Pages

21 Kasım 2009

Avrupa Dışı Dünya ve Marksizm

Bugün Marx’ın arkasında çift anlamlı bir miras bıraktığı hususuna çok az insan itiraz etmektedir. Bu çift anlamlılık, bir bakıma kişiliğinin ve kafasının zenginliğinden, bir bakıma da eserinin önemli bir kısmının sağlığında basılamamış, yarım kalmış olmasından ileri gelir. Genç Marx ile Kapital’in Marx’ı arasındaki çelişme, bazen söylenmek istendiği kadar tam değildir. Eğer zamanla felsefeyle daha az ilgilenip ekonomiye ve sosyolojiye yöneldiyse bu, gençliğine âit kavramların hepsini inkâr ettiği anlamına gelmez. Ancak kimi sorunlarda Karl Marx’ın tutumu gerçek anlamda değişmiştir. Öyle ki Marx’ın eserlerine atıflar yaparak birden fazla “marksist” görüşü haklı çıkarmak mümkündür.

Bizi ilgilendiren alanda, Avrupalı olmayan ülkelerin ekonomik ve politik evriminin analizinde marksist tutumun ne olduğunu bulup çıkarmaktaki güçlük, Marx’ın Avrupa dışı toplumlara âit konuları kısa ve parçalı işlemiş olmasıyla daha da artmakta, öğrencileri teorilerini Avrupa’nın kapitalist ülkelerin evrimi konusunda olduğundan çok daha fazla dağınık ve bazen de çelişik unsurlara dayanarak geliştirmek zorunda kalmaktadırlar.

Marx’ın düşüncesinde Avrupalı olmayan ülkeler konusundaki temel çelişme, kültürel düzlemdeki oldukça dar “Avrupa’ya dönüklük”le çatışan stratejik düzlemdeki “evrensel” görüşüdür. Hindistan’daki İngiliz hâkimiyetinin sonuçları hakkındaki ünlü yazılarında Marx, Hint ve genellikle Asya medeniyetinin Avrupa’nınkinden sadece farklı olmakla kalmayıp, açıkça daha aşağı olduğu fikrini işler. Marx, sözkonusu yazılarında, kişisel girişimin hiçbir rol oynamadığı, her türden ekonomik ve politik faaliyetin “Doğu despotizmi” altında boğulduğu bir toplum görür.

Marx, hiç değilse 1853’ten itibaren, Avrupa dışı ülkelerin bir kısmının Avrupalı toplumların geçirdikleri çağlardan nitelik bakımından farklı bir sosyo-ekonomik oluşumu tanıdığına inanmaya başlar. Öyle ki antik, feodal ve burjuva üretim tarzlarının sıralandığı bir tarihsel çağlar dizgesine yer veren ünlü bir yazısında “Asya-tipi üretim tarzı”ndan söz eder. Marx, Asya-tipi üretim tarzını ilkel aşiret toplumuna en yakın toplumsal oluşum olarak görmektedir. Ancak “Avrupa’ya dönük” dünya görüşüne sadık kalarak Avrupa medeniyetinin ideal gidişatına âit bu aşamayı köleci antik topluma doğrudan geçmek adına atladığını düşünür. Marx’a göre, köleci üretim özel mülkiyet unsuru içerdiği için daha ileri bir tarzdır.

Marx, özel toprak mülkiyetinin olmayışını Doğu despotizminin temellerinden biri ve “Doğu semâsının gerçek anahtarı” olarak görür.[1] Ancak onun fikrine göre bu, Asya üretim tarzı için mutlak gerekli bir husus değildir. Örneğin Çin’de özel toprak mülkiyetinin bulunduğunu öğrendiği bir dönemde dahi onu da Hindistan’la birlikte Asya üretim tarzının hüküm sürdüğü ülkeler arasında sınıflandırır.[2] Gerçekte Marx’a göre, Asya-tipi üretim tarzının iki aslî özelliği, bir yandan temelde birbirinden uzak düşmüş tarımla ve el sanatlarıyla küçük ölçüde uğraşan küçük köy topluluklarına dayanan bir ekonominin, diğer yandan da köy topluluklarının üretim fazlasına sahip çıkan ve özellikle ekonominin iyi yürümesi için gerekli olan sulama gibi bayındırlık hizmetlerinin tamamını yapan despotik bir devletin varlığıdır.[3] Marx’ın bu görüşlerinin kültür düzlemindeki anlamı açıktır: biraz önce söylemiş olduğumuz gibi, Asya-tipi üretim tarzı ilkel komünizmi doğrudan doğruya takip eden ve insanlığın evriminde çok erken bir aşamaya denk düşen bir tarz addedilmiştir. Asya ülkelerinin daha medeniyetin şafağında bulunduğunu, üstelik Batı’nın müdahalesi olmazsa o hareketsiz, durağan hâlinden kurtulamayacağından bahsetmek, bu halkların kendi benliklerine sadık kalarak modernleşme çabalarını önceden mahkûm etmek anlamına gelecektir.

Geçerken Marx’ın Asya’nın sonsuza dek bu hareketsiz durumda kalmaya mahkûm olduğunu öngörmediğini belirtmek gerekiyor. Aksine o, insanî meziyetlerini övdüğü Hintlilerin dünya üzerinde bir rol oynama hususunda oldukça muktedir olduklarına ve onların da dinamik bir medeniyet oluşturabileceklerine, bir tek koşulla, inanmaktadır: Avrupalılaşmak. Helen geleneğiyle Sanayi Devrimi’nin etkisi altında bir hümanist olan Marx için Avrupalılaşmanın özü, bir yandan bireyciliği diğer yandan da Avrupa medeniyetini Asya’nın tüm medeniyetlerinden ayırdığına haklı olarak inandığı Promete’ci ruhu hazmetmek anlamına gelir. Bu inancı Hindistan üstüne kaleme aldığı yazıların en güzel pasajlarından birinde şu şekilde ifade eder:

“Hint medeniyeti kendiliğinden değişen bir toplumsal durumu değişmez ve doğal bir kadere dönüştürmüş, bu sayede doğayı hayvanlaştıran bir tapınmaya sebep olmuştur. Bu yönelimin alçaltıcılığı doğanın hâkimi olan insanın maymun Kanuman ve öküz Sabbala’ya tapınmak için diz çöküşüyle ortaya koymaktadır.”

Marx’ın Asya-tipi toplum hakkındaki görüşleri bu şekildedir. Ancak Marx, sadece bir ekonomist ya da toplumu inceleyen bir sosyolog değil, aynı zamanda toplumu değiştirmek isteyen bir devrimcidir. Elbette önce içinde yaşadığı Avrupalı toplumu değiştirmek istemekte, ancak onu dünya bağlamında düşünmektedir, bu bağlam dâhilinde Asya’nın Avrupa devrimine bağlı olarak da olsa, oynayacağı bir rol bulunduğuna inanmaktadır. Daha 1853 yılında yazdığı Çin ve Avrupa devrimiyle ilgili yazısında, marksistlerin yarım yüzyıl sonra ortaya koyduğu emperyalizmle ilişkili çeşitli teorilerin çekirdeğini teşkil etmesi gereken iki ana fikrin taslağını çizer:

1. Avrupa’daki kapitalist gelişim ve onun dünya geneline yayılışı tüm dünyayı kapsayan bir ekonomik sistemin oluşumunu koşullamaktadır[4];

2. Bu sistemin Avrupalı olmayan kısmındaki sarsıntıları Avrupa’yı yeniden etkileyebilir ve orada yeni devrimlere yol açabilir.

“Avrupa halkının gelecekte yaşanacak olan ayaklanması […] belki de Gök İmparatorluğu’nda olup bitenle mevcut herhangi bir politik nedenden çok daha yakından ilişkili olacaktır.”

“Gök İmparatorluğu’nda olanlar”dan kasıt, Taiping’lerin ayaklanmasıdır. Başka bir deyişle bu, sosyalist, hattâ burjuva devrimle hiçbir ilişkisi yokmuş gibi görünen bir gelişmedir. Demek ki Lenin ve haleflerinin, Asya’daki milliyetçi güçleri dünya devriminin hizmetine sevk edilmelerini öngören stratejik fikirlerini Marx’ın eserlerinde de bulmak mümkündür. Engels, Çin’de 1857’de “varı yoğu için” yapılan bir savaştan söz etmektedir. Ancak Marx’ın ve Engels’in Asya toplumunun Batı’nın baskısı altında gelişmesi üzerindeki görüşleri, bu toplumun doğası ve kaynağı hakkındaki fikirlerinden çok daha parçalı ve dağınıktır. 1853 tarihli Hindistan’daki İngiliz hâkimiyetiyle ilgili yazıları, küçük köy topluluklarının parçalanma sürecinin hızlanmasını ve oralara özel girişim ve bireycilik tohumlarının girmesini ilerici nitelikte sayarak, Hindistan’ın ve şüphesiz diğer Asya ülkelerinin de kapitalist bir aşamadan geçeceklerini anlatmaktadır. Sonrasında Engels ve Marx farklı fikirler ileri süreceklerdir: ancak bu sefer, biraz özel bir “Doğu despotizmi” örneği olan Rusya sözkonusudur.

Marx ve Engels’in Rusya konusundaki görüşleri, hem teorik ve hem de pratik anlamda, önemlidir. Avrupa’da 1848 devrimlerinin ve Doğu Avrupa’ya dönük etkilerinin belirlediği atmosfer içinde ikili, Avrupa gericiliğinin en önemli desteği ve devrimin en önemli engeli durumundaki Çarlık Rusya’sından yoğun biçimde nefret etmektedir. Bu politik hükmün dışında kimi zaman ırkçı diye nitelendirilebilecek bazı tutumlar aldıkları bile söylenebilir.

Engels, 1849’da Avusturya İmparatorluğu içindeki Güneyli Slavları Macar ve Alman devrimcilerine karşı imparatorluğu destekler gördüğünde şunları yazar:

“Avusturya’daki milletler içinde sadece üçü ilerlemenin taşıyıcısı oldular, tarihte fiilî bir rol oynadılar ve hâlen de hayatiyetlerini sürdürmektedirler: Almanlar, Polonyalılar ve Macarlar. Bu sebeple, sözkonusu milletler hâlihazırda devrimcidirler. Tüm diğer irili ufaklı ırkların ve halkların sonu devrim ateşinde yanıp kül olmaktır.”

O tarihte Marx ve Engels’in Ruslara ve Güneyli Slavlara pek sempati besledikleri söylenemez. Rusya’nın silinmesini isteseler de, ülke tek bir darbeyle kurtulması mümkün olunamayacak denli büyüktür. Onlar, daha önce de belirttiğimiz üzere, Rusya’yı Asyalı ya da yarı-Asyalı bir ülke olarak görmektedirler. Ancak zaman geçtikçe Marx ve Engels, Asya toplumlarıyla diğerleri arasında daha az kesin bir hat çekmeye ve Asya’yı özelliklerinden çok içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik aşamayla ilgili anlayış bağlamında açıklamaya başlarlar. Diğer yandan, Asya’da Avrupa kapitalizminin yaptığı tahribatla karşılaştırınca bu kıtadaki geleneksel topluma görece daha az olumsuz bir tavırla bakmaya başlarlar.[5] Bu gelişme, onları Rusya hakkında daha az muhalif bir konuma iter ve hattâ ikili, Batı Avrupa’ya nazaran tarihsel geri kalmışlığıyla Rusya’nın gelecekteki evriminde kimi avantajlar sağlayabileceğini öngören görüşler ortaya koyar. Bu fikirler, sadece Rusya için getirdikleri değil, ayrıca Marx’ın takipçileri ve bu arada Lenin tarafından geliştirilerek Asya toplumlarına “kapitalist olmayan kalkınma yolu” teorilerine hareket noktası teşkil ettikleri için de çok önemlidir.

Bu anlayış, Engels tarafından 1875’ tarihli bir yazıda, o devrin Rus toplumu için hiç de övücü olmayan bir tablo çizilerek anlatılmıştır:

“Birbirlerinden böylesine uzak ve kopuk köyler […] Doğu despotizminin doğal temelidir ve Hindistan’dan Rusya’ya kadar nerede mevcutsa bu sosyal durum daima despotizme yol açmıştır. Çar’ın despotizmi […] Rus sosyal koşullarının mantıksal ve zorunlu bir ürünüdür.”[6]

Bununla birlikte aynı yazıda Engels, Rus köylü komününün özel toprak mülkiyeti aşamasını aşıp daha üst bir sosyalist mülkiyet biçimine geçiş imkânını da görmektedir, ancak sadece Rus köyündeki ortak mülkiyetin tümüyle parçalanmasından önce Batı’da başarılı bir sosyalist devrimin gerçekleştirilmesi koşuluyla. Marx ise 1877’de Rusya’nın 1861’den beri tâbi olduğu kapitalizme doğru gelişmeye devam ederse “tarihin bir millete verebileceği en güzel fırsat”ı kaybedebileceğini, sonrasında da “kapitalist rejimin tüm aşamalarını tek tek yaşayacağını” yazmaktadır.

1882’de yayınlanan Komünist Manifesto’nun Rusça baskısının önsözünde Marx ve Engels bu fikri daha açık ifade ederler:

“Şimdi bu noktada soru şudur: büyük ölçüde altı oyulmuş olsa da ve bir tür ilkel, komünal toprak mülkiyeti biçimi olarak Rus köy komünü (obschina) komünist ortak mülkiyetin bir üst biçimine doğrudan geçebilir mi? Yoksa bilâkis onun Batı’nın tarihsel evrimini teşkil eden çözülme sürecinden aynen geçmesi mi gerekecektir?

Bugün bu soruya verilebilecek yegâne cevap şudur: eğer Rus devrimi, Batı’daki proleter devrim için bir işaret olup bu sayede her iki devrim birbirlerini tamamlarsa, mevcut Rus ortak toprak mülkiyeti komünist gelişme için bir çıkış noktası olarak iş görebilir.”[7]

Son olarak 1894’te yazılmış olan bir metinde Engels, ölümünden az önce, bu görüşü ilkesel olarak teyit eder ve hattâ uygulamayı Rusya’nın ötesine taşır. “Kapitalist üretime yeni giren” ve henüz ortak mülkiyet biçimlerine âit kalıntıları taşıyan ülkelerin “sosyalist topluma doğru yaşanacak evrim sürecini büyük ölçüde kısaltmak ve Batı Avrupa’da bizim geçirmemiz gereken mücadelelerin ve acıların büyük kısmından kurtulmak için onda güçlü bir araç" bulabileceklerini ifade eder. Esasen artık ne Rus toplumuna hattâ ne de Hint toplumuna “özel” bir Asyalılık atfetmektedir. Aksine Slav, Hintli, Eski Kelt ya da Cermen, hangi milletten olursa olsun, üretim araçlarının ortak mülkiyetiyle nitelenen tüm vahşî ve barbar sosyal biçimler arasında ortak ne varsa onlardan söz etmektedir.

Ancak Engels, 1882’de, Manifesto’nun Rusça baskısının önsözünde formüle edilen fikirlerin kapsamını bu şekilde genişleterek ileri ülkelere mensup proletaryanın desteğini alma önkoşulunu daha da güçlü bir biçimde vurgular. “Rus komününün olası değişimi için inisiyatif, bu komünün kendinden değil, sadece Batı’nın sanayi proletaryasından gelebilirdi. Batı Avrupa proletaryasının burjuvaziyi yenmesi ve bunun sonucunda kapitalist üretimin yerini sosyalist üretimin alması Rus komününün bu düzeye gelebilmesi için zorunlu önkoşuldur.” “Geri ülkeler”in sosyalizme doğru kestirme yoldan gelişmeye başlamazdan önce sadece Batı proletaryasının desteğine değil, aynı zamanda Avrupalıların onlara bunun “nasıl yapılacağını” göstermesine de ihtiyaçları vardır. Marksizmin kurucularını niteleyen Avrupa’ya dönük görüş, burada özellikle göze çarpar.

Marx ve Engels, geri ülkelerin kapitalist aşamayı ileri ülkeler proletaryası tarafından desteklenmek koşuluyla atlayabilecekleri fikrini bu şekilde geliştirmiş olmakla birlikte, bu değişimin geri ülkedeki -örneğin Rusya’daki- biçimleri üzerinde durmazlar. Engels’in az önce naklettiğimiz gelecekteki Rus devrimiyle ilgili yazısı bunun en iyi örneğidir. Devrim “başkentteki üst sınıflar, belki de bizzat hükümet tarafından “başlatılacaktır.[8]

Burada proletaryadan hiçbir şekilde söz edilmemektedir. Bu ifadeden, Engels’in Rusya’da ve oradan da yaygınlaşarak tüm Asya’da sadece bir köylü devrimini öngördüğü sonucuna ulaşabilir miyiz? Bu, onun fikrini aşırı ölçüde saptırmak olurdu. Gerçekte Marx ve Engels Asya’da -ya da bir Doğu despotizmi olarak gördükleri Rusya’da- devrim biçimleri konusunda o kadar az şey yazmışlardı ki, halefleri ve öğrencileri bu konudaki teorilerini büyük ölçüde benzetme yoluyla, bilimsel sosyalizmin bu iki kurucusunun çok farklı çerçeveler dâhilinde yazdıklarından söküp çıkarmak zorunda kalmışlardır. Özellikle köylü sınıfının rolü ve milliyetçilik etkeni gibi iki ana sorun hakkındaki durum budur.

Köylü sınıfının rolüyle ilgili olarak Marx, başlangıçta pek elverişli bir peşin hükme sahip değildir. Komünist Manifesto’nun çok bilinen bir bölümünde, burjuvazinin şehirli nüfusu arttırarak “halkın büyük kısmını tarla hayatının aptallığından koparmış” olduğundan söz eder. Orta sınıfları ise, şehirli ya da köylü olsun, muhafazakâr olarak tanımlar.[9] Ancak Manifesto’nun amacının incelikli bir analiz yapmak olmayıp proletaryayı savaşa çağırmak oluşu bir yana, Marx ve Engels 1848’de büyük ölçüde İngiltere örneği üzerinde düşünmektedir. Marx’ın birkaç yıl sonra yazmış olduğu üzere, İngiltere çok gelişkin bir sanayileşme sonucu orta sınıfların rolünün -örneğin kapitalistler ve işçiler arasında köylü sınıfının rolünün- görece daha az öneme sahip olduğu bir ülkedir.[10] Sonraları Marx, Fransız köylü sınıfının rolü sorununa eğildiğinde görece daha az olumsuz sonuçlara ulaşacaktır.

Fransa’da 1848 olaylarıyla ilgili incelemesinin ilk baskısında köylü sınıfı için pek övücü olmayan o ünlü görüşünü aktarır:

“10 Aralık 1848 köylü ayaklanması günü oldu. Onların devrim hareketine girişinin sembolü, medenî insan mantığının çözemeyeceği bir hiyeroglifti (beceriksiz ve kurnaz, kötü ve saf, kaba ve ince, hesaplı bâtıl inançlar, duygulandırıcı kaba komedi, dâhiyane ve aptal çağın gerisinde kalış, dünya tarihinin açıkgözleri). Bu sembol, medeniyetin kucağında barbarlığı temsil eden sınıfın dış görünümünü, yanılmaya yer bırakmayacak ölçüde ortaya koymaktaydı.”[11]

Ancak aynı incelemenin bir sonraki basımında köylülerin deneyim kazanarak çıkarlarının burjuvalara değil, işçi sınıfına bağlı olduğunu anlamaya başladıklarını yazar. Bu fırsatla “Devrimler tarihin lokomotifleridir”[12] şeklindeki o ünlü cümlesini söyler. İki yıl sonra, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i adlı eserde Marx, köylü sınıfının başlangıçta burjuvazinin feodal sınıfa karşı savaşında aracı olduğunu, ancak sonrasında burjuvaziye karşı çıkıp şehirli proleter sınıfta doğal müttefikini ve rehberini bulduğunu fark edecek düzeye geldiğini uzun uzun izah eder. Marx şu şekilde devam eder:

“Köylü, Napolyon’un restorasyonundan umutsuzluğa kapılıp toprağına dönük inancını kaybederek bu toprak parçası üzerine kurulu her tür devlet kurumunu devirmekte ve bu şekilde proletarya devrimi olmadığı takdirde, tüm köylü milletlerde solosu bir cenaze marşından ibaret bir koro yaratmaktadır.”

Kitabının ikinci baskısında Marx bu güzel cümleyi çıkarır, ancak köylü sınıfının zamanla şehirlerdeki işçi sınıfıyla birleşeceği fikri çok daha sade bir biçimde eserde kalır. Bu görüş, sonraları çeşitli teorik anlayışları desteklemek için de kullanılacaktır.

Asya ülkelerinin Avrupa’ya politik ve ekonomik bağımlılığından, köylü sınıfının ve diğer sınıfların hareket tarzı etkilenmeyecek midir? Bu noktada, Marx ve Engels’in metinlerini inceleyenlerin sözkonusu sorunu ele alırken, her şeyden önce iki düşünürün Doğu Avrupa’daki milliyetçilik sorunuyla ilgili yazılarına bağlı kaldıkları söylenmelidir.

Lenin’de ve diğer yirminci yüzyıl marksistlerinde görülen millî kurtuluş hareketlerine dönük toptan onaylayıcı tavrın Marx ve Engels’te bulunmadığını belirtmek yerinde olacaktır. Marx ve Engels’in Doğu Avrupa’da milliyetçilik sorunuyla ilgili hükümlerinin başlıca ölçüsü Rusya’ya yönelik nefrettir. Avrupa’daki gericiliğin başlıca desteğinin Çarlık Rusya’sı olduğu hususundaki kanılarına bağlı kalarak, ikili, Çarlığı zayıflatan her milliyetçi hareketi olumlu ve Rusya’ya avantaj sağlayabilecek her milliyetçi hareketi zararlı ve gerici addeder.

Polonya’daki gibi bir milliyetçi hareketi meşrû ve ilerici kabul ettiklerinde, milliyetçilik meselesinin taktik plan üzerindeki etkilerine dair ilginç sonuçlar çıkarırlar. Polonya’nın devletlerarasında bölüşülmesinin sonuçlarını tartışırken Engels, bu yabancı boyunduruğunun Polonya’da tüm sınıfları birleştirdiğini, sadece büyük aristokrasinin yabancı devletlerle suç ortaklığı yaptığını ileri sürer. Burada, yarım yüzyıldır geliştirilmekte olan proletarya ve köylü sınıfının burjuvaziyle ittifakı konusundaki bir yığın teorinin çok açık bir öntaslağı mevcuttur.

On dokuzuncu yüzyıl ortalarında milliyetçilik sorunun özgül bir örneği nasıl Doğu Avrupa ise, sömürgecilik sorununun özgül örneği de İrlanda’dır. İrlanda konusunda Marx’ın çok kısa, ancak sonuçları bakımından oldukça önemli bir yazısı vardır. 1867’de Engels’e, İngiliz işçi sınıfının İrlanda’nın kaybıyla rejim sarsılmadan önce hiçbir şey yapamayacağını yazar. Bu şekilde sömürgedeki eyleme ileri kapitalist ülkedeki eylemin üstünde bir öncelik vermiş olur. (“Kaldıracı İrlanda’ya yerleştirmek gerekir” demektedir.) Marx, dünya devriminin, basit bir analiz malzemesi olmaktan çıkıp tarihin gerçek bir aktörü hâline geldiği noktadan itibaren yaygınlaşan “Asya’ya dönük” tüm görüşlere kapı aralar.

Hélene Carrère d’Encausse
Stuart Schram

Dipnotlar:
[1] Bkz.: Engels’e yazdığı 2 Haziran 1853 tarihli mektup. Briefwechsel, 1. Cilt, s. 413.

[2] Karl Marx, Das Kapital, Berlin, Dietz Verlag, 1956, 3. Cilt, s. 365-366. Çin’in Asya-tipi üretim tarzına dâhil olup olmadığı hususunda Wittfogel ve Meisner arasındaki tartışmaya bakınız: China Quarterly, Sayı: 11, 12 ve 16. Genellikle Wittfogel’in Asya-tipi toplum konusundaki Marx’ın görüşlerini sistemleştirmede çok ileri gittiğini ve onu tek bir model hâline getirdiğini (ki bunun günümüzün sorunlarına uygulanması çok daha tartışmalıdır) kabul etmekle birlikte onun, tipik bir örnek olmasa da, Marx’ın Çin’i Asya-tipi toplumlar içinde sınıflandırdığı görüşünü haklı buluyoruz. (Asya-tipi üretim tarzı ve onun politik sonuçları konusunda Wittfogel’in daha ayrıntılı görüşleri için onun Le despotisme oriental (“Doğu Despotizmi” -Paris, Editions de Minuit, 1964) adlı eserine bakınız.

[3] Marx, Hindistan’da İngiliz Egemenliğinin Sonuçları adlı makalesinde bu görüşün anahatlarını çizer. Daha sonrasında kaleme aldığı bir dizi metinde parça parça fakat aydınlatıcı bir üslupla bu görüşünü geliştirir. Bunların en önemlisi, Kapital’de yer alan, prekapitalist tarzlara dair müsvedde hâlindeki pasajdır: Grundrisse der Kritik der politischen Ökonomie, Berlin, Dietz Verlag, 1953, s. 375-413. Asya-tipi üretim tarzı hakkında Marx’ın görüşündeki gelişmeyi tümüyle ortaya koyan en iyi isim George Lichtheim’dır (Marx and the Asiatic Mode of Production, St. Anthony Papers, Sayı: 14, Londra, Chatto ve Windus, 1963, s. 86-112.). Avrupa komünistlerinin bugünkü görüşleri açısından La Pensée’nin 1964 Nisan tarihli 114. sayısına bakılabilir. Pensée, Marx ve Engels’in Asya-tipi üretim tarzıyla ilgili pasajları hakkında eksik ancak yararlı bir kaynakça sunmaktadır (s. 55-56).

[4] Bu fikir, öncesinde Manifesto’da ortaya konmuştur.

[5] Bu evrim için bkz.: Lichtheim, a.g.e., s. 97-98.

[6] Friedrich Engels, “Soziales aus Russland”, Marx-Engels, Werke, 18. Cilt, 1963, s. 563-564.

[7] Marx’ın Rus dergisi Otiçistveniya Zapiski’ye yazdığı mektup: Marx-Engels, Werke 19. Cilt, Berlin, Dietz, 1962, s. 108. Türkçesi: İştiraki.

[8] Marx-Engels, Works, 18. Cilt, s. 567.

[9] Marx-Engels, Le Manifeste du Partie Communiste (“Komünist Parti Manifestosu”), Paris, Editions Sociales, 1947, s. 14-18.

[10] Karl Marx, “Letter to the Labour Parliament” (İşçi Meclisi’ne Mektup), The People’s Paper (Halk Gazetesi): Marx-Engels on Britain içinde, Moskova, Foreign Languages Publishing, 1953, s. 402.

[11] Karl Marx, Les Luttes de classes en France (“Fransa’da Sınıf Mücadeleleri”), Paris, Editions Sociales, 1946, s. 54.

[12] A.g.e., s. 90.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder