsefenin yarıklarında ve
dipnotlarında göstermesine aracılık eden dolayımdır. Almond’ın çalışmasına
aldığı felsefecilerin hiçbirisi (Orhan Pamuk, Salman Rüşdi ve Jorge Luis
Borges’i ayrı tutalım.) İslam üzerine âlim oldukları iddiasında değildir.
Bunlar, sadece “Batıya ait hususlar”la kesişen noktalarda dini tartışan
isimlerdir. Buna, İran devrimi ile ilgili röportajlarında Şiiliğe meyyal Michel
Foucault da dâhildir.
Örneğin Jean Baudrillard’a göre, İslam’ın gölgesi Körfez
Savaşı’nda kırılarak açığa çıkmıştır. Slavoj Žižek de dini 11 Eylül ve Irak
Savaşı ile bağlantılı olarak ele almıştır. Kitabının Žižek ile ilgili bölümünde
Almond, “İslam, yokluğu sebebiyle aşikârdır.” (a.g.e., s.177) der. Dahası İslam, Žižek’in “öteki”
Avrupamerkezciliğinin zayiatıdır. O, “her türden ontolojik derinliğin ya da
hatta marjinalize edilmiş öznenin somutluğunun semantik manada inkârıdır.” (s.
183).
Almond’ın eleştirisindeki bu gerilim, ilgili
eleştirinin marjinalitenin soykütüğünden daha fazla nüfuz etmesine maalesef
izin vermez. Žižek’te İslam’ın hiç mi hiç temsil imkânı bulamaması, ona karşı
yöneltilmiş şiddetin kendisidir aynı zamanda. Dahası Almond’a göre, "Žižek’in
çalışmasında bir Müslüman’ın derisini kazıdığınızda o derinin altında er ya da
geç bir sosyalist buluruz.” Bunun nedeni, Žižek’in “Jameson’cı ‘gözden kaybolan
arabulucu’ kavramına başvurmasıdır. Bu mekanizma aracılığıyla bir inanç başka
bir inanç sisteminin ortaya çıkışını kolaylaştırır ve süreç dâhilinde kendisini
hükümsüz kılar.” (s. 191) Žižek’in buna muhtemel cevabı şu şekilde olacaktır:
“Aynen öyle!” Böylelikle Almond, önsel iddialar serisini temel alarak Žižek’in
derisini yüzer. Bu iddialar, Hegelci felsefenin Avrupamerkezciliği ve Lacan’cı
psikoanaliz vb.dir. Böylesi bir yaklaşım üzerinden ulaşılacak muhtemel sonuç,
İslam’ın hakiki Ötekiliğine hiçbir şekilde saygı duymamak olacaktır. Almond,
aynı zamanda Žižek’in kendisine Öteki olmayan dinlerin temsilindeki Ötekiliğin
yokluğundan da şikâyet eder. Başka bir deyişle Almond’ın eleştirisi,
çokkültürcülüğün kapsayıcılığına ait ideolojisinde ve Žižek’in mücadele etmek
için teorik manada o kadar enerji sarf ettiği peşin hükümlü olmayan hoşgörü
içinde mahpus kalır.
Keskin bir karşıtlık belirlemek adına bizim
buradaki amacımız, Badiou ve Žižek’in Hristiyan özcülüklerini dünyaya dönük
olarak umutsuzca ifade ettikleri Avrupamerkezci bakışları değil, onların kendi
sistemlerinin ilkelerinden bir sapma olarak görmek yerine, onlarla birlikte
Almond’a ait bizim de paylaştığımız ilkelere dönük farklı bir eleştiri
yöneltmektir.
Makalenin I. Bölüm’ünde Badiou ve Žižek’in Hristiyan
evrenselciliğini Hegel’in “mutlak din” övgüsü ile birlikte kıymetlendirme
gayretleri arasındaki yakınlığı görmüştük, bu bölümde de Hegel önemli bir temas
noktası olacak. İleride göreceğimiz üzere, Hegel’deki sorun, “Alman Dünyası”nın
hükmü altında olan, İslam’a dönük konumundaki taşralılık değildir. Aksine sorun, tam
da Badiou ve Žižek’teki havai İslam temsillerinde olduğu üzere, Hegel’in
İslam’a ilişkin soyut fikrin ötesinde O’nun fiilî özelliklerini görememesidir.
İslam’ı saf anlamda soyut bir evrensellik olarak şematize edişindeki içkin
yetersizliği, ancak Hegel’i kendi cümleleri ile ele aldığımız vakit görebiliriz.
Bunun nedeni, Hegel’in yargı ölçütlerinin doğruluğunu kabul etsek bile, onun
yargısının İslam’a ait özel ayrıntılarla çelişiyor olması değil, ilgili
şematizasyonun kabul edilemez biçimde İslam’ı habis bir değer yargısı olarak
temsil ediyor olmasıdır (böylesi bir eleştiri, yargı dışı birçok kültürcülük ve
Ötekiliğe dönük saygı alanının dışında konumlanır.). Bu özellik kendisini en
iyi şekilde Sünni-Şii ayrışmasında, bu ayrışmanın dinin politikası ve
tarihselliği için pratikte ne anlama
geldiğinde ifade eder. Dahası bu ayrışma, İslam’a dönük her türden özcü felsefî
kimlik atfedilmesine mani olduğunu gördüğümüz noktada biz, aynı zamanda
evrenselciliğin temeli üzerinden her türden özcü Hristiyanlık okumasını
imkânsızlaştıracak malzemeye de sahip oluruz.
İddiamızı güçlendirmek amacıyla, makalenin II.
Bölüm’ünde İran Devrimi’nin önemli iki ideologunu inceleyeceğiz: Ayetullah
Murtaza Mutahari ve Ali Şeriati. İkilinin İran’daki devrim öncesi döneme dönük
tartışmaları ve rekabeti üzerinden devrimci Şii İslam’ının farklı yorumlarına
odaklanacağız: Mutahari’nin diyalektik anlayışı ile militan ve olaysal
anlayışı, Badiou’nün Aziz Paul’ün hakikat usulüne dönük vurgusunu yankılar.
Her
ne kadar Sünni-Şii ayrımını Hegel, Mutahari/Şeriati tartışmasını da diyalektik/olay
ayrımı üzerinden okumak, bizi Badiou ve Žižek ile aynı konuma taşıyıp bu
ayrımları “batılılaştırmak” suretiyle belirli bir uyarlama çalışması içine
soksa da, benim de Badiou ve Žižek gibi Aydınlanma ruhunu ve evrenselliğini
eleştirdiğimi hatırda tutarak, bu, söylemek gerekir ki, dünyanın iki evrensel
dininin ortak sorunlarının bir kısmını öne çıkartmak olarak görülmemelidir.
Dahası biz, burada İslam’ın sözde Ötekililiğinin yüzündeki hürmeti ve dehşeti,
muadili olan evrensel dinin dışta tutulması suretiyle Hristiyanlığın nasıl
özcüleşip kendisini bir temel olarak konumlandırdığına ilişkin sorunun bir
parçası ve bileşeni olduğunu göstermeyi umut ediyoruz.
Hegel
ve İslam
Hegel’in İslam ile ilgili görüşlerini, bu
görüşlerdeki küstah Hristiyan şovenizminin karşısında kıs kıs gülmek için ele
almamak gerek, aksine bu görüşlerin yargısız, çokkültürcü söylemsel çerçeve
dâhilinde bile bastırılmış olan hâkim İslam anlayışlarında hâlâ örtük olarak
mevcut olduğunu görmek, gerçekten de kıymetli bir çalışma olacaktır: söz konusu
söylemsel çerçeve, “ılımlılar”la “aşırılar”ı ve “modernistler”le
“fundamentalistler”i vb. ayrıştırmak zorunda kalmıştır. Günümüz kültüründeki
teleolojik fikriyatı kınamakla ilişkili tüm resmî usuller için gene de
Hristiyanlık ya da en azından Protestanlık, sekülerizmin telosu olarak iş
görmektedir. İslam ise gerçek moderniteye geçmek için kendisinden kurtulamayan,
geçmişe saplanıp kalmış, Yahudilik ve Hinduizm gibi hantal bir din olarak
görülmektedir.
Bu bakış açısı, Hegelyan teleolojide yankısını
bulur. Bu teleolojide İslam, ne görece daha ilkel bir din ne de diyalektik
açıdan Nosyonun Hristiyan mükemmelliğine doğru açılmasının herhangi bir parçası
ile ilişkidedir. W. T. Stace’in de işaret ettiği üzere: “Hegel, her ne kadar
İslam dinine dönük parçalı da olsa kimi atıflarda bulunmuşsa bile, bu dini
kendi din tarihi içinde neden ihmal ettiği, gerçekten merak konusudur.” (1955:
491)
Hegel’e göre, İslam Tanrı’nın birliğini evrensel Tek içinde soyutlama
konusunda diğer tüm dinlerden daha fazla ileri gitmiştir. İslam, Tarih
Felsefesi’nde dünya dinlerinin giderek mükemmelleşmesine ilişkin hareketin
adıdır. Ancak kutsalın soyut evrensellik içinde açımlanması süreci, Nosyona doğru
yaşanan açılma dâhilinde diyalektik bir zorunluluğa sahip olduğu noktada, Hegel, bunun nedeninin özel ve evrensel oluşun Hristiyan ibadetinin görece üst
düzeydeki tekilliği içinde çözülmeyen İslam’daki soyutlamanın aşırılığı
olduğunu iddia eder. Başka bir deyişle İslam, Tanrı’nın Oğlu’nun çarmıhta
ölmediğini kabul etmeyerek, insan ile Tanrı arasındaki köprüyü yıkar ve
böylelikle bireyi kutsalın tekliğinden, insanı da kendi kaderinin yaslı olduğu
kaderini gerçekleştirmesinden uzak tutar. Bu noktada doğal olarak kronolojik
dünya tarihinin dördüncü bölümünde, “Alman Dünyası” başlıklı bölümde MS 7.
yüzyılda ortaya çıkmasına karşın, İslam’a anlamsız da olsa neden bir yer
ayırdığı merak edilecektir. İslam, Nosyon’a doğru yaşanan yükselişin içinde
tarihsel bir açmazı temsil ediyor olmalıdır, ondaki sürelilik, kendi içinde
herhangi bir telos (amaç) bulamaz ve
O, tarihin alacakaranlığında ricat etmektedir. Böylelikle onun müminlerinin
imana dönük aşırı bağlılıkları, onların bireyciliğe atılmış bir çapaya muhtaç
olan, modern evrensellik temelindeki gelişimlerini engelleyen bir bariyer
olarak iş görmektedir. Hegel için bu artığın katastrofik sonuçları vardır:
“Burada öznellik canlı ve
sınırsız bir enerjidir. Bu enerji, saf anlamda olumsuz bir amaca sahip seküler
hayatın içine girer, kendisi ile meşgul olup dünyaya müdahale eder ve bunu
Tek’e (Tevhid) dönük kulluğu teşvik etmek suretiyle yapar. Muhammedî ibadetin
nesnesi saf anlamda zihinseldir. Allah’a ait herhangi bir görüntü ya da temsil
asla hoş görülmez. Muhammed peygamberdir ama hâlâ insandır ve insanî
zayıflıktan kurtulamamıştır. Muhammedîliğin belirleyici özellikleri bu
zayıflığı içerir. […] Bu nedenle Tek’e dönük ibadet bütünün birleşmek için
istifade edebileceği yegâne bağdır. Söz konusu genişleme dâhilinde bu faal
enerji, tüm sınırlar, ulusal ve kast sistemine ait ayrımlar gözden kaybolur;
herhangi bir ırkın üstünlüğü ya da doğum ve mülkiyetle ilgili her türden
politik iddia geçersizleşir: elde sadece mümin olarak insan vardır.”
(Hegel 2001: 374)
İslam, Fransız Devrimi’ndeki Terör döneminde cari
olan felsefî kimliğe benzer bir kimliğe sahip olmalıdır. Hegel’e göre, devrimin
diyalektik zorunluluğu, burjuva yöneticiler eliyle monarşik düzenin
değiştirilmesi, evrenselin özel olanda somutlaştığı rasyonel bir Hristiyan
etosu modeller ya da: "Var olan rasyoneldir; ve rasyonel olan var olandır.”
(Hegel 1991: 20) Ancak İslam, temelde Jakoben Terörü’ndeki soyut birliğe dönük
arayışa daha yakındır: "[…] Tüm kurumların eşitliğin özbilinci ile uyumsuz
olması nedeniyle, yetenekler ve otorite arasındaki bütün farklar iptal
edilmelidir.” (a.g.e., s. 39) Hegel,
mantıksal açıdan söz konusu paralelliği şu şekilde belirler:
“Aynı zamanda Muhammedîlik
en önemli yücelmedir: insan, tüm küçük çıkarlardan kurtulup yücelerek yiğitlik
ve eliaçıklıkla tanımlı tüm faziletlerle birleşme imkânı bulur. Bu noktada
Robespierre’in la liberté et la terreur’ü (Özgürlük ve Terör) gibi
burada da La religion et la terreur (Din ve Terör) aslî ilkelerdir.
Ancak gerçek hayat gene de somuttur ve hâkimiyetle zenginliğe götürecek
fetihlere çıkmak gibi kimi özel hedefler çıkartır insanın karşısına.” (Hegel
2001: 375)
Hegel, Muhammedîlik (İslam) dediği şeye sadece beş
sayfa ayırdığına göre, demek ki ondaki ampirik bilgi sınırlıdır ya da kasten sınırsızdır.
Birçok okur, daha kapsamlı bir ampirik arka plana ve kıyaslamalara ihtiyaç
duyacaktır. Şurası gayet açık ki İsa aksine Muhammed tanrılık iddiasında
bulunmamış, sadece peygamber olduğunu söylemiştir. Analojik olarak, örneğin
Badyöcü söyleniş tarzı dâhilinde ifade etmek gerekirse, Muhammed’in hem İsa
hem de Paul olduğu söylenebilir, peygamber olması ardından O, kendi mesajına
dönük içsel sadakatini ilân etmiş ve bu sadakat üzerinden bizzat kendisi
değişken bir ümmet kurmuştur. Ancak Paul’ün aksine Muhammed, aynı anlama
gelecek bir kopuştan asla söz etmemiştir. En büyük peygamberi Muhammed olan
İslam, Musa ve İsa gibi Yahudi-Hristiyan peygamberler dâhil tüm peygamberleri
içeren tek tanrılı inançlara ait silsilenin “mükemmelliği” olarak temsil
edilmiştir. Ancak gene de “mükemmellik”le ilgili bu diyalektik dil, kopuşun
gerçekliğini örtbas etmemelidir; aniden ifşa olunan bilgi, kendisini somutlayan
yeni ve militan hakikat usulünü başlatmıştır.
Muhammed’in vefatı ardından ilk İslam ümmeti, iki
yüz yıl boyunca iç savaşlar yüzünden bölünür (Halm 1991). Halifelerle belirli
kabileler arasındaki rekabetin hüküm sürüyor olmasına karşın, bu bölünmede
bölgesel bir boyut mevcut değildir. En önemli ayrışma Sünni ve Şia arasında
yaşanandır. Bu ayrışmanın sonucunda oluşan mezheplerin yandaşları birlikte
yaşarlar, hatta aynı halife mahkemelerinde bir arada olurlar. Her ne kadar
Heinz Halm, “Şia sözcüğü esas olarak parti demektir. […] Sünni-Şia ayrışmasında
teolojik ve öğretisel farklılıklar ikincil bir rol oynamıştır.” (a.g.e., s. 1-2) dese de, Hegelci,
dilerseniz Hegel ötesi Hegelci bir perspektif üzerinden bakıldığında, bu tespit
sorgulanabilir niteliktedir.
Allah’ın tekliği, Tevhid, insanlığın parçalılığına
ebediyete dek muhaliftir, Hegel’in tarif ettiği biçimiyle, Allah’ın "saf anlamda
entelektüel" niteliği Şiiliğin insanbiçimciliği tarafından zayıflatılır. Mecid
Fahri’nin tespitiyle, “güvenle varsayabiliriz ki Şiiliğin insanbiçimciliği,
İmamlara kutsal ya da yarı kutsal bir statü atfedebilmekle ilgili bir istek
tarafından koşullanır, aşırı uçtaki Şiilere göre, Allah dönemsel olarak bu
İmamlarda bedenlenir." (2004: 57-58) Bu “istek”, muhtemelen tarihsel
düzlemde belirlenmiş bir olgu olmalıdır.
Muhammed’in halefiyeti meselesi, İslam içinde
hiçbir vakit çözümlenememiştir. Buna tepki olarak “ilk İslamî iç savaş”ın bir
tarafı olan Haricîler hareketi, Hegel’in eşitliğin soyut özbilinçliliği olarak
tarif ettiği şeye oldukça yakınlaşmıştır. Haricîler, zalimlerin öldürülmesini
salık vermiş, Halifeliğe karşı şiddete dayalı bir iç savaşın verilmesini uygun
bulmuş, Allah’a ulaşma konusunda tam eşitliği savunmuş, iktidar kurumlarının
yıkılması için mücadele etmiş ve altmışlarda dost Müslümanlar arasında her yanı
kuşatan cahiliyeye karşı İslamî terörü rasyonalize eden Seyyid Kutub gibi,
Müslüman düşmanlarını lânetlemişlerdir. Bugün bile doğrudan soykütüksel bir bağ
dâhilinde Haricîlerin ismi, “İslamî anarşizm”in baştan çıkartmalarına karşı
uyarıda bulunmak amacıyla, Mısır’da kullanılan söylem dâhilinde bir çağrışım
unsuru olarak kullanılmaya devam etmektedir ve Usame Bin Ladin tarafından bile
lânetlenen bu etiket, Ortadoğu’da hayli yaygın bir kullanıma sahiptir (2005:
224).
Statükoyu savunmak ile şiddet yanlısı, literalist-motamotçu Haricî anarşizmini
desteklemek arasındaki ikilik, Muhammed’in kızı Fatma’nın oğlu Hüseyin’in
Kerbelâ’da 671’de katledilmesi ile son bulur. Hüseyin ile birlikte İslam, kendisine ait “Mesih momenti”ni tecrübe eder; Fırat kıyısındaki “şehadet”le
beraber insanlık ile Allah arasındaki insanbiçimci köprü kurulmuş olur.
Statükoya karşı direnişin merkezî İslamî teolojisi olarak Şiilik, Haricîlere
nazaran daha fazla önemli hâle gelir. Artık muhalefet, gerçek sosyal katmanlarda
kökleşme imkânı bulmuş, Peygamber’in ailevî nesebine ait liderliğin desteğini
arkasına almıştır.
Tüm bunlar, Hegelci bir perspektiften, Şiî
İslam’ının Hristiyanlıkla aynı diyalektik türden sayabileceğimiz anlamına mı
gelir? Bu söylenenler, her ne kadar Sünni İslam zalim despotizmin (tiranlığın)
kurucu kışkırtıcısı ya da aracısız soyut eşitliğin (anarşizmin)
gerçekleştirilmeye çalışılması olarak düşünülse de Şiilikte daha makbul
Hristiyanlıkvari bir gerçeklik, dolayısıyla komünist evrenselcilik için benzer
bir temel bulunabileceğine mi işaret eder? Belki de, ama bu tarz anlamsız
diyalektik görüşler, sadece Hegelci teleolojinin yetersizliğini ortaya koyar.
Hegelci perspektiften bakıldığında, Şiiliğin sekülerizmi de kesen bir diyalektik
silsile boyunca gelişmediği gerçeği, dinin esasta teleoloji içinde bir açmaz
olarak kayıtlı kaldığını ve sadece değişmeyen, gerici olabileceğini, ancak
Hristiyanlığın İnsanların Krallığına terk ettiği canlılıkla birlikte patlama
yaşadığını gösterir.
Zizek
ve Badiou’de İslam
Frederiek Depoortere’e göre, Hegel gibi Žižek’te
de İslam, diyalektik arabuluculuğun yanlış yoluna girmiştir. Bu durum, Žižek’in
şu tespitini izah eder:
“İman Üzerine çalışmasının
bir dipnotunda İslam’a yönelik yaptığı o en önemli atıfta Hegel, İslam’ın
Yahudilikle Hristiyanlığı sentezleme gayreti dâhilinde, her iki dinî dünyanın
en kötüsü olarak cisimleştiğini söylemektedir.” (2008: s. 140).
Almond’ın da (2007)
belirttiği gibi, Žižek, İslam’ın kendisini yeniden toparlayıp diğer dinlerin
(örneğin Tibet Budizminin) kolaylıkları ile birlikte küresel kapitalizme dâhil
olmasına izin vermeyen bir canlılığa sahiptir; ancak burada Žižek, hâlâ Hegel’in
sınırlı İslam anlayışını takip etmekte ve temel ontolojik hatayı
sahiplenmektedir. Buradaki hata, “dünyanın ruhu”nun aşılmasına mani olan
teleolojik bir anomali ile ilgilidir. Zira Hegel’in şeması, İslam olayını
değerlendirme ve Şiilikte temeli teşkil eden antropomorfik olayı kavrama
becerisine sahip değildir.
Badyöcü perspektifte durum daha parlak değildir.
Teoride Muhammed’in aktardığı vahiy denilen olayın ve İslam toplumunun kurulmasına ait
“hakikat usulü”nün Aziz Paul’ün militan evrenselciliğine denk olarak
düşünülmesi güç olmamalıdır. Batı kültüründe İslam’ın gelişinin anlamına
ilişkin kafa karışıklığı bakımından Bernard Lewis’ten bir alıntı yapmak yararlı
olacaktır. Samuel Huntington’ın 1997 tarihli Medeniyetler Çatışması çalışmasına örtük destek sunan bir
akademisyen olarak Lewis’in İslamofil olarak suçlanması pek mümkün olmasa
gerektir:
“En geniş manada İslam’ın
gelişi, bir tür devrim olarak gerçekleşmiştir. Yeni din, mevcut öğretileri ve
kiliseleri ezip geçmiş, sadece önceki iki dine eklenen üçüncü bir ahit değil,
ayrıca onların yerini alan yeni bir kutsal kitap da getirmiştir. […] İslam’da
tercihen herhangi bir papaz, imtiyazlı tarikatlar, kastlar ya da herhangi
türden bir mevki bulunmaz. […] Antik dünyanın aksine İslam’da bir köle, kişisel
bir mal değil, tanınmış bir hukukî ve ahlâkî statüye sahip olan bir kişidir.
Çokeşliliğe ve cariyeliğe hâlâ tabi olsa da kadınlar, modern zamanlara kadar
Batı’da bulunmayan haklara sahip olmuşlardır.” (1995: s. 72)
Ancak önemli bir Badyöcü akademisyen olan Peter
Hallwar’a göre, bu devrimci değişime karşın, “İslam, bir olay olma gerçeğinden
muaftır”:
“Muhammed’in vahyi, mevcut
durumun hâkim gerçekliğinden kesin olarak kopsa da açık uçlu bir sadakatin
değerlendirmesine izin vermeyen bir tanım eksikliğine sahip kısa ömürlü bir
anomaliden başka bir şey değildir. Aksine, Muhammed’in sözleri (ilkesel olarak)
peşinen her bir felsefî meseleyi konumlandırır. İslamî felsefe, genel manada
henüz bilinmeyen gerçekliğin geleceğe ait bileşimine yönelmemiş, özgün anlamda
(sonrasında karartıcı) bir yeterliliğin ‘yedeği’ne düşmüştür.” (2003: s. 408)
Kur’an’ın İncil’e ve özelde Paul’ün yazılarına
kıyasla öykünmeci manada daha fazla kural koyucu bir nitelik arz ettiğini
söyleyen Hallward haklı olsa da gene de yüzünü geleceğe dönmüş bir
Hristiyanlıkla geriye bakan bir İslam arasında keskin bir karşıtlık keşfetmek, abartılı bir yaklaşım olacaktır: dışarıdan yapılan bu türden değerlendirmeler,
esasında Hristiyanlığın “mutlak din” olduğunu söyleyen Hegelci çizgiyi farklı
bir felsefî çerçeve dâhilinde tekrarlamaktan başka bir anlam ifade etmez. Bizim
bu noktada sormamız gereken, Badyöcü tutarsız çokluğun ontolojisinin verili
hâliyle tüm meselelerin peşinen nasıl konumlandırılabileceğidir.
Elde başka bir
şey yoksa bile, dinler tarihi, İslam ile Hristiyanlıkta çok sayıda mezhepsel
ayışmanın görülebileceğini bizlere göstermektedir. Örneğin yeni Platonculuk, hem
ortaçağ Hristiyan felsefecilerinde hem de İslam felsefesinde hâkim bir unsur
olmuştur. Kitabın aslına uygun olarak yorumlanmasına ilişkin her iki dinde de
yorumbilimsel ayrışmalar gerçekleşmiştir (örneğin ezoterik bir okuma öneren
İsmailîler). Sünni/Şia ile Katolik/Protestan arasındaki ayrışma, benzeşik bir
nitelik arz eder ve “ilkesel” olarak konumlandırılan felsefî meselelerin
geçerliliğine şüphe ile yaklaşılmasına neden olacak biçimde doğru politik ve
öğretisel otoriteyi ikiye bölmüştür. Dolayısıyla, bizim Müslümanların bu
ayrışmaların sonucu olan mezheplere bağlılığını, bu mezheplerin öncelikle her
şeyi peşinen konumlandırmadığını gösteren bir husus olarak ele almamız gerekir.
Kur’an, kabul gören temel bir metin olarak açık bir rehberliği temsil ediyor
olmalıdır. Hallward’ın İslam’da bulduğu kapalı alan, öznelerin kendi
sadakatlerini olaya eklemlemeleri için gerekli muğlâklıkların yokluğu anlamına
gelebilir. Hallward’ın aksine, bu yönde sonradan ortaya atılan karşı önerme
kanıtının da gösterdiği üzere, Badyöcü çerçeveye duhul eden bir kişi için
İslam’ın özgün olayı kategorilerle pek fazla örtüşmeyecektir.
Badyöcü perspektif üzerinden, her ne kadar
Badiou ve onun ontolojisine bağlı akademisyenler bu konuda bir fikir
yürütmemişlerse de, Şiilik, olumsuz bir şey olarak, olabildiğince katrana benzer bir
olgudur. Muhammed’e ailevî bağlılık üzerinden liderliğin süreklileştirilmesi
talebi, görünüşte özgür bir özne tarafından her türlü sadakat talebini inkâr
etmektedir. Hüseyin’in “şehadet”i de Şiiliğin kurucu mitine dönüştürülmüş,
geçmişi kucaklayan geniş bir duraksamadır ve On İkinci İmam’ın sırra çekilme
süreci olaya ait talepler eliyle aniden ifşa olunmaz, aksine, filizlenen Şii
mezhebine dönük zulme ve uzun bir süre boyunca ailevî bağlantı eliyle liderlik
mantığının yozlaşmasına dönük diyalektik bir tepki olarak gerçekleşir (Halm
1991). Bu bakış açısına göre, o vakit Şiiliği nihai manada bir hınç dini olarak görmek zor
olmayacaktır. Arşin Edip Mukaddem’in de gözlemlediği hâliyle:
“Şii İslam’ının tam da
merkezinde duran, hatanın asaletine ve onun kurucu efsanelerine işaret edemez
miydik? […] İranlıların kendi politik görevlerini ‘gerçekleştirememiş’
Ehli-Beyt üyelerine büyük saygı duymaları kültürel bir tesadüf müdür?” (2007:
186).
Hegel ve Žižek’te de görüldüğü üzere, Badiou’nün
günümüz politik İslam’ına dönük düşüncelerinde temsil olunan, monolitik bir
isim olarak takdim edilmiş İslam’da eksik olan şey, tarihselliktir. Being
& Event (2005) ve Logics of Worlds (2009) çalışmalarını
şevkle takip eden Badiou, politik İslam’dan ilerici ve devrimci bir öznelliğin
doğabileceği fikrina karşı çıkar:
“[…] Eşi benzeri
görülmemiş kriminal araçlar üzerinden petrol kartellerinin meyvelerini toplamak
için batılılarla kapışıp duran, jeneolojik açıdan günümüz politik
İslamcılığının, özelde bu akımın en gerici varyantlarının izah edilmesi, esasında
nafile bir uğraştır. Bu politik İslamcılık, yeni bir dinî suiistimal biçimidir;
doğal (ya da ‘aklî’) herhangi bir mirasa yaslanmayan bu suiistimalin niyeti,
sosyalizm sonrası dönemi bilinmeze sürüklemek ve parçalı kimi teşebbüslerle
yeni kurtuluş yolları icat etmeye çalışanlara Şeriat ve Sünnet üzerinden karşı
çıkmaktır. Bu bakış açısı üzerinden söylenebilir ki politik İslam kesinlikle,
politik deneyimin bugününü üreten imanlı öznelerin hem de ismini hak eden bir
insanlık icat etme noktasında kopuş gerçekleştirmeyi inkâr etmekle meşgul olan,
aynı zamanda daimî bir kurtuluşun mucizevî hamili olarak müesses nizam
üzerinden caka satan gerici öznelerin çağdaşıdır. Politik İslam bugünün
cehaletçiliğinin özne donuna bürünmüş isminden başka bir şey değildir.” (Aktaran:
Toscano 2006: s. 29)
Badiou’nün politik İslam’a isnat ettiği
cehaletçilikle İslam’ın olaysal olmayan karakteriyle ilgili hipotezi arasındaki
noktaları birleştirmek çocuk oyuncağı bir iştir aslında. Kabul etmek gerekir ki
yukarıdaki tanımlama, yirminci ve yirmi birinci yüzyıldaki İslamcı hareketlerin
hepsini değilse de önemli bir bölümünü karşılar niteliktedir. Ancak burada
önemli olan, dinin temellerindeki imkânların ortadan kalkıp kalkmamasıdır.
Žižek ve Badiou’ye göre, mesele politik İslamcıların cehaletçi olmaları bir
yana dinlerinin (Hristiyanlığın açığa çıkarttığı imkânlara kıyasla) kurtuluş
için gerekli imkânları ortadan kaldırıyor olmasıdır.
Velhasıl Hegel, Žižek ve Badiou’nün
Hristiyanlık’ta bulup beğendikleri şey İsa’nın vefatı ve Hegel’deki olumluluk
içi olumsuzluğun terse çevrilmesi olarak diriliş ya da (Badiou’de görüldüğü
biçimiyle) Aziz Paul’ün İsa’nın dirilişine dönük sadakatindeki saf
olumluluktur. Bu üçlüye göre, İslam, Hristiyanlık’taki söz konusu ikilikçi
yapıyı paylaşmamaktadır. Ancak her iki şemayı aşan ve bu yakışıksız
felsefî-teolojik soyutlamaları laf kalabalığına dönüştüren şey ise değişimin ta
kendisidir. Temeller, kendilerini sadece dogmatizm aracılığıyla
inşa edebilirler. Temelden olumlu ya da olumsuz olan Hristiyanlık ya da
Şiilik değil, öznelerin bu çerçeveler içinde ya da bu çerçevelerden radikal
kopuş gerçekleştirme konusunda belli bir beyanda bulunma arzularıdır. Hristiyan
fundamentalist ile İslamî fundamentalisti bir araya getiren, söz konusu kopuş
imkânını reddetmesidir. Bu noktada, Žižek, Badiou vd.’nin İslam’ın
özgürleştirici potansiyeli öldürmesi ile ilgili kesin tespitleri dâhilinde
kalındığı vakit asla anlaşılamayacak, emsal niteliğindeki 1979 İran Devrimi’ni
hatırlatmak anlamlı olacaktır. Ancak önce batıda hayli popüler ve alabildiğine
basitleştirilmiş devrim hikâyelerini unutmamız gerekir. Zira bu hikâyelerde
hep, ya işin başından beri faal olan gerici bir İslamcı güçten ya da devrim
sonrasında İslamcı sağ tarafından ezilen saf bir soldan dem vurulur.[6]
Esasında yirminci yüzyıl İran’ında batı felsefesinin, Marksizmin ve İslamî
ideolojinin karşılıklı döllenmesinden söz edilebilir. Yirminci yüzyıldaki
küresel devrimci hareketin (Gadamer’in terminolojisinden bir aşırma yapacak
olursak) “etkin tarih”in bir parçası olan devrim söz konusu diyalektiğin bir
zirvesi olarak görülmelidir. Bu türden yaklaşımlarda bir kez daha görülüyor ki
batıdaki komünist teori içinde Hristiyanlık, hâlâ hegemonya sahibidir. Kurtuluş
teolojisi üzerinden Latin Amerika Marksizmindeki Katoliklik çelişkili kabul
edilmezken, Marksist teorinin İslamîleşmesine şüpheyle ve inkârla
yaklaşılmaktadır.
Analizimiz, çıkış itibarıyla Humeyni’ye devrimde
merkezî rol vermediğinden soyut kalmaktadır. Humeyni, İran Devrimi’nin en önemli
simalarından birisidir. Sürgündeki rehberlik gücü ve İslam Cumhuriyeti’nin
kurulması sonrası devletin başı olması üzerinden edindiği karizma karşısında
kaleme aldığı felsefî yazıları geri plana itilmektedir. İran’da Pehlevi’nin
devrilmesi ardından oluşan entelektüel ortama rağmen, Humeyni’nin velayet-i
fakih öğretisi, ahlâkî ve politik açıdan muhafazakâr bir İslam yorumu ile
birlikte, devrim öncesinin İslamcı ideolojilerinin takdim ettikleri tüm
yenilikleri “modernist-fundamentalist” bir programın içinde toplamıştır
(modernist ve fundamentalist arasındaki paradoksal bağlanım, Humeyni’yi
Afganistan’daki Taliban’ın ortaçağa özgü İslamcılığından ayrıştırmak için
gereklidir.).
Humeyni’nin ortaya koyduğu tek yenilik, mevcut durumdan özgün
anlamda bir kopuşu ifade eden velayet-i fakih anlayışını kabul ederek İran’ı
bir Amerikan kuklası olmaktan çıkartıp batı bloğuna kafa tutan bölgesel
hegemonik bir güce dönüştürmesidir. Bu anlamda Humeyni’nin ideolojisi,
geleneksel Şiiliğin Sünni çoğunluğa karşı geliştirdiği hıncı batıya yönelten
bir ideoloji olarak görülebilir.[7]
Daha da tuhafı, İran’daki İslamî ideolojinin iki
önemli isminin, Murtaza Mutahari ve Ali Şeriati’nin bu süreçte gözden kaybolmuş
olmasıdır. Bu iki ismin devrimin önemli iki arabulucusu oldukları ve İslamî
devletin pekişmesi ile birlikte gözden kayboldukları doğrudur. Fedailerin ve Mücahidlerin
Marksist gerilla grupları da aynı şekilde tasfiye edilirler ve İran’daki resmî
tarihyazımının dışına atılırlar. Ancak buradaki amacımız, Şii İslam’ının
içindeki imkânları incelemek ve Hristiyan özcülüğünün hatalı kendinden menkul
niteliğini, henüz gerçekleşmiş imkânlar aracılığıyla, en iyi ifşa edecek olanın
da İslamî ideolojiler olduğunu ortaya koymaktır.
Birbirine
Rakip İki Devrimci: Mutahari ve Şeriati
Ayetullah Murtaza Mutahari (1920-1979) ve Ali
Şeriati (1933-1977) Şiiliği devrimci ideolojileri için bir motif olarak
kullanmıştır; benzer yanlara sahip olan iki düşünür gözü dönmüş bir yığın hasma
da sahiptir. Mutahari, Şah’ın devrilmesi ardından, Şeriati’nin fikirlerine
sadık, Furkan isimli bir grup
tarafından katledilir. Her iki isim de Şiiliği devrimci tarzda edinime tabi
tutar ve farklı kitlelere seslenir. Şeriati, kentli seküler aydınların, Mutahari
ilahiyatçıların ve dindarların sevdiği bir isimdir. Hamid Dabaşi, ikili arasındaki
ideolojik yakınlığa ilişkin şunları söylüyor:
“Görünüşte ortaya
koydukları fikirler, iki farklı politik dünya görüşünün ürünü gibiydiler. Ancak
‘İslamî İdeoloji’ye yaptıkları katkılar bağlamında iki isim de aynı devrimci
girişimin parçası idiler.” (2006: s. 157).
Öte yandan, Mutahari’nin ideolojik mirasının
devrim sonrasında devletin söylemini meşrulaştırmak için kullanılmasına karşın
Şeriati’nin kullanılmamasının bir dizi nedeni vardır. Şeriati biyografisinin
yazarı Ali Rahnema’nın aktardığı bir anekdotta, Tahran’daki bir kitapçı,
“Şeriati’nin aziz mi yoksa şeytan mı olduğundan emin” olmadığını söyler.
(Rahnema 2000: s. x). Rahnema, bu noktada kitapçının politik kanaati hakkında bir
şey söylemez, ancak anekdot farklı bir açıdan da okunabilir: kitapçı,
Şeriati’nin fikriyatını da kuşatan muğlâklığa benzer biçimde, ya seküler bir
reformcu ya da mütedeyyin bir Müslüman’dır. Diğer yandan Humeyni, Mutahari’nin
cenaze merasiminde ağlamıştır. 28’inci ölüm yıldönümünde İran Cumhurbaşkanı
Mahmud Ahmedinecad şunları söylemektedir:
“Bugün tüm Müslüman
Milletlerin gelişmesine katkı yapan ve İran’da ortaya konulan özel bir fikir
kaynağı mevcuttur. Bizim başarımızın ve kutsal amaçları gerçekleştirebilmemizin
arkasındaki sır Ayetullah Mutahari’nin yolundan yürümeye devam ediyor
oluşumuzdur.” (İran Üzerine Notlar 2007)
Her ne kadar bu farklılıkların tek bir farka,
Mutahari’nin velayet-i fakih ideolojiyle uyumlu bir din adamı oluşuna
indirgemek mümkünse de, Mutahari değerli görülürken, Şeriati’nin
şeytanlaştırılıp kenara itilmesine dönük değerlendirmeler zayıf kalmaktadır.
Oysa bu iki düşünürün arasındaki ayrılık noktası, Şiiliğe ve din adamları kurumuna
dönük yaklaşımlarında aranmalıdır. Her iki isim de Şiiliğin verili durumu ve
devrimci bir ideoloji olarak sahip olduğu kifayetsizliği yoğun biçimde
eleştirirken, Mutahari’nin diyalektik ve devrimci Şiiliği Şiiliğin fıkhî
ilkelerini muhafaza ederken, Şeriati’nin Şii İslam’ı ağırlıklı olarak isyana,
eşitliğe ve evrenselliğe vurgu yapan tasnif edilmiş bir anlayışa denk düşer.
Dabaşi’nin de tespit ettiği üzere, “Şii fıkhına ait güncellenmiş söylemi
meşrulaştırma noktasında Mutahari’nin eline kimse su dökememiştir. Şeriati ise
Şiiliğin fıkhî yorumbilimsel muhitini onunla çatışma içinde ve ona dışsal olan
kendi modern söylemi ile buluşturmuştur.” (2006: s. 201). O hâlde bu noktada
vurgulanması gereken husus, Mutahari’nin diyalektik Şiiliğinde geleneğin muhafaza
edilmesi ile Şeriati’nin kendine has icadı arasındaki farktır.
Mutahari bahsinde bu fark şaşırtıcı değildir. O, Humeyni’nin öğrencisi, dostu ve sürgün esnasında İran’daki vekilidir. Ancak o, bir sözcüden de fazlasıdır. Mutahari’nin felsefî ürünleri Humeyni’nkileri aşar,
zira bu çalışmalar, salt batının maddî ve felsefî planda ortaya koyduklarına
hınçla yaklaşarak bunları inkâr etmekle ilgili değildir. Mutahari, batı
felsefesini kusurlu bir biçimde de olsa okur ve teolojik skolastik söylemi
batıdakine denk bir akademik felsefe seviyesine çıkartmak ister. Hem Mutahari
hem de Ali Şeriati’nin babası Muhammed Taki Şeriati, kırklarda komünist Tude
partisinin yükselişine ve genç kentli aydınlar arasında geleneksel Şii hıncına
alternatif teşkil eden bir kurtuluş alternatifi olarak Marksizmin itibar
kazanmasına tanık olmuş isimlerdir (Dabashi 2006; Rahnema 2000)[8] Taki
Şeriati’nin kurduğu Hüdaperver Sosyalistler Partisi, Tude’nin ideologlarına
karşı kendi konumunu korumak için Marksizmle yakın ilişki kurmaya zorlanan
İslamî solun Marksizmin Tude eliyle yaygınlaşmasına karşı geliştirilmiş
doğrudan bir tepkiden ibarettir. Bu yaklaşım üzerinden, inkâr aşamasında ilkin
İslam ve Marx İran’da diyalektik bir ilişki içine sokulur. Mutahari’nin
entelektüel gelişimi, en çok bu ilişkinin doğurduğu gelenek içinde verimli
olabilmiştir.
Seküler Marksizmin inançsız dünyasını reddetme gayretiyle
Mutahari’deki söylem, şaşkınlık ve korku yüklü cümleler üretir. O, bu yola bile
isteye girer, zira Platon, Akinolu Thomas, Kant ve Hegel’e dönük, sözlüklere
özgü düz metinler ve kıt bilgilerle ve bazen de dışlayıcı ifadelerle yapılmış
atıflarla Mutahari, ideolojik planda politik İslam’ı ülkede modern devrimciler
arasında yankılamak derdindedir. Esasta ise Şiiliği bir hınç ve güçsüzlük dini
olmaktan çıkartıp, gücün ve devrimin dinine dönüştürmek niyetindedir. Süreç
içinde kitabî tarihî ve dinî öğretiye karşı çıkmak zorunda kalır. Dabaşi’nin
ifadesiyle, “O İslam’ı ıstıraba ve edilgenliğe ilişkin tüm işaretlerden
kurtarmak zorundadır. Bu nedenle takipçilerini şarkı söyleme, başsağlığı ve
kendini kırbaçlama konusunda sürekli uyarır. […] Öylesine ileri gider ki İmam
Hüseyin’in şehadeti esnasında ev halkı ile birlikte Kerbela’ya geldiğine
ilişkin genel kabul gören anlayışın doğru olmadığını bile söyler.” (2006: 176).
Yazdığı yazılar boyunca çileciliği olması gereken biçimi üzerinden yeniden
tarif eder: "Viet Kong’un insanı hayrete düşüren direnişinin nedeni,
İslam’ın ‘dünya nimetlerinin önemsizliği’ dediği şeydir. Bir Viet Kong
gerillası günlerce saklanır ve bir avuç pirinçle savaşmaya devam eder.”
(Mutahari’den aktaran: Dabashi 2006: 193). Şiiliği modern devrimci söylem ve
pratiğe uydurma gayretine ilişkin yorumbilimsel itirazı, onu Şii İslam’ını
yorumbilimsel açıdan revize etmeye iter. Örneğin Kur’an’ın şart koştuğu,
(maskülen manada bir sözcük olarak) Müslümanların bilgi peşinde koşmaları
gerektiğine ilişkin hükmü şu şekilde tefsir eder: “(Mutahari) o noktada
olağandışı bir dipnot düşer ve Arapçada maskülen olan ‘Müslüman’ sözcüğünün hem
maskülen hem de feminen karakterde olduğunu söyler.” (a.g.e., s. 205). Başka bir ifadeyle, onun tüm radikalliği bağlamında,
sahip olduğu teorik pratik, Şiiliğin fıkhî ilkelerine ait yorumbilimsel
sınırlar içinde cereyan eder; mümkün olduğu ölçüde bu sınırlar geleneksel
anlayışlardan rasyonel tümdengelim temelinde ortaya konulmuş fikirlere doğru
genişletilir.
Elbette Mutahari’nin söyleminin, iki çatışmalı
dünya görüşünün bir araya getirilmesine dönük yüzeysel bir pratiğe işaret
ettiği söylenemez. Tude’deki bilimsel Marksizm türevinin altını oyma gayreti
içinde Mutahari, aynı zamanda Hegelimsi bir İslamcı perspektif olarak
adlandırılabilecek bir çizgi benimser. Örneğin Ruhanî Söylevler isimli çalışmasında Şii mitolojisi, farklılığın
birbiriyle aynı kimliğinin kabulü ve evrensele dönük vurgu dâhilinde Hegelci
kabul edilebilecek bir fenomenolojiye ve etik bir şemaya göre takdim edilir:
“Kerbela şehitlerine ait
olup düşmanlarımızdan nefret ettiğimiz gibi Yezid ve Şimr’den nefret etmek
sınıfsal bir his midir? Hakikatte nefret ve sevgi bizimle ilişkili iken, sevgi
ve nefret hislerimizi her bir grup üzerinden mi tasavvur ediyoruz? […] Esasında
bu meseleye tersten, kişisel ve şahsî olmayan farklı bir açıdan bakabilirsiniz;
sevgi ve nefret, içinde kişisel nefretle ilgili bir meselenin bulunmadığı, salt
hakikatin olduğu tüm beşeriyetle ilgili meselelerdir. Şehitlerle methiyelerinizle
kurduğunuz o bağlar ve düşmanlarınıza dönük nefretleriniz şahsî değil, genel ve
evrensel meselelerdir.” (Motahhari 1986: s. 22)
Bu şema dâhilinde Mutahari, Bütün’ün külliyeti
üzerinden bakılmadığı takdirde, tüm konumların göreceli, dolayısıyla eksik
birer hüküm olduğunu iddia eder. Şiilere atıfta bulunurken, dinî mezhebin ya da
hizbin “sınıf”la ikame edilmesi derin bir ilginin tecessüsünden ibarettir.
Dabaşi (2006), Mutahari’nin Marx okumalarının Farsça çevirilerin yetersiz ve bu
türden konuları tartışacak araçlarla donatılmamış olan din adamları arasında
gelişkin bir entelektüel ortamın olmaması sebebiyle sınırlı olduğunu iddia
ederken haklıdır. Gene de Mutahari’nin sınıfı külliyete, bütünlüğe karşı bir kimlik biçimi
olarak okuması uygun bir Marksist okuma imkânını ortadan kaldırır ki burada asıl mesele, Mutahari’nin Marksizmin altını oymak için Şii ayrımcılığı ile sınıfı
eşitlemesidir. Bu noktada Şiilik de tekil bir bakış açısı ya da hınç kuvveti
olarak yetersiz addedilir. Şiiliğin yegâne hakikati evrensel standartları
karşılayan bir hakikat olmalıdır. Mutahari’nin misyonu, bu nedenle İslam için bu
rasyonel ve evrensel bakış açısını ve bu bakış açısı için İslam’ı
sahiplenmektir. Örneğin şu tarz bir sorar: “Hazret-i Ali’nin (ra) neden
mükemmel bir insan olduğunu düşünüyoruz? Çünkü O, toplumun acısını kendi etinde
hissetmiş, onda ‘Ben’ ‘Biz’ olmuştur. […] O, tüm bir gövdenin bir kolu, bir
organıdır.” (1986: s. 10).
Şiiliğin revize edilmesine ilişkin gerekliliklerden
biri, onu evrensel standartlarla örtüştürmek, diğeri de Mutahari’yi yaygın Şii
ilkeleri inkâr etmeye eden, ideolojik planda devrimci bir teoloji temin
etmektir. Mutahari’nin Şiiliği yorumbilimsel açıdan yeniden yazma gayreti
içinde cereyan eden hareketlilik, yeninin imkânlılığına kapı açan diyalektik
bir olayın oluşmasını sağlar. Bu, Humeyni gibi işlevselci fundamentalistlerin
tahayyül edemeyecekleri bir kopuşa işaret eder.
Eldeki İslamî öğretiyi köklü biçimde nasıl
sorguladığına ilişkin diğer bir örnek de İnsan
ve Kaderi isimli çalışmasında bulunabilir: Mutahari, burada İslam
felsefesinde her daim tartışmalara neden olmuş olan takdir-i ilahi (kader)
meselesini ele alır. Esas mesele, Şiiliğin 12. İmam’ın dönüşüne olan imanlarına
bağlı olarak, Sünnilikte de önem arz eden, Mütezile’nin geri düşüşü sonrası
hâkim olan Eşari Okulu’nun kader anlayışının benimsenmiş olmasıdır (Fakhry
2004). Rasyonalist Mütezile’ye aykırı olarak Eşari öğretisi, insanın hürriyet
imkânını kısıtlar, zira “Allah’ın dünyada mutlak her şeye kadirliği ve
hâkimiyeti ve O’nun ahlâkî ve dinî hükümlerinin kesinliğine bağlı olarak insan
denilen fail seçim yapma ya da bir şey yapma ile ilgili bu sahnede herhangi bir
role sahip değildir ve o bu türden bir iradeyle tek bir ahlâkî ya da dinî meyve
toplayıp yiyemez.” (a.g.e., s.
210-211). İnsanlığın özgür iradesi ile takdir-i ilahi meselesi, bitmek tükenmek
bilmeyen dinî bir meseledir ve bu, Marx’ın teleolojik komünist dünya görüşünde
cisimlenen iradecilikle ilgili güçlükten pek de farklı değildir.[9] Aynı
şekilde, Mutahari için de önemli olan, ideolojik takdir-i ilahi anlayışını geri
plana itip faal bir Şii öğretisi oluşturmaktır. Bu meselede o, kader ve özgür
irade arasındaki ikiliğe ilişkin geleneksel konumdan farklı bir konum alır ve
meseleyle ilgili geleneksel Kur’anî tefsir bakımından ilgili ikiliğin aşkıncı
bir eleştirisini yapmaya çalışır:
“İki ayetin çelişkili
kabul edilmesinin nedeni, skolastik teologların ve bazı Kur’an yorumcularının
kaderin insanın özgür olmadığına işaret ettiğini düşünmelidir. Onlara göre,
kader ve özgürlük asla birbirleriyle bağdaşmazlar. Bu kesime göre, her şeyin
Allah’ın Bilgisi dâhilinde olması, her şeyin O’nun tarafından önceden
belirlenmiş olduğu anlamına gelir. […] Şimdi imana ve kadere dönük inanç ile
Allah’ın her şeye kadirliği ve her şeyi bilmesi arasındaki çelişkiyi çözecek
üçüncü bir görüş geliştirmenin mümkün olup olmadığına bir bakalım. Eğer böylesi
bir önerme bulabilirsek, Kur’an ayetlerini yorumlamaya gerek kalmayacaktır.”
(Motahhari 2008: 1. Kısım)
Devamında Mutahari, kader anlayışını ikiye ayırır:
“Görünüşe göre, biri kaçınılmaz, değiştirilemez, diğeri kaçınılmaz olmayan ve
değiştirilebilir olan iki çeşit kader ve alınyazısı vardır.” (a.g.e.) Diyalektik hareket işte burada
başlar. Mutahari, buradan dikkate değer bir sonuç çıkartır: kader, kaderin
kendisindeki bir değişim olmaksızın değiştirilemez. Kader, kendini inkârlar
dizisi içinde içten içe böler ve kaderin içindeki karmaşık değişime
insanın failliği duhul eder. Bu noktada uzun da olsa, Mutahari’nin
önermesindeki derinliği göstermek için bir alıntı yapmak anlamlı olacaktır:
“Dolayısıyla
ilahi manada emredilmiş olana karşı ilerleyen ya da nedensellik yasasının
gerekli kıldığı her türden etmen bağlamında bir kader değişimi mümkün değildir.
[…] Ancak değişime yol açan etmen bağlamında, kaderdeki bir değişim sadece
Allah’ın emrettiği şeyin bir tezahürü olarak mümkündür. Bu söylenen, her ne
kadar tuhaf görünse de esasta kaderin ancak bir başka kader tarafından
değiştirilebileceği ile ilgili bir meseledir. […] Eğer kader ve alınyazısının
ilahi yönü üzerinde düşünürsek, bu yön dâhilindeki bir değişim, semavî
dünyadaki, İlahi Bilgi’de ve meleklerin getirdiği tablet ve kitaplardaki bir
değişimi ifade eder. O hâlde Allah’ın Bilgisi’nde hâlâ bir değişim yaşandığını
söyleyebilir miyiz? Üstelik belirli dünyevî işler, özellikle insan iradesinin
ve eylemlerinin semavî dünyada ve meleklerin tuttuğu kayıtlarda değişimlere yol
açtığını kabul ettiğimizde şaşkınlığımız iyice artar.” (Motahhari 2008: 5.
kısım)
Başka bir deyişle, insanlık, Allah’ın bilgisine,
semavî dünyanın iç yönelimine tesir eder ve ebedî Hukuka ait her türden kavramı
hükümsüz kılar. Tüm bunlar, Kur’an tefsirinden değil, mantığın kendi
eleştirisinden çıkarsanır. Bunun dışında bu argümanın amacı, insanlığın
iradesinin zirveye ulaşması ile semavî olanın tümüyle içerildiğine işaret eder
mi? Eğer böyleyse, bu, İslamî bir perspektiften, Hegelyan manada Tanrı’nın Geist tarafından içerilmesi fikri gibi
bir şey midir? Mutahari’nin iddiası bu yönde:
“Dünya ister kâinatın
merkezi olsun ister olmasın, insan kâinatın amacıdır. ‘Kâinatın amacı’
ifadesiyle ne kastediliyor? Bu ifade, biz ister insanın kendiliğinden oluşmuş
bir varlık isterse başka hayvan türlerinin bir devamı olduğunu düşünelim,
doğanın kendi evrimsel süreci içinde belirli bir yönde hareket ettiği anlamına
gelir.” (Motahhari 1986: s. 20)
Ayetullah Humeyni’nin İran’daki sağ kolu olan Murtaza
Mutahari, burada karşımıza aşırı hümanist bir İslamî revizyonist olarak
çıkmaktadır. Kur’an, ebedî bilgi kaynağı olarak reddedilmekte, insanlık,
düşüncenin evriminin son noktası olmakla dünyadaki irade olarak zuhur etmektedir.
Bu diyalektik olaya uzanan yol, yorumbilimsel fıkhî analizden yola çıkılarak
yapılan diyalektik tümevarımlar dizisi üzerinden, hâlâ reddedilmiş emirlerin
gerekli kıldığı unsurları içermektedir. Mutahari’nin düşüncesindeki olay,
tümdengelimleri ve önermeleri ne denli radikal olursa olsun, nadiren
rasyonalite lehine tefsiri bir kenara atıyormuş gibi görünse bile, nihayetinde
yorumbilim muhitinin otoritesine bağlıdır. İşte Mutahari’yi Ali Şeriati’den
ayıran temel felsefî fark budur.
İki düşünür, bazen Hüseyniye-i İrşad’da
işbirliği içinde hareket etse de Mutahari, Ali Şeriati’nin popülaritesine karşı
koyamayıp onun İslam’ı kitabî olmayan edinimi karşısında şaşkına dönerek, 1971
gibi erken bir tarihte bu çalışmadan ayrılır (Martin 2000: s. 79). Şeriati, ne fundamentalist
olan ne de Marx ile İslam’ın diyalektik bir yakınlaşmasını ifade eden politik
bir İslam önerir. Ona göre İslam, yeniyi kendi içinden dışsal belirlenimlerden
tümüyle azade olduğu takdirde çıkartabilir. Başka bir deyişle, politik İslam
Badiou’cü tüm nitelikleri haizdir.
Şeriati’nin
İslam’ı Olayı
Daha önce ele aldığımız biçimiyle, Şeriati’nin
politik oluşumu, Mutahari ve babası Taki Şeriati’nin de paylaştığı teorik
yakınlaşmaya, İran’da baş göstermiş, Marx ve İslam arasındaki diyalektik
ilişkiye dayanır. Bu eğilim dâhilinde Marksizm, onun İslam’a diyalektik manada
içerilmesi suretiyle reddedilmektedir. Ama mesele tam da buradadır.
Mutahari’nin diyalektik yorumbilimi her ne kadar
yeniyi yaratsa da bu mevcut öğretiden radikal bir kopuşu değil, o öğretiye
dönük yeni bir eklemeyi ifade eder. Diğer yandan, Şeriati’nin bu gelenekten
kopuşu ise 1959’da Paris’teki eğitiminin ardından açık biçimde tecelli eder.
Burada Şeriati, sosyal özeleştiri ve entelektüelizmin her şeye kafa tutan
ortamının etkisi altına girer. Fransız oryantalist Louis Massignon’nun
öğrencisi olan Şeriati, kendi İran kültürünün ve İslam’ın hiç farkında olmadığı
yönlerini, Frantz Fanon ve Jean-Paul Sartre’dan ise varoluşçuluğu ve “Üçüncü
Dünya”cı devrimci teoriyi öğrenir. Eklektisizm ya da stratejik Leninizm olarak
tarif edilen, teoriler arası verimli döllenme süreci de böylelikle başlar.
Ali
Rahnema’nın iddiasına göre, Şeriati “birinci sınıf eklektik olarak kısmen
Müslüman, kısmen Hristiyan, kısmen Yahudi, kısmen Budist, kısmen Mazdekî, kısmen
Sufi, kısmen heretik, kısmen varoluşçu, kısmen hümanist ve kısmen şüphecidir.”
(2000: 370). Ancak tıpkı Mutahari’deki Hegelimsi Şiilik yorumunun bugüne dek
pek fark edilmemiş olması gibi, Şeriati’nin yöntemine dönük herhangi bir teorik
tefsir çalışması da yapılmamıştır.
Eklektisizm, fikirlerin epistemolojik ya da
ontolojik çatışma imkânlarına bakılmasızın eşzamanlı olarak bir arada
tutulmasını ifade eder. Şeriati’nin dayandığı kaynak çeşitliliğine ait çatışma
noktalarını arkasında bıraktığını iddia etmek elbette ki mümkün değildir ancak
en azından yürüttüğü tartışmanın yapısının bu çatışma noktalarını geride
bırakmayı amaçladığını söylemek gerekir.
Devrim, aşk, kadınlar, İslam, Marx ve modernite
ile ilgili tezlerinde Şeriati’nin üzerinde durduğu yapı sürekli ikilikle
maluldür. Bu ikilikler çözüme kavuşturulmaz ancak yeninin imkânlılığı adına her
daim eksik kabul edilir. Şeriati, ne sentezle ne de inkârın inkârı ile tatmin
olan bir isimdir. Şeriati’nin çalışmalarının başlıkları bile bu diyalektik
karşıtı yaklaşımı ifade eder: Dine Karşı
Din, Fatıma Fatıma’dır vb.
Başyapıtı olarak nitelendirilen Fatıma
Fatıma’dır isimli çalışmasında Şeriati, Doğu kadını ve Batı kadını
arasındaki ikilikleri başarılı bir biçimde ele alır ve buradaki yetersizlikleri
ifşa eder. Örneğin ona göre, Batı’nın özgürleşmiş kadınına karşı
gelenekselciliğin Müslüman kadın tercihi, iki kötülük arasında çözüme
kavuşturulması mümkün olmayan bir tercihtir.[10] Kendi verdiği cevap, her iki
tercihi eksik addeder ve kendi özgün toplumsal durumu dâhilinde İranlı kadınlar
ve batılı kadınlar için de aynı şekilde geçerli, bu önermelerin her ikisini de
reddedecek yeni bir devrimci yol önerir. Belirli bir gelişme içinde kendisini
ifşa eden bu yapı, her daim tercihlere ait ikiliği geri plana itme ve böylelikle
bu tercihlerde içerilen tercihleri de anlamsızlaştırmayı amaçlar.
Dine
Karşı Din’de Şeriati, gerçek dini statükoya
karşı çıkan evrensel bir tektanrıcı din olarak tanımlar ve Şeriat ile
gelenekteki taşlama gizli bir çoktanrıcılık (şirk) teşkil edecek biçimde
evrensel tektanrıcılığın (tevhid) ahlâkî emrini geçersiz kılar. Onun
ifadesiyle:
“Dinden bahsediyorum, ama
gerçekleşmiş ve topluma hükmeden bir dinden bahsetmiyorum. Aksine, tarih
boyunca topluma hükmetmiş bir dini ortadan kaldırmayı amaçlayan bir dinden
bahsediyorum.” (Shariati 2003: s. 40).
Bu yaklaşım, dünyayı iki duruma ayırır: çoktanrıcılık ve devrimci evrensel tektanrıcılık.
Söz konusu ayrım, Badiou’nün olay etrafında dünyevîliği ayırmasına pekâlâ
uyarlanabilir. Fatıma Fatıma’dır’da
ise Şeriati, Badyöcü olayın hakikat usulünü tam olarak tarif eder:
“İslam’da
âlimler, irfan sahibi kişiler değildirler. Bunlar, hiçbir şeyi garanti
etmezler. Bir avuç bilgi bile yoktur bunlarda. Bilim, yüzlerce parça bilgi ve
malumattan oluşmaz. Kalplerinde bir ışık demeti, Allah’ın nuru vardır. Mesele,
tanrısal bilim, aydınlanma ya da gnostisizm değildir. Mesele, her biri bilimsel
bilginin tipleri olan, kimya, fizik, tarih, coğrafya, içtihat ya da mantık da
değildir. Bir bilim, sahip olduğu bilgisi, sorumluluk, rehberlik eden bilgi ve
fikirlerin örgütlenmesinden doğduğu vakit aydınlanır.” (Shariati 1996: s. 98)
Burada Şeriati, birer milleti ifade etmeyen Elen
ve Yahudi’nin irfan ve cehaletçiliğe ait birer öznel eğilim olarak manaya katkı
sunmadığını söyleyen Aziz Paul’ü yankılar. Şeriati, dinin belirli bir bilimsel
bilgi tipine indirgenmesine karşı çıkar. Bilim, yeniye açılan öznel bir kapıya
işaret eden bir yapı olduğu yerde, bu yaklaşım esasında basit bir sınıflandırma
gayretinden başka bir şey değildir. Zira “sorumluluk” “sadakat olarak
okunabilir ve “bir bilimin ışıkla aydınlandığı” an ise “olay” olarak
nitelendirilebilir. Mutahari de şu cümleleri sarf ederken, Şiilik üzerinde
“kendine özgü” bir otorite tesis etmeyi amaçlamaktadır:
“Fizikte tanık olduğunuz
üzere, bir bilim gelir ve yeni bir okul takdim eder. Sonra herkes onu takip
eder. İçtihatta da durum bu şekildedir. Bu kadar ulemanın olmasının nedeni,
bunlardan birisinin yeni bir okul kurmayı başarabilmiş olmasıdır.”
(Mutahari’den aktaran: Dabashi 2006: s. 199).
Ancak içtihada ait söylemin
tuzağına kapılan Mutahari, Şeriati’nin gerekli gördüğü radikal olayı tahayyül
edemez. Bu noktada Şeriati’nin felsefesinin kendi içinde bir olay olmadığını
söylemek mümkün müdür? Fıkhî yorumbilimsel bir çerçeve dâhilinde İslam ile
Marx’ın diyalektik yakınlaşması gayretinden uzak duran Şeriati, sıfır
noktasından (tabula rasa) rehber niteliğindeki yeni bir ilke ortaya koyar.
Dabaşi’nin de tespitiyle, “Tarihsel planda aşağı yukarı aynı dönemde yaşamış
isimlerden farklı olarak, gerçekte ve mümkün olan en geniş kapsam dâhilinde,
Şeriati ışığı gördüğüne kanidir.” (2006: s. 145). Bu noktada Şeriati, Hz.
Muhammed’in vahyiyle ilişki kurar, kızı Fatıma burada (Badiou’nün politik
İslam’ı şiddetle eleştirdiği temelde) ebedî Hukuk’a dönük münacatı (yardım dilemeyi)
değil, unutmanın gerekliliğine, unutmanın yeninin imkânlılığına kaçınılmaz
olarak kapı aralayacak oluşuna işaret eder.
Dolayısıyla, Şeriati’nin programı cehaletçi politik
İslamcıların ilk ideal topluma dönük münacatından radikal manada farklıdır. Ona
göre, Muhammed’in kızı Fatıma, basit anlamda “bir model, ideal bir örnek ve bir
kahramandır.” (Shariati 1996: s. 79) zira çok az sayıda Müslüman, onun hakkında çok
az şey bilmesine karşın Fatıma’yı, onun haşmetini ve gücünü tüm kalpleriyle
kabul etmişlerdir.” (a.g.e., s. 84).
Şeriati’nin yöntemi tıpkı peygamber için tarif ettiği yöntemle aynıdır, O
“biçimi, toplumda derin kökleri olan, insanların nesilden nesile alışkın
oldukları geleneği muhafaza etmiştir. […] ancak Hz. Muhammed içeriği, ruhu,
yönü ve geleneklerin pratik tatbiklerini devrimci, kararlı ve doğrudan bir
tarzda değiştirmiştir.” (a.g.e., s. 104). Başka bir deyişle, Paul gibi Peygamber de “evrensel bir tekillik”i kabul
etmiştir. Ancak Şeriati’ye göre, tektanrıcılığın (evrenselciliğin)
çoktanrıcılığa doğru yozlaşması tarih boyunca yinelenen, Musa, İsa ve Muhammed
sonrası gerçekleşen bir tecrübedir. Evrenselcilik, herhangi bir özel tarihsel
temele sahip olamaz, zira o, oluşa ait bir eylemdir.
Sonuç
(Eşiğimizdeki Din)
Makalenin bu ikinci bölümünde Hristiyanlığa ait mirasın
Alain Badiou ve Slavoj Žižek tarafından yapılan en katı komünist müdafaasının
önemli derecede Hegel’in İslam anlayışına benzer bir anlayışa yaslandıklarını
göstermiş bulunuyoruz. Bu isimlerde İslam, evrensellik testinden geçemiyor: ne
dünyanın ruhunun teleolojik açınımına (Žižek) denk düşüyor ne de Badyöcü Peter Hallward’un tespitiyle, Aziz Paul’ün Hristiyan imanı üretiminin uyum
göstermeyi bildiği militan “hakikat usulü” anlayışına tam manasıyla uyum
sağlıyor. Ancak İslam’a dönük bu hayli soyut suçlamaları alıp bunları somut
Sünni-Şii ayrımının temeli kılmak suretiyle, İslam’ı Hegelyan bir teoloji içine
sokmayı beceremesek ya da onun Badyöcü bir olay olduğunu ispatlayamasak bile
(diyelim ki böylesi bir şey mümkün), biz en azından Hristiyan özcülüğün
açıklanmasına imkân veren ön varsayımların bir kısmından kurtulabildik. Aynı
şekilde Ayetullah Murtaza Mutahari ve Ali Şeriati’nin felsefelerine ve onların
Şii İslam’ına ile ilişkilerine dönük analizimizde bu isimlerin dinden Seyyid
Kutub ya da Usame bin Ladin gibi İslamcıların cehaletçiliğine ait lens
aracılığıyla algılanamayacak radikal ve devrimci bir program için dinden
istifade etme tarzlarındaki özgünlüğü gösterme imkânı bulduk. Evrensel ve
devrimci bir olayı amaçlayan Mutahari ve Şeriati, Şii İslam’ını hınç
geleneğinden çıkartıp, onu temelde yeniden inşa etmeye çalışmaktadır. Ancak din
içindeki gerçek radikal kopuşu gerçekleştirebilen sadece Şeriati’nin
anlayışıdır. Mutahari ise Şiiliğin fıkhî yorumbilimsel muhitine ait sınırlar
dâhilinde kalıp kendi kopuşunu süreklileştirmek istemiştir.
Burada yaptığımız analiz ışığında, Paul’ün
evrenselciliğin kurucusu olduğu tezini hâlâ kabul etmek mümkün müdür? Bu tezin
yol açtığı tutarsızlıklara daha önce değinmiştik; üstelik Paul’ün
evrenselciliği kurduğunu göstermek için 107 sayfa boyunca gayret sarf etmiş
olan Badiou bile sonuç bölümünde söz konusu tutarsızlıklardan bahsetmiştir. Aziz Paul: Evrenselciliğin Kuruluşu (2003)
isimli çalışmasının sonuç bölümünde, bu iddianın “haddini aşan” bir iddia
olduğunu, evrenselciliğin kuruluşuna ait izlerin “Arşimed’in şu veya bu
teoreminde” ya da “Elenlerin belirli politik pratiklerinde” bulunabileceğini
söylemiştir. Buna karşın Slavoj Žižek, her hâlükarda kendi cüretine dönük her türden
uyarıyı reddeder ve sadece Paul’ün önemini değil, ayrıca İsa olayının ontolojik
önemini de herkese kabul ettirmeye çalışır ve bunları diğer tüm dinleri
reddetmenin bir standardı olarak kullanır.
Yüzü teolojiye çevirmek, ille de felâketle
sonuçlanmak zorunda değil. Paul ve Hristiyanlığa kıymet vermek, hâlâ
yirminci yüzyıldaki Katolik olmayan “Üçüncü Dünya”cı komünist hareketlerin
insancıllığındaki hata aleyhine kültüralist bir hipotez üretme imkânı vermektedir.
Bunun bir ifadesi de Dayan Jayatilleka’nın (2007) küresel, devrimci hareketin
çöküşüne ilişkin izahatında bulunabilir.
Her şeyden önce Batı hegemonyasına
dönük sistem karşıtı bir “direniş”in küresel sahnesini teşkil eden İslam’la
müstakil bir felsefî ve tarihsel bağlılık ilişkisi içine girmeksizin yapılan
Hristiyan evrenselciliğine dönük vurgu, kendi özgül varlığını yüceltmekle ve
tehlikeli bir biçimde Samuel Huntington’ın Medeniyetler
Çatışması (1997) tezinin sol bir varyantı olmakla sonuçlanır.
Tüm bunlar dikkate
alındığında, o vakit yüzü teolojiye çevirmek neye hizmet eder? Badiou, Žižek ve
diğer isimler teosofiye neden belli bir sorumluluk yükleme ihtiyacı duyuyorlar?
Entelektüel bir faaliyet olarak, antik ve modern medeniyetin doğumunu
koşullayan teolojik mesele, şüphesiz ki politikamızın ve epistemolojimizin
tarihselliği ile uzlaşmanın bir parçasını teşkil eder. Ancak kesin olan şu ki
eğer komünizm gelecekte herhangi bir anlam kazanacaksa, kapitalizme karşı
küresel kurtuluşçu mücadele yeniden doğacaksa, o vakit bu geleceği
gerçekleştirmemizi mümkün kılacak olan, “sanki” bizler mutlak imkânlılığa ait
temelin üzerindeymişiz ve (özel bir tarihsel ve dinî usule dayanmayan) aşkın
bir evrenselcilik üzerinden ilişki kuruyormuşuz gibi hareket etme
kabiliyetimizdir.
Nathan Coombs
Dipnotlar
[1] Sol güçlerin İslamcılığa dönüşleri Ortadoğu’da
birçok kez gözlemlenmiş bir durumdur: İran Devrimi’nden Halkın Mücahitleri ve
Tude, Türkiye’de İslamî kimi eğilimlere yönelen PKK örnek olarak verilebilir.
Genel kabule göre, birçok İslamî hareket, “sosyalist” Arap milliyetçisi
rejimlerin yarattığı tatminsizlik içinde büyümüşlerdir. Yani FKÖ’nün yerini
Hamas’a bırakması gibi örneklerde, aynı davaya baş koymuş olunsa bile,
militanlık seküler ideolojilerden İslamî ideolojilere geçmiştir.
[2] Hardt ve Negri’nin Empire (İmparatorluk -2000) isimli çalışması, söz konusu kaymanın en
açık örneğini teşkil eder. Alain Badiou, ilgili sapmayı, ilk baskısı 1986’da
Fransa’da yapılmış olan Being and Event’i
(Varlık ve Olay -2005) takip eden tüm çalışması boyunca en açık biçimiyle
gerçekleştirmiş bir isimdir. Ayrıca Michel Foucault’nun İran Devrimi’ne yönelik
coşkusunun kaynağının da onun gözleri önünde yeni bir komünist öznenin doğmakta
olduğuna ilişkin inancı olduğu söylenebilir: onun ifadesi ile söz konusu özne,
“Kolektif İrade”dir.
[3] Marx’ın Bakunin’i ihraç etmesi, hem komünist
örgütler içindeki bir eğilim hem de biçimsel bir manifesto olarak anarşizmin
bastırılmasına ilişkin sayısız örnekten bir tanesidir. Bu özgül olayın analizi
için bkz.: Robertson (2003).
[4] Slavoj Žižek’in kitabî olmayan açık
Hegelciliği bu noktada ayrı tutulmalıdır. Yüzyıl süresince birbirinden farklı
Hegel yorumu yapılmıştır. Alexandre Kojeve’in İngiliz-Amerikan akademyasında
-özellikle Francis Fukuyama’da; Jean Hippolite’in yirminci yüzyıl Fransız
düşüncesinde etkili olan okumaları, esasta Nosyon’un tarihte açıldığı ve
Bütün’ün kapalı bir sistem olduğu, yani “tarihin sonu”na ulaşabileceğimizi
söyleyen temel Hegel’ci önermeye bağlı kalan okumalardır. Ancak Žižek, tutarlı
biçimde açık bir Hegel’cilik önerir. Hiçbir şekilde sona ulaşmayan, Mutlak’ın
içinde hiçbir çözülmenin gerçekleşmediği bir Hegel’ciliktir bu. Žižek, Widder
(2002: s. 158) gibi birçok yazar tarafından, Hegel’i gevşek bir Lacancı yoruma
tabi tutmakla eleştirilmiş, ayrıca “gerçek Hegel”e yönelik müdafaalar
noktasındaki yetersizlikle ilgili olarak, Gunkel (2008) gibi kimi yazarlarca da
desteklenmiş bir isimdir. Ancak bilebildiğim kadarıyla, Žižek’in Hegel’ciliğinin
sistemin ontolojik düzlemde tutarlı bir yeniden düşünülmesi olduğu sonucuna
ulaşan çok az kişi vardır.
[5] Açık bir ifade ile söylemek gerekirse,
Baidou’ya göre, mevcut olan yegâne tarih, olaylara ilişkin hakikat usulüdür.
Olayın ötesinde ya da aracı olayların ötesinde, henüz bir olayca koşullanmamış
herhangi bir tarih yoktur. Onun izahatına göre: “Eğer tarihselliğin olabilmesi
için olaysal kimi mahallerin gerekli olduğu kabul edilecek olursa, o vakit
olaya müteakip belli bir gözlemde bulunmak mümkündür: tarih doğallaştırılabilir, ama doğa tarihselleştirilemez.” (2005: s. 176). Buradaki kilit kelime
“eğer”dir, zira tarihselliğin olaysal mahallere bağımlı olup olmadığı ya da en
azından statükodan radikal kopuşların yokluğunda, genel anlamda işlevsel her
türden tarifin veya izah edici bir çerçevenin tarihsel neden-sonuç ilişkisini (veya
anlamını) belirleyip belirlemeyeceği tümüyle net değildir. Bu konuda egemen
güçlerin keyfî olarak aldıkları kararların dönemsel açıdan belli bir anlama
sahip olabilmeleri, hatta geçmişte anlamlı kimi konumlara yerleşmeleri örnek
olarak gösterilebilir.
[6] İran’daki Sol ve İslamcılar arasında yapılan
bu ayrımların ve muğlâk tasnif teşebbüslerinin yanlışlığı için Ali Rahnema’nın
Ali Şeriati biyografisi (Coombs 2008) ve Mazyar Behruz’un İran’da solun tarihi
ile ilgili kitabı (Coombs 2008b) için kaleme aldığım eleştirel makalelere
bakınız. Hamid Dabaşi de şu oldukça ilginç pasajı aktarıyor: “Kabalistik
gelenek dâhilinde Tude partisinin kendi kutsal rakamları vardı, en önemlisi
‘elli üç’tü, bu, ülkede tohumları atan ve sonradan partiyi kuran ilk
Marksistlerin sayısıydı.” (2006: s. 15).
[7] Humeyni, tüm yazılarını fesatçı, her şeye
kadir olduğunu düşünen “Batı”ya bir tepki olarak tasarlar. Seküler hukukî
yapılardan İslamî fıkhın farklı olduğunu iddia etmesi bile bununla ilgilidir. İslam Devleti isimli çalışmasında şu
tespiti yapar: “Bugün çilesini çektiğimiz şey, suçlularının istediği her şeyi
aldığı şu yanlışa sevk edici propagandanın ortaya koyduğu sonuçtur, bu bizi
İslam’ın devlet oluşumu için gerekli ilke ve kuralları ihtiva ettiğini
ispatlamak için yoğun bir çaba ortaya koymaya zorlamaktadır.” (Khomeini: 1979: s. 14). Humeyni’nin hıncı, Nietzsche’nin Ahlâkın
Soykütüğü isimli çalışmasında “köle zihniyeti” olarak alay ettiği şeye
yakın bir yapıyı takip eder. Kendi hakkı için olumlu ve kurucu bir güçle sürece
müdahil olamayan köle efendisini sadece şeytanlaştırabilir ve hayatın bizatihi
kendisine ait olan olumlu güce karşı çıkar. Ancak devrimci bir lider olarak
Humeyni, toplumdaki kuralsızlıktan istifade etmeyi bilir ve köle zihniyetini
faal bir politik güce dönüştürür. Kırk günlük yas merasimlerini kitlesel
gösterilere dönüştürmesi, sadece etkin bir seferberlik tekniği değil, ayrıca
Giorgio Agamben’in (2005) işaret ettiği, Hristiyan eskatolojisindeki mesiyanik
yapıya benzer bir iş görür. Dabaşi’nin de tespit ettiğimi biçimiyle, “Tarihsel
hatıraların bu türden yeniden toplanması sürecinde, zaman büzülür ve kronolojik
yarık kapanır. Tarihdışılık, hiçliği ifade eder.” (2006: 421). Açıktan ifade
etmese de Humeyni, “pasif ve barışçıl olan ilk İmamların aksine, on ikinci
İmam’ın elinde kılıçla dönecek olması konusunda, derinlerde saklı bir
günahlardan arınma beklentisi içerisindedir. “Mehdi’nin zuhuru, korkunç
alametlerin ardından gerçekleşecektir. Mehdi’nin yönetimi altında dünyada
cennet kurulacaktır.” Mehdi’nin ölümü ardından ise “Şii yazarlar, ölülerin
dirileceği ve Kıyamet Günü’ne geçileceğine ilişkin tahminlerde bulunurlar.”
(Halm 1991: s. 37-38). Humeyni’nin sürgünde olduğu dönemde kırk günlük merasimler,
mesiyanik zamanı beklemenin ve tecrübe etmenin bir ifadesi gibidir. Humeyni’nin
velayet-i fakih felsefesi (felsefeci kral) ise sırdaki 12. İmam ile paralellik
arz eder. Beklenti durumunun oluşturulması için yapılan, hukuk dışının ve
hukukun ayrıştırılamadığı yas merasimlerinin izlerini arayan Agamben, Roma
hukukundaki iustum denilen kurumu
anımsatır. H. S. Versel’in yaptığı çalışmadan yola çıkarak ulaştığı sonuçlar
üzerinden Agamben şu tespiti yapar: “Yasın fenomenolojisi ile antropolojik
araştırma eliyle en ayrıksı yerler olarak kanıt gösterilen ve toplumsal
kurumlarla kuralların aniden çözüldüğü politik kriz dönemleri arasında belirli
bir analoji kurulabilir.” (2005b: s. 65). Bu açıklama, Şii İslam’ı ve
ritüellerinin mutlak başkalığına ilişkin anlamı çözmeye yardım edecek
niteliktedir. Corriera della Serra ile
yaptığı röportajda, Foucault’nun kendisini büyülediğini söylediği bu ritüeller, muhtemelen böylesi bir gerçekle ilişkilidirler.
[8] Mutahari ile Ali Şeriati arasındaki bu
ilişkiden bahsetmek, ikilinin sadakat gösterdikleri alanların benzerlikleri ile
aynı zamanda sonradan hasım olmalarındaki politik anlamı açıklama noktasında
önem arz eder. Bu husumet, Şeriati’nin takipçileri Mücahidlerden kopan Furkan grubunun Şah’ın devrilmesi
sonrası Mutahari’yi öldürmesinde zirveye ulaşır.
[9] Louis
Bonaparte’ın 18. Brumaire’i isimli çalışmasında Marx şunu söyler: “İnsanlar
kendi tarihlerini yaparlar, ama kendi istedikleri biçimde değil. İnsanlar, tarihi
kendi seçtikleri değil, hâlihazırda verili ve geçmişten aktarılmış koşullar
altında yaparlar.” (Marx 1963: s. 15) Bu tespitte ideolojinin önemine taviz
verilmektedir. İnsanların kendi tercihlerinin her an önceden belirlenmiş
olduğuna inanarak hayatlarını yaşamaları elbette ki imkânsızdır. Kaderle ilgili
entelektüel konum katı biçimde inkâr edilemez olsa bile, gerçek şudur ki bizler
“sanki” aksi konumdakiler, yani kadere inananların dünyayı değiştirme konusunda
büyük ihtimalle daha kayıtsız olacağını iddia edenler arasındaki belirli bir
eğilimi cezbeden bir meseleyi görece daha önemli kılan kimi özgür iradelere
sahipmişiz gibi hareket etmeye ihtiyaç duyarız.
[10] İlkin Şeriati, kusurlu varlıklar olarak
kadınların örtünmesi ve zulme maruz kalmasına ilişkin gelenekselci anlayışları
bir kenara iter ve devamında da Avrupalılaşmış kadın rol modelinin de aynı
ölçüde kusurlu olduğunu gösterir. Devamında, Müslüman dünyadaki batılı kadın
imajının hakikate asla ulaşamadığını söyler. Müslüman ülkelerdeki batılı kadınlara
ilişkin standart denizkızı benzeri alımlı tasvirlerdeki kültürel özcülükten ve
bu tasvirlere dönük hınçtan ayrışan Şeriati, Batı’daki kadınların kurtuluşunun daha
sahici olduğunu, belirli bir hakikat içerdiğini söyleyerek, entelektüel ve
politik meşguliyetleri dâhilinde bu hürriyeti gerçekleştirmiş sayısız kadını
metheder. Ancak devamında, batı geleneğindeki, hürriyetle toplumsal aidiyet
arasında olduğu iddia edilen ikiliğin baskıcı olduğunu da söyler. Bu emsal
niteliğindeki rol modelleri teşkil eden hürriyet tercihi, aynı zamanda
toplumdaki kadına ilişkin toplumsal bakış açısı üzerinden baskıcı bir
hürriyettir. Hiyerarşik toplumsal bağları bireysel planda kopartmayı vaat
etmek, kadınların yalnızlaşması ve nesneleşmesi ile sonuçlanmaktadır.
Kaynakça
Adib-Moghaddam, Arshin. 2008. Iran in World Politics: The Question of the Islamic Republic.
Londra: Hirst Publishers.
Agamben, Giorgio. 2005. The Time that Remains: A Commentary on the Letter to the Romans. Şikago:
Chicago University Press.
Agamben, Giorgio. 2005. The Time that Remains: A Commentary on the Letter to the Romans. Şikago:
Chicago University Press.
Agamben, Giorgio. 2005b. State of Exception. Stanford: Stanford University Press.
Almond, Ian. 2007. The New Orientalists: Postmodern Representations of Islam from Foucault
to Baudrillard. Londra: I.B. Taruris.
Badiou, Alain. 2003. St. Paul: The Foundation of Universalism. Stanford: Stanford
University Press Birckbeck College Conference. 2009. On the Idea of Communism. [internet] erişim tarihi: 17/02/2009 bbk.ac.uk.
Badiou, Alain. 2003. St. Paul: The Foundation of Universalism. Stanford: Stanford
University Press.
Badiou, Alain. 2005. Being and Event. Londra: Continuum.
Badiou, Alain. 2005. Being and Event. Londra: Continuum.
Badiou, Alain. 2006. Theoretical Writings. Londra: Continuum.
Behrooz, Maziar. 2000. Rebels with a Cause: The Failure of the Left in Iran. Londra: I.B.
Tauris.
Bin Laden, Osama. 2005. Messages to the World. Londra: Verso.
Coombs, Nathan. 2008. "Ali Shariati: Between
Marx and the Infinite." Culture Wars.
Mayıs 2008.
Coombs, Nathan. 2008b. "The Excess of the
Left in Iran." Culture Wars.
Haziran 2008. Türkçesi: İştirakî.
Coombs, Nathan. 2009. "Christian Communists,
Islamic Anarchists? – Part 1." International
Journal of Žižek Studies.
Dabashi, Hamid. 2006. Theology of Discontent. New Brunswick: Transaction Publishers.
Depoortere, Fredereiek. 2008. Christ in Postmodern Philosophy: Gianni Vattimo, Rene Girard ve Slavoj
Žižek. Londra: Continuum.
Douzinas, Costas. 2007. The Many Faces of Humanitarianism. Parrhesia. Sayı 2, 2007: 1-28.
Fakhry, Majid. 2004. Üçüncü Baskı. A History of Islamic Philosophy.
Columbia: Columbia University Press.
Gunkel, D. 15 Temmuz 2008. “Zizek and the Real
Hegel”. International Journal of Zizek
Studies [internet] zizekstudies.
Hallward, Peter. 2003. Badiou: A Subject to Truth. Minneapolis: University of Minnesota
Press.
Halm, Heinz. 1991. Shiism. Edinburgh: Edinburgh University Press.
Hardt, Michael ve Negri, Antonio. 2000. Empire. Harvard: Harvard University
Press.
Hegel, G. W. F. 1991. Elements of the Philosophy of Right. Cambridge: Cambridge
University Press.
Hegel, G. W. F. 2001. The Philosophy of History.
Hegel, G. W. F. 2001. The Philosophy of History. [internet] erişim tarihi: 14/08/2008 marxists.org.
Huntington, Samuel. 1997. The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order. Simon
and Schuster.
Jayatilleka, Dayan. 2007. Fidel’s Ethics of Violence. Londra: Pluto Press.
Jayatilleka, Dayan. 2007. Fidel's Ethics of Violence. Londra: Pluto Press.
Khomeini, Ruhollah. 1979. Islamic Government. New York: Manor Books.
Kirsch, Adam. 2008. The Deadly Jester. The New Republic. [internet] erişim tarihi:
10/02/2009 tnr.com.
Mao Zedong. 2008. Practice and Contradiction. Londra: Verso.
Martin, Vanessa. 2000. Creating an Islamic State. Londra: I.B. Tauris.
Marx, Karl. 1963. The 18th Brumaire of Louis Bonaparte. New York: International
Publishers.
Mottahari, Morteza. 1986. Spiritual Discourses. Albany: Muslim Students' Association in The
U.S. and Canada (PSG).
Mottahari, Morteza. 2008. Man and His Destiny.
Rahnema, Ali. 2000. An Islamic Utopian: A Political Biography of Ali Shari'ati. Londra:
I.B. Tauris.
Robertson, Ann. 2003. The Philosophical Roots of the Marx-Bakunin Conflict. [internet] erişim
tarihi: 14/02/2009 marxists.org.
Said, Edward. 1979. Orientalism. Vintage Books.
Shari'ati, Ali. 1996. "Fatima is Fatima"
Shariati on Shariati and the Muslim Woman
içinde. Şikago: ABC International Group.
Shari'ati, Ali. 2003. Religion vs. Religion. Şikago: ABC International Group.
Sharma, Ash. 2007. "Materialism Today." Dark Matter.
Sharma, Ash. 2007. Materialism Today. Dark Matter. [internet] erişim tarihi:
01/09/2008 darkmatter101.org.
Stace, W. T. 1955. The Philosophy of Hegel: A Systematic Exposition. Dover
Publications.
Stace, W. T. 1955. The Philosophy of Hegel: A Systematic Exposition. Dover
Publications.
Toscano, Alberto. 2006. "The Bourgeois and
the Islamist, or, the Other Subject of Politics." Cosmos and History: A Journal of Natural and Social Philosophy.
Cilt. 2 (1-2).
Widder, Nathan. 2002. Genealogies of Difference. Champaign: University of Illinois Press.
Žižek, Slavoj. 2000. The Ticklish Subject: the absent centre of political ontology.
Londra: Verso.
Žižek, Slavoj. 2003. The Puppet and the Dwarf: The Perverse Core of Christianity. Londra:
MIT Press.
Žižek, Slavoj. 2006. The Parallax View. Londra: MIT Press.
Žižek, Slavoj. 2007. “A Leninist Gesture Today: Against
the Populist Temptation” Lenin Reloaded:
Towards a Politics of Truth içinde. Ed. Sebastian Budgen, Stathis
Kouvelakis ve Slavoj Žižek. Durham and London: Duke University Press.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder