Bugün Marx’ın arkasında çift anlamlı bir miras
bıraktığı hususuna çok az insan itiraz etmektedir. Bu çift anlamlılık, bir
bakıma kişiliğinin ve kafasının zenginliğinden, bir bakıma da eserinin önemli
bir kısmının sağlığında basılamamış, yarım kalmış olmasından ileri gelir. Genç
Marx ile Kapital’in Marx’ı arasındaki çelişme, bazen söylenmek istendiği
kadar tam değildir. Eğer zamanla felsefeyle daha az ilgilenip ekonomiye ve
sosyolojiye yöneldiyse bu, gençliğine âit kavramların hepsini inkâr ettiği
anlamına gelmez. Ancak kimi sorunlarda Karl Marx’ın tutumu gerçek anlamda
değişmiştir. Öyle ki Marx’ın eserlerine atıflar yaparak birden fazla “marksist”
görüşü haklı çıkarmak mümkündür.
Bizi ilgilendiren alanda, Avrupalı olmayan
ülkelerin ekonomik ve politik evriminin analizinde marksist tutumun ne olduğunu
bulup çıkarmaktaki güçlük, Marx’ın Avrupa dışı toplumlara âit konuları kısa ve
parçalı işlemiş olmasıyla daha da artmakta, öğrencileri teorilerini Avrupa’nın
kapitalist ülkelerin evrimi konusunda olduğundan çok daha fazla dağınık ve
bazen de çelişik unsurlara dayanarak geliştirmek zorunda kalmaktadırlar.
Marx’ın düşüncesinde Avrupalı olmayan ülkeler
konusundaki temel çelişme, kültürel düzlemdeki oldukça dar “Avrupa’ya
dönüklük”le çatışan stratejik düzlemdeki “evrensel” görüşüdür. Hindistan’daki
İngiliz hâkimiyetinin sonuçları hakkındaki ünlü yazılarında Marx, Hint ve
genellikle Asya medeniyetinin Avrupa’nınkinden sadece farklı olmakla kalmayıp,
açıkça daha aşağı olduğu fikrini işler. Marx, sözkonusu yazılarında, kişisel
girişimin hiçbir rol oynamadığı, her türden ekonomik ve politik faaliyetin
“Doğu despotizmi” altında boğulduğu bir toplum görür.
Marx, hiç değilse 1853’ten itibaren, Avrupa dışı
ülkelerin bir kısmının Avrupalı toplumların geçirdikleri çağlardan nitelik
bakımından farklı bir sosyo-ekonomik oluşumu tanıdığına inanmaya başlar. Öyle
ki antik, feodal ve burjuva üretim tarzlarının sıralandığı bir tarihsel çağlar
dizgesine yer veren ünlü bir yazısında “Asya-tipi üretim tarzı”ndan söz eder.
Marx, Asya-tipi üretim tarzını ilkel aşiret toplumuna en yakın toplumsal oluşum
olarak görmektedir. Ancak “Avrupa’ya dönük” dünya görüşüne sadık kalarak Avrupa
medeniyetinin ideal gidişatına âit bu aşamayı köleci antik topluma doğrudan
geçmek adına atladığını düşünür. Marx’a göre, köleci üretim özel mülkiyet
unsuru içerdiği için daha ileri bir tarzdır.
Marx, özel toprak mülkiyetinin olmayışını Doğu
despotizminin temellerinden biri ve “Doğu semâsının gerçek anahtarı” olarak
görür.[1] Ancak onun fikrine göre bu, Asya üretim tarzı için mutlak gerekli bir
husus değildir. Örneğin Çin’de özel toprak mülkiyetinin bulunduğunu öğrendiği
bir dönemde dahi onu da Hindistan’la birlikte Asya üretim tarzının hüküm
sürdüğü ülkeler arasında sınıflandırır.[2] Gerçekte Marx’a göre, Asya-tipi
üretim tarzının iki aslî özelliği, bir yandan temelde birbirinden uzak düşmüş tarımla
ve el sanatlarıyla küçük ölçüde uğraşan küçük köy topluluklarına dayanan bir
ekonominin, diğer yandan da köy topluluklarının üretim fazlasına sahip çıkan ve
özellikle ekonominin iyi yürümesi için gerekli olan sulama gibi bayındırlık
hizmetlerinin tamamını yapan despotik bir devletin varlığıdır.[3] Marx’ın bu
görüşlerinin kültür düzlemindeki anlamı açıktır: biraz önce söylemiş olduğumuz
gibi, Asya-tipi üretim tarzı ilkel komünizmi doğrudan doğruya takip eden ve
insanlığın evriminde çok erken bir aşamaya denk düşen bir tarz addedilmiştir.
Asya ülkelerinin daha medeniyetin şafağında bulunduğunu, üstelik Batı’nın
müdahalesi olmazsa o hareketsiz, durağan hâlinden kurtulamayacağından
bahsetmek, bu halkların kendi benliklerine sadık kalarak modernleşme çabalarını
önceden mahkûm etmek anlamına gelecektir.
Geçerken Marx’ın Asya’nın sonsuza dek bu hareketsiz
durumda kalmaya mahkûm olduğunu öngörmediğini belirtmek gerekiyor. Aksine o,
insanî meziyetlerini övdüğü Hintlilerin dünya üzerinde bir rol oynama hususunda
oldukça muktedir olduklarına ve onların da dinamik bir medeniyet
oluşturabileceklerine, bir tek koşulla, inanmaktadır: Avrupalılaşmak. Helen
geleneğiyle Sanayi Devrimi’nin etkisi altında bir hümanist olan Marx için
Avrupalılaşmanın özü, bir yandan bireyciliği diğer yandan da Avrupa
medeniyetini Asya’nın tüm medeniyetlerinden ayırdığına haklı olarak inandığı
Promete’ci ruhu hazmetmek anlamına gelir. Bu inancı Hindistan üstüne kaleme
aldığı yazıların en güzel pasajlarından birinde şu şekilde ifade eder:
“Hint
medeniyeti kendiliğinden değişen bir toplumsal durumu değişmez ve doğal bir
kadere dönüştürmüş, bu sayede doğayı hayvanlaştıran bir tapınmaya sebep
olmuştur. Bu yönelimin alçaltıcılığı doğanın hâkimi olan insanın maymun Kanuman
ve öküz Sabbala’ya tapınmak için diz çöküşüyle ortaya koymaktadır.”
Marx’ın Asya-tipi toplum hakkındaki görüşleri bu
şekildedir. Ancak Marx, sadece bir ekonomist ya da toplumu inceleyen bir
sosyolog değil, aynı zamanda toplumu değiştirmek isteyen bir devrimcidir.
Elbette önce içinde yaşadığı Avrupalı toplumu değiştirmek istemekte, ancak onu
dünya bağlamında düşünmektedir, bu bağlam dâhilinde Asya’nın Avrupa devrimine
bağlı olarak da olsa, oynayacağı bir rol bulunduğuna inanmaktadır. Daha 1853
yılında yazdığı Çin ve Avrupa devrimiyle ilgili yazısında, marksistlerin yarım
yüzyıl sonra ortaya koyduğu emperyalizmle ilişkili çeşitli teorilerin
çekirdeğini teşkil etmesi gereken iki ana fikrin taslağını çizer:
1. Avrupa’daki kapitalist gelişim ve onun dünya
geneline yayılışı tüm dünyayı kapsayan bir ekonomik sistemin oluşumunu
koşullamaktadır[4];
2. Bu sistemin Avrupalı olmayan kısmındaki
sarsıntıları Avrupa’yı yeniden etkileyebilir ve orada yeni devrimlere yol
açabilir.
“Avrupa
halkının gelecekte yaşanacak olan ayaklanması […] belki de Gök
İmparatorluğu’nda olup bitenle mevcut herhangi bir politik nedenden çok daha
yakından ilişkili olacaktır.”
“Gök İmparatorluğu’nda olanlar”dan kasıt,
Taiping’lerin ayaklanmasıdır. Başka bir deyişle bu, sosyalist, hattâ burjuva
devrimle hiçbir ilişkisi yokmuş gibi görünen bir gelişmedir. Demek ki Lenin ve
haleflerinin, Asya’daki milliyetçi güçleri dünya devriminin hizmetine sevk
edilmelerini öngören stratejik fikirlerini Marx’ın eserlerinde de bulmak
mümkündür. Engels, Çin’de 1857’de “varı yoğu için” yapılan bir savaştan söz
etmektedir. Ancak Marx’ın ve Engels’in Asya toplumunun Batı’nın baskısı altında
gelişmesi üzerindeki görüşleri, bu toplumun doğası ve kaynağı hakkındaki
fikirlerinden çok daha parçalı ve dağınıktır. 1853 tarihli Hindistan’daki
İngiliz hâkimiyetiyle ilgili yazıları, küçük köy topluluklarının parçalanma
sürecinin hızlanmasını ve oralara özel girişim ve bireycilik tohumlarının
girmesini ilerici nitelikte sayarak, Hindistan’ın ve şüphesiz diğer Asya
ülkelerinin de kapitalist bir aşamadan geçeceklerini anlatmaktadır. Sonrasında
Engels ve Marx farklı fikirler ileri süreceklerdir: ancak bu sefer, biraz özel
bir “Doğu despotizmi” örneği olan Rusya sözkonusudur.
Marx ve Engels’in Rusya konusundaki görüşleri, hem
teorik ve hem de pratik anlamda, önemlidir. Avrupa’da 1848 devrimlerinin ve
Doğu Avrupa’ya dönük etkilerinin belirlediği atmosfer içinde ikili, Avrupa
gericiliğinin en önemli desteği ve devrimin en önemli engeli durumundaki Çarlık
Rusya’sından yoğun biçimde nefret etmektedir. Bu politik hükmün dışında kimi
zaman ırkçı diye nitelendirilebilecek bazı tutumlar aldıkları bile
söylenebilir.
Engels, 1849’da Avusturya İmparatorluğu içindeki
Güneyli Slavları Macar ve Alman devrimcilerine karşı imparatorluğu destekler
gördüğünde şunları yazar:
“Avusturya’daki
milletler içinde sadece üçü ilerlemenin taşıyıcısı oldular, tarihte fiilî bir
rol oynadılar ve hâlen de hayatiyetlerini sürdürmektedirler: Almanlar,
Polonyalılar ve Macarlar. Bu sebeple, sözkonusu milletler hâlihazırda
devrimcidirler. Tüm diğer irili ufaklı ırkların ve halkların sonu devrim
ateşinde yanıp kül olmaktır.”
O tarihte Marx ve Engels’in Ruslara ve Güneyli
Slavlara pek sempati besledikleri söylenemez. Rusya’nın silinmesini isteseler
de, ülke tek bir darbeyle kurtulması mümkün olunamayacak denli büyüktür. Onlar,
daha önce de belirttiğimiz üzere, Rusya’yı Asyalı ya da yarı-Asyalı bir ülke
olarak görmektedirler. Ancak zaman geçtikçe Marx ve Engels, Asya toplumlarıyla
diğerleri arasında daha az kesin bir hat çekmeye ve Asya’yı özelliklerinden çok
içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik aşamayla ilgili anlayış bağlamında açıklamaya
başlarlar. Diğer yandan, Asya’da Avrupa kapitalizminin yaptığı tahribatla
karşılaştırınca bu kıtadaki geleneksel topluma görece daha az olumsuz bir
tavırla bakmaya başlarlar.[5] Bu gelişme, onları Rusya hakkında daha az muhalif
bir konuma iter ve hattâ ikili, Batı Avrupa’ya nazaran tarihsel geri
kalmışlığıyla Rusya’nın gelecekteki evriminde kimi avantajlar sağlayabileceğini
öngören görüşler ortaya koyar. Bu fikirler, sadece Rusya için getirdikleri
değil, ayrıca Marx’ın takipçileri ve bu arada Lenin tarafından geliştirilerek
Asya toplumlarına “kapitalist olmayan kalkınma yolu” teorilerine hareket
noktası teşkil ettikleri için de çok önemlidir.
Bu anlayış, Engels tarafından 1875’ tarihli bir
yazıda, o devrin Rus toplumu için hiç de övücü olmayan bir tablo çizilerek
anlatılmıştır:
“Birbirlerinden
böylesine uzak ve kopuk köyler […] Doğu despotizminin doğal temelidir ve
Hindistan’dan Rusya’ya kadar nerede mevcutsa bu sosyal durum daima despotizme
yol açmıştır. Çar’ın despotizmi […] Rus sosyal koşullarının mantıksal ve
zorunlu bir ürünüdür.”[6]
Bununla birlikte aynı yazıda Engels, Rus köylü
komününün özel toprak mülkiyeti aşamasını aşıp daha üst bir sosyalist mülkiyet
biçimine geçiş imkânını da görmektedir, ancak sadece Rus köyündeki ortak
mülkiyetin tümüyle parçalanmasından önce Batı’da başarılı bir sosyalist
devrimin gerçekleştirilmesi koşuluyla. Marx ise 1877’de Rusya’nın 1861’den beri
tâbi olduğu kapitalizme doğru gelişmeye devam ederse “tarihin bir millete
verebileceği en güzel fırsat”ı kaybedebileceğini, sonrasında da “kapitalist
rejimin tüm aşamalarını tek tek yaşayacağını” yazmaktadır.
1882’de yayınlanan Komünist Manifesto’nun Rusça
baskısının önsözünde Marx ve Engels bu fikri daha açık ifade ederler:
“Şimdi
bu noktada soru şudur: büyük ölçüde altı oyulmuş olsa da ve bir tür ilkel,
komünal toprak mülkiyeti biçimi olarak Rus köy komünü (obschina) komünist ortak
mülkiyetin bir üst biçimine doğrudan geçebilir mi? Yoksa bilâkis onun Batı’nın
tarihsel evrimini teşkil eden çözülme sürecinden aynen geçmesi mi gerekecektir?
Bugün
bu soruya verilebilecek yegâne cevap şudur: eğer Rus devrimi, Batı’daki
proleter devrim için bir işaret olup bu sayede her iki devrim birbirlerini
tamamlarsa, mevcut Rus ortak toprak mülkiyeti komünist gelişme için bir çıkış
noktası olarak iş görebilir.”[7]
Son olarak 1894’te yazılmış olan bir metinde Engels,
ölümünden az önce, bu görüşü ilkesel olarak teyit eder ve hattâ uygulamayı
Rusya’nın ötesine taşır. “Kapitalist üretime yeni giren” ve henüz ortak
mülkiyet biçimlerine âit kalıntıları taşıyan ülkelerin “sosyalist topluma doğru
yaşanacak evrim sürecini büyük ölçüde kısaltmak ve Batı Avrupa’da bizim
geçirmemiz gereken mücadelelerin ve acıların büyük kısmından kurtulmak için
onda güçlü bir araç" bulabileceklerini ifade eder. Esasen artık ne Rus
toplumuna hattâ ne de Hint toplumuna “özel” bir Asyalılık atfetmektedir. Aksine
Slav, Hintli, Eski Kelt ya da Cermen, hangi milletten olursa olsun, üretim
araçlarının ortak mülkiyetiyle nitelenen tüm vahşî ve barbar sosyal biçimler
arasında ortak ne varsa onlardan söz etmektedir.
Ancak Engels, 1882’de, Manifesto’nun Rusça
baskısının önsözünde formüle edilen fikirlerin kapsamını bu şekilde
genişleterek ileri ülkelere mensup proletaryanın desteğini alma önkoşulunu daha
da güçlü bir biçimde vurgular. “Rus komününün olası değişimi için inisiyatif,
bu komünün kendinden değil, sadece Batı’nın sanayi proletaryasından
gelebilirdi. Batı Avrupa proletaryasının burjuvaziyi yenmesi ve bunun sonucunda
kapitalist üretimin yerini sosyalist üretimin alması Rus komününün bu düzeye
gelebilmesi için zorunlu önkoşuldur.” “Geri ülkeler”in sosyalizme doğru
kestirme yoldan gelişmeye başlamazdan önce sadece Batı proletaryasının
desteğine değil, aynı zamanda Avrupalıların onlara bunun “nasıl yapılacağını”
göstermesine de ihtiyaçları vardır. Marksizmin kurucularını niteleyen Avrupa’ya
dönük görüş, burada özellikle göze çarpar.
Marx ve Engels, geri ülkelerin kapitalist aşamayı
ileri ülkeler proletaryası tarafından desteklenmek koşuluyla atlayabilecekleri
fikrini bu şekilde geliştirmiş olmakla birlikte, bu değişimin geri ülkedeki
-örneğin Rusya’daki- biçimleri üzerinde durmazlar. Engels’in az önce
naklettiğimiz gelecekteki Rus devrimiyle ilgili yazısı bunun en iyi örneğidir.
Devrim “başkentteki üst sınıflar, belki de bizzat hükümet tarafından
“başlatılacaktır.[8]
Burada proletaryadan hiçbir şekilde söz
edilmemektedir. Bu ifadeden, Engels’in Rusya’da ve oradan da yaygınlaşarak tüm
Asya’da sadece bir köylü devrimini öngördüğü sonucuna ulaşabilir miyiz? Bu,
onun fikrini aşırı ölçüde saptırmak olurdu. Gerçekte Marx ve Engels Asya’da -ya
da bir Doğu despotizmi olarak gördükleri Rusya’da- devrim biçimleri konusunda o
kadar az şey yazmışlardı ki, halefleri ve öğrencileri bu konudaki teorilerini
büyük ölçüde benzetme yoluyla, bilimsel sosyalizmin bu iki kurucusunun çok farklı
çerçeveler dâhilinde yazdıklarından söküp çıkarmak zorunda kalmışlardır.
Özellikle köylü sınıfının rolü ve milliyetçilik etkeni gibi iki ana sorun
hakkındaki durum budur.
Köylü sınıfının rolüyle ilgili olarak Marx,
başlangıçta pek elverişli bir peşin hükme sahip değildir. Komünist Manifesto’nun
çok bilinen bir bölümünde, burjuvazinin şehirli nüfusu arttırarak “halkın büyük
kısmını tarla hayatının aptallığından koparmış” olduğundan söz eder. Orta
sınıfları ise, şehirli ya da köylü olsun, muhafazakâr olarak tanımlar.[9] Ancak
Manifesto’nun amacının incelikli bir analiz yapmak olmayıp proletaryayı
savaşa çağırmak oluşu bir yana, Marx ve Engels 1848’de büyük ölçüde İngiltere
örneği üzerinde düşünmektedir. Marx’ın birkaç yıl sonra yazmış olduğu üzere,
İngiltere çok gelişkin bir sanayileşme sonucu orta sınıfların rolünün -örneğin
kapitalistler ve işçiler arasında köylü sınıfının rolünün- görece daha az öneme
sahip olduğu bir ülkedir.[10] Sonraları Marx, Fransız köylü sınıfının rolü
sorununa eğildiğinde görece daha az olumsuz sonuçlara ulaşacaktır.
Fransa’da 1848 olaylarıyla ilgili incelemesinin ilk
baskısında köylü sınıfı için pek övücü olmayan o ünlü görüşünü aktarır:
“10
Aralık 1848 köylü ayaklanması günü oldu. Onların devrim hareketine girişinin
sembolü, medenî insan mantığının çözemeyeceği bir hiyeroglifti (beceriksiz ve
kurnaz, kötü ve saf, kaba ve ince, hesaplı bâtıl inançlar, duygulandırıcı kaba
komedi, dâhiyane ve aptal çağın gerisinde kalış, dünya tarihinin açıkgözleri).
Bu sembol, medeniyetin kucağında barbarlığı temsil eden sınıfın dış görünümünü,
yanılmaya yer bırakmayacak ölçüde ortaya koymaktaydı.”[11]
Ancak aynı incelemenin bir sonraki basımında
köylülerin deneyim kazanarak çıkarlarının burjuvalara değil, işçi sınıfına
bağlı olduğunu anlamaya başladıklarını yazar. Bu fırsatla “Devrimler tarihin
lokomotifleridir”[12] şeklindeki o ünlü cümlesini söyler. İki yıl sonra, Louis
Bonaparte’ın 18 Brumaire’i adlı eserde Marx, köylü sınıfının başlangıçta
burjuvazinin feodal sınıfa karşı savaşında aracı olduğunu, ancak sonrasında
burjuvaziye karşı çıkıp şehirli proleter sınıfta doğal müttefikini ve rehberini
bulduğunu fark edecek düzeye geldiğini uzun uzun izah eder. Marx şu şekilde
devam eder:
“Köylü,
Napolyon’un restorasyonundan umutsuzluğa kapılıp toprağına dönük inancını
kaybederek bu toprak parçası üzerine kurulu her tür devlet kurumunu devirmekte
ve bu şekilde proletarya devrimi olmadığı takdirde, tüm köylü milletlerde
solosu bir cenaze marşından ibaret bir koro yaratmaktadır.”
Kitabının ikinci baskısında Marx bu güzel cümleyi
çıkarır, ancak köylü sınıfının zamanla şehirlerdeki işçi sınıfıyla birleşeceği
fikri çok daha sade bir biçimde eserde kalır. Bu görüş, sonraları çeşitli
teorik anlayışları desteklemek için de kullanılacaktır.
Asya ülkelerinin Avrupa’ya politik ve ekonomik
bağımlılığından, köylü sınıfının ve diğer sınıfların hareket tarzı
etkilenmeyecek midir? Bu noktada, Marx ve Engels’in metinlerini inceleyenlerin
sözkonusu sorunu ele alırken, her şeyden önce iki düşünürün Doğu Avrupa’daki
milliyetçilik sorunuyla ilgili yazılarına bağlı kaldıkları söylenmelidir.
Lenin’de ve diğer yirminci yüzyıl marksistlerinde
görülen millî kurtuluş hareketlerine dönük toptan onaylayıcı tavrın Marx ve
Engels’te bulunmadığını belirtmek yerinde olacaktır. Marx ve Engels’in Doğu
Avrupa’da milliyetçilik sorunuyla ilgili hükümlerinin başlıca ölçüsü Rusya’ya
yönelik nefrettir. Avrupa’daki gericiliğin başlıca desteğinin Çarlık Rusya’sı
olduğu hususundaki kanılarına bağlı kalarak, ikili, Çarlığı zayıflatan her
milliyetçi hareketi olumlu ve Rusya’ya avantaj sağlayabilecek her milliyetçi hareketi
zararlı ve gerici addeder.
Polonya’daki gibi bir milliyetçi hareketi meşrû ve
ilerici kabul ettiklerinde, milliyetçilik meselesinin taktik plan üzerindeki
etkilerine dair ilginç sonuçlar çıkarırlar. Polonya’nın devletlerarasında
bölüşülmesinin sonuçlarını tartışırken Engels, bu yabancı boyunduruğunun
Polonya’da tüm sınıfları birleştirdiğini, sadece büyük aristokrasinin yabancı
devletlerle suç ortaklığı yaptığını ileri sürer. Burada, yarım yüzyıldır
geliştirilmekte olan proletarya ve köylü sınıfının burjuvaziyle ittifakı
konusundaki bir yığın teorinin çok açık bir öntaslağı mevcuttur.
On dokuzuncu yüzyıl ortalarında milliyetçilik sorunun
özgül bir örneği nasıl Doğu Avrupa ise, sömürgecilik sorununun özgül örneği de
İrlanda’dır. İrlanda konusunda Marx’ın çok kısa, ancak sonuçları bakımından
oldukça önemli bir yazısı vardır. 1867’de Engels’e, İngiliz işçi sınıfının
İrlanda’nın kaybıyla rejim sarsılmadan önce hiçbir şey yapamayacağını yazar. Bu
şekilde sömürgedeki eyleme ileri kapitalist ülkedeki eylemin üstünde bir
öncelik vermiş olur. (“Kaldıracı İrlanda’ya yerleştirmek gerekir” demektedir.)
Marx, dünya devriminin, basit bir analiz malzemesi olmaktan çıkıp tarihin
gerçek bir aktörü hâline geldiği noktadan itibaren yaygınlaşan “Asya’ya dönük”
tüm görüşlere kapı aralar.
Hélene Carrère d’Encausse
Stuart Schram
Dipnotlar:
[1] Bkz.: Engels’e yazdığı 2 Haziran 1853 tarihli mektup. Briefwechsel,
1. Cilt, s. 413.
[2] Karl Marx, Das Kapital, Berlin, Dietz
Verlag, 1956, 3. Cilt, s. 365-366. Çin’in Asya-tipi üretim tarzına dâhil olup
olmadığı hususunda Wittfogel ve Meisner arasındaki tartışmaya bakınız: China
Quarterly, Sayı: 11, 12 ve 16. Genellikle Wittfogel’in Asya-tipi toplum
konusundaki Marx’ın görüşlerini sistemleştirmede çok ileri gittiğini ve onu tek
bir model hâline getirdiğini (ki bunun günümüzün sorunlarına uygulanması çok
daha tartışmalıdır) kabul etmekle birlikte onun, tipik bir örnek olmasa da,
Marx’ın Çin’i Asya-tipi toplumlar içinde sınıflandırdığı görüşünü haklı
buluyoruz. (Asya-tipi üretim tarzı ve onun politik sonuçları konusunda
Wittfogel’in daha ayrıntılı görüşleri için onun Le despotisme oriental (“Doğu
Despotizmi” -Paris, Editions de Minuit, 1964) adlı eserine bakınız.
[3] Marx, Hindistan’da İngiliz Egemenliğinin
Sonuçları adlı makalesinde bu görüşün anahatlarını çizer. Daha sonrasında
kaleme aldığı bir dizi metinde parça parça fakat aydınlatıcı bir üslupla bu
görüşünü geliştirir. Bunların en önemlisi, Kapital’de yer alan,
prekapitalist tarzlara dair müsvedde hâlindeki pasajdır: Grundrisse der
Kritik der politischen Ökonomie, Berlin, Dietz Verlag, 1953, s. 375-413.
Asya-tipi üretim tarzı hakkında Marx’ın görüşündeki gelişmeyi tümüyle ortaya
koyan en iyi isim George Lichtheim’dır (Marx and the Asiatic Mode of
Production, St. Anthony Papers, Sayı: 14, Londra, Chatto ve Windus, 1963,
s. 86-112.). Avrupa komünistlerinin bugünkü görüşleri açısından La Pensée’nin
1964 Nisan tarihli 114. sayısına bakılabilir. Pensée, Marx ve Engels’in
Asya-tipi üretim tarzıyla ilgili pasajları hakkında eksik ancak yararlı bir
kaynakça sunmaktadır (s. 55-56).
[4] Bu fikir, öncesinde Manifesto’da ortaya
konmuştur.
[5] Bu evrim için bkz.: Lichtheim, a.g.e., s.
97-98.
[6] Friedrich Engels, “Soziales aus Russland”,
Marx-Engels, Werke, 18. Cilt, 1963, s. 563-564.
[7] Marx’ın Rus dergisi Otiçistveniya Zapiski’ye
yazdığı mektup: Marx-Engels, Werke 19. Cilt, Berlin, Dietz, 1962, s.
108. Türkçesi: İştiraki.
[8] Marx-Engels, Works, 18. Cilt, s. 567.
[9] Marx-Engels, Le Manifeste du Partie Communiste (“Komünist
Parti Manifestosu”), Paris, Editions Sociales, 1947, s. 14-18.
[10] Karl Marx, “Letter to the Labour Parliament”
(İşçi Meclisi’ne Mektup), The People’s Paper (Halk Gazetesi): Marx-Engels
on Britain içinde, Moskova, Foreign Languages Publishing, 1953, s. 402.
[11] Karl Marx, Les Luttes de classes en France
(“Fransa’da Sınıf Mücadeleleri”), Paris, Editions Sociales, 1946, s. 54.
[12] A.g.e., s. 90.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder