Bugün geçerli olabilecek her türden Marksizmin
niteliksel ihtiyaçları, coşkunluk, radikal anti-Stalinizm ve medyanın
filtrelediği bürokratlaşmış resmî politikanın kabuğu altında gelişen moleküler
isyanları görecek keskin bir çift gözdür. “Otonomcu” Marksizm, bu niteliklere
sahip ya da en azından sahipmiş gibi görünüyor.
Otonomcu Marksizm altmışlarda “işçici”, 1973 sonrası İtalya’da “otonomcu” olarak anılan solcu akımların içinden çıktı. İtalyan KP’si, diğer gelişmiş kapitalist ülkelerdeki KP’lerin en güçlüsüydü.
60'ların sonunda ve 70'lerde İtalya, şiddetli mücadelelere ve güçlü sol
faaliyetlere tanık oldu. O dönem güçsüz olan Troçkistlerin önemli bir bölümü,
1968’de yaşanan ayrışmanın ardından Maoizmin çeşitli varyantlarına iltihak
etti. Otonomculuk işte bu mayanın ürünü.
Örgütlü bir akım olarak otonomculuk, 1979 sonrası
marjinalleşti. Toni Negri ve diğer otonomcu yazarlar, özellikle ABD’dekiler,
yazmaya devam ettiler. Negri’nin Michael Hardt ile birlikte kaleme aldığı İmparatorluk
kitabı, çok büyük bir satış rakamına ulaştı. Otonomcu marksizm, bugünlerde
farklı bir dizi politikayı içererek yoluna devam ediyor.
Bana kalırsa otonomcu Marksizmin üç ana teması bugün
için oldukça kıymetli. Ne var ki otonomcular, bana göre bu üç temayı da onları
mistifiye ederek geliştiriyorlar. Sosyal Forum’ların geliştirilmesi
aracılığıyla bugün otonomcu Marksistlerle yapılacak tartışma ve kurulacak
diyalog, bu temaların açıklığa kavuşmasına katkı sunacaktır.
İlk tema, otonomculuğun kriz Marksizmi yerine
önerdikleri sınıf mücadelesi Marksizmidir.
Kapital’in 15.
bölümünde Marx, büyük ölçekli fabrika endüstrisinin genel eğiliminin, “emeği,
işin akıcılığını ve emekçinin evrensel hareketliliğini çeşitlendirmek” olduğunu
söyler. Bu endüstri, “temel üretim yasası olarak tanınmanın gerekliliğini […]
çeşitlenmiş iş için emekçinin uygunluğunu, sonuç olarak da bu işçinin
çeşitlenmiş yeteneklerinin olası en üst seviyede gelişimini zorunlu kılar.”
Endüstri, sermaye tarafından dayatılan sınırlamalarla
mücadele etme noktasında kararlı olan aklı ve talepleri genişletmek suretiyle,
daha çok çeşit ve hareketli işçi sınıfı üretir. “O, kapitalist üretim biçimine
ait çelişki ve uzlaşmaz karşıtlıkları olgunlaştırır, dolayısıyla bunun yanında,
eskisini imha etmek için gerekli güçleri, yeni toplumun oluşumuna ait unsurları
temin eder.”
Sermaye tepki gösterir; ancak onun tepkisi
çelişkilerin olgunlaşmasına yol açar. “1830’dan beri gerçekleştirilen icatların
tarihini, salt işçi sınıfının isyanlarına karşı sermayenin silâhlandırılması
için yapıldığı tespiti üzerinden yazmak mümkündür.”
Bu fikirleri cımbızlayan otonomizm, işçi sınıfı
mücadelesinin kapitalist gelişimi ileri itmesine ve onu biçimlendirmesine,
ayrıca gelişimin her bir aşamasındaki yeni yıkıcılık ihtimallerini arama
ihtiyacına vurgu yapar. Bu vurgu, bugün küreselleşmeyi tartıştığımız noktada
kıymetlidir. Bu, küresel sermayeye karşı küresel direnişin yollarını aramak
anlamına gelir. Bu arayış, “küreselleşme karşıtlığı” basitliğine kapılmadan,
çoğunlukla aldanılan milliyetçi ya da gerici tavırlara yönelmeden gerçekleşir.
Sınıf Mücadelesi Marksizminin yanında bir de Kriz Marksizmi vardır.
Kriz Marksizmi, kapitalizmin daima şu veya bu şekilde
otomatik ekonomik yasalar kümesine bağlı olarak köşeye sıkıştığını söyler. İşçi
sınıfı, bu gelişim içinde salt bir kurban olarak gösterilir. Umut, ekonomik
yasaların kaçınılmaz ve aynı ölçüde otomatik olarak katastrofik bir kriz
üretecek olmasına bağlanır. Eğer devrimciler, bu sırada kapitalizme karşı
yeterli ölçüde güçlü bir parti örgütlerlerse, onu yıkacaklardır.
Bu düşünce tarzına ait unsurların kökeni, on dokuzuncu
yüzyılın sonlarına dek uzanır. Ana gelişimi Stalinist Marksizm dâhilinde
olmuştur. Fransız Troçkistleri, bu doktrine, FKP’ye atıfla, “sefaletçilik”
derler.
Kimi karmaşık nedenlerden ötürü kökleri otuzların
sonuna ve kırklı yıllara dayanan kriz Marksizmi, aynı zamanda Troçkizmi de
etkilemiştir. Kriz Marksizmine eşlik eden bürokratik devrimci parti
anlayışından kurtulmak ve işçileri geçmiş mücadelelerin sistematik hafızası ile
bilgilendirerek, işçi mücadelelerinin yıkıcı mantığını güçlendirmek için
devrimci bir parti fikrini yeniden kurmak zorundayız.
Altmışlarda otonomist yaklaşım, İtalya’daki bürokratik
emek hareketi karşısındaki tatminsizlikten doğdu. Hareketin birçok önde gelen
eylemcisi kırklarda verilen Direniş içinde pişti. Kırklı yılların yirmi
yaşındaki radikalleri o gün kırklı yaşlardaydı ve sözkonusu hayal kırıklığını
on beş yıl boyunca yaşamışlardı. Bu sebeple otonomcular, kuzey İtalya’daki genç
işçilere yüzlerini döndüler.
Eski sendikacılara kulak asmayan ve onları anlamayan
“proletarya arasında yükselen uğultu”ya dönük benzer bir dikkat, bugün
öğütlenebilir nitelikte. Britanya’da sendikacıların yüzde elli yedisi kırk
yaşın üstünde. Sendika temsilcileri ve eylemcileri arasındaki oran ise kırkı
aşıyor.
Bugün kırk beş yaşında olan sendikacı, 1979’da
iktidara gelen Thatcher zamanında yirmi yaşındaydı ve sendika üyeliği düşük
yoğunluktaydı; 1985’te madenciler yenildiklerinde, bu sendikacı yirmi
altısındaydı. O, yetmişlerin sonu ve seksenlerin başındaki güçlü, kendine
güvenen bir sendikal hareketten etkilenmişti, ancak o günden bugüne direniş
kırıldı, zararlar sınırlandı ve kolektif özkurtuluş yerine bireysel dertlerle
uğraşılmaya başlandı.
Yavaş yavaş ve parça parça ilerleyen yeni bir radikal
nesil geliyor. Bu neslin fabrikaları ve işyerlerini ne zaman sarsacağını
bilmiyoruz. Onun dinamikleri, 1968’de önemli bir bölümü güney İtalya’nın
köylerinden gelmiş, çoğunluğu erkek olan o büyük ve yeni fabrikalardaki genç
işçi neslinin dinamikleri ile benzerlik taşımayacak; ya da onların üstü olan
yaşlı sendikacılarınki gibi de olmayacak. Bu noktada (Marx’ın sermayenin
kompozisyonu kavramına atıfla) sınıf kompozisyonundan dem vuran otonomculara
daha yakından ve derinden bakmak gerekiyor.
Ancak kimi otonomcu yazılarda işçilerin kapitalist
gelişmeyi biçimlendiren eylemi fikri öyle daraltılıyor ki bu fikir, tüm “özerk”
isyanlar için gerekli genel coşkunun derininde duran mücadelenin gelişimine ve
sınıf kompozisyonuna dönük her türlü ilgiyi kesiyor.
Kapitalist gelişmenin elbette kendine has yasaları ve
yapıları var. Kapitalist sınıf, strateji de üretiyor. Ancak yaptığı her şey de
işçilerin eylemine (inisiyatifine) karşı geliştirilmiş basit birer tepkiden
ibaret değil. Bu sebeple, işçilerin eylemine yakından bakmak ve kapitalist her
türlü gelişmenin işçilerin inisiyatifine karşı verilmiş birer cevap olduğu
yorumunu yapmak, tam bir mistifikasyon.
İşçiler tarafında belli bir işin hızını düşürecek,
işverenleri yeniden teçhizatlandırıp örgütlenmeye itecek sessiz ve moleküler
bir direniş ile bilinçli, kolektif ve politik eylem arasında bir fark var; (her
ne kadar ikisi arasında bir duvar olmasa da) savunmaya ve saldırıya dayalı
mücadeleler birbirinden farklı şeyler.
Ancak kimi otonomcu yazılar, ayrımsız tüm kapitalist
gelişmeyi işçilerin itirazları ile ileri itilen sermayeye atfediyor. Böylece
işçilerin eylemselliği kendi özellikleri için incelenmeye değer bulunmuyor:
onun basit anlamda kapitalist değişimin dışa dönük gerçekliğine bağlı olarak
işlevli hâle gelebildiği sonucu çıkartılıyor.
Dolayısıyla, sınıf mücadelesi Marksizmi, kriz Marksizminin
bir çeşidine dönüşüyor, kapitalizmin daima krize mahkûm olduğunu, çünkü
işçilerin itirazı ile sarsıldığını söylüyor.
İkinci olarak otonomculuk, Marksist politikanın rehber
ilkesi olarak işçilerin özerkliğine vurgu yapıyor.
Otonomculuk, genel anlamda ileriye dönük gelişime en
iyi biçimde neyin katkı sunduğuna ilişkin ölçütler aracılığıyla Marksistlerin
politik tercihlerine rehberlik eden “gelişimselciliğin” ve ölçütü fiilî
kapitalist gelişimi en militan biçimde sekteye uğratan, inkâr eden ya da ona
karşı duranın ne olduğu üzerinden belirleyen “yadsımacılığın” karşısında
konumlanıyor.
İşçi sınıfını bastırmalarına rağmen, temsil ettikleri
“ilerleme” temelinde (eleştirel bir yoldan) Stalinist devletlerin safında olan
eski “ortodoks”, yeni-Troçkist konum “gelişimselciliği” örnekliyor.
“Emperyalizm”i (yani ABD ve AB’yi) havaya uçurma temelinde (açıktan olmasa da
çeşitli imalarla ve belli belirsiz) İslâmî köktencilik, Saddam Hüseyin,
Slobodan Miloseviç ya da avro karşıtlığı ajitasyonunun safında yer alan ucuz
“anti-emperyalizm” edebiyatı, “yadsımacılığı” ifade ediyor.
Bu yaklaşımlara karşı İşçilerin Kurtuluşu İttifakı
olarak biz, üçüncü kampı temsil ediyoruz ve politikadaki bağımsız bir kamp
olarak, işçi sınıfının kendi kendini ortaya koymasını esas hâline getirmek
istiyoruz. Savaşta işçi sınıfının katı manada bir “sınıfa karşı sınıf”
biçiminde saflaşmaması gerektiği üzerinde dururken bile bu tespiti, saflaşmanın
sınıfın bağımsızlığını muhafaza ederek kendi yöntemleri ile diğer demokratik
ilkeler ya da ulusların kendi kaderini tayin hakkı ölçütüne dayanarak
yapıyoruz.
Bize göre, en genel anlamda işçi sınıfı ile “halk”
arasındaki politik ayrım (ki işçi sınıfı örgütleri köylüleri, öğrencileri ve
diğer mücadeleleri destekleyebilir, hatta desteklemelidir) ve bağımsız bir
politik işçi partisinin inşası işçilerin özerkliği için esastır.
Altmışların İtalyan işçiçileri uzlaştılar. Onlar,
İKP’yi “partiyi kapsamlı bir “halk” gerçeğine bağladığı ve onu özerk bir
politik güç olarak güçlendirmediği için eleştiriyorlardı.
Ancak yetmişlerde işçiciler otonomcu oldular ve işçi
sınıfını yeniden tarif ettiler. 1968-69 dönemecinden etkilenen büyük
fabrikalardaki devrimciler yetmişten sonra marjinalleştiler. Kapitalistler,
robotlar ve mikroelektronik kontrollerle fabrikaları küçülterek üretimi küçük
birimler hâlinde taşeronlara dağıttılar. Otonomcular, yüksek teknolojiye dayalı
kapitalizme ait bu eğilimi gördüklerini iddia ettiler. Onlara göre, doğrudan
verimlilik zamanı önemsizleşiyor, tüm emek gücünün üretimi ve yeniden üretimi süreci
üzerindeki kontrol daha önemli hâle geliyordu.
Büyük fabrikalardaki “kitlesel işçi” ya da “kolektif
işçi” yirmilerden beri sınıf kompozisyonunun açıklayıcı unsuruydu, ancak artık
bu tartışmalıydı. Şimdi açıklayıcı unsur, emek-gücünün üretimi ve yeniden
üretiminin, öğrencilerin, ev kadınlarının, kısacası herkesin üzerindeki
kapitalist kontrole girmiş toplamı içeren “toplumsallaşmış işçi”ydi. Negri’nin
yakın zamanlarda dile getirdiği “çokluk” kavramı, bu toplumsallaşmış işçi” ile
benzer bir içeriğe sahip.
Otonomcular için bu yeniden tarif, hemen politik kimi
avantajlar getirdi, onlara göre büyük fabrikalardaki o büyük geri çekilmeye
rağmen işçi sınıfı, hâlâ devrimci bir kaynama noktasında yaşıyordu. Bu
yaklaşımın kimi analitik dezavantajları mevcuttu.
Sözkonusu yaklaşım, yetmişler sonrası kapitalizmini
abartılı bir biçimde, Marx’ın “ekonomik ilişkilerin kör baskısı” adını verdiği
şeyden ziyade, hayat üzerindeki tüm her şeyi kucaklayan politik kontrole dayalı
“totaliter” bir unsur olarak resmetti. Aynı zamanda toplumsal itiraza ait her
türlü eylemi göklere çıkarttı. “İtiraz”ı parola kabul edip, ne kadar bireyselci
ya da hatta nihilist olursa olsun, her türlü örneği “kendiliğindenlik ve saf
komünizm”in temsilleri olarak göklere çıkarttı ve böylelikle kapitalizmi daimî
krizin içine fırlatıp attı.
Otonomcular özerkliği, sendikalardan ve partilerden,
hatta işçi sınıfının diğer sektörlerinden özerk olmak üzerinden yeniden
yorumladılar. “Özerklik”, parçalılık ve örgütsüzlük anlamına gelmeye başladı.
Sınıf örgütlenmesi yerine otonomcular (Marx’ın
“sermayenin dolaşımı” kavramından uyarlayarak) “mücadelenin dolaşımı”nı ikâme
ettiler ve esasında sınıf politikasını reddettiler.
Marx, sınıf politikasını çalışma günü örneği ile izah
eder. Her işyerinde tekil işçiler ve küçük işçi grupları boşluklar ve mola
noktaları ararlar, işverenlerse bunları doldurmak için çabalar. Bu, aslen
moleküler düzeyde işleyen bir savaştır. İşçilerin kolektif özfarkındalığı ve
güveninin belirli bir düzeyinde bu savaş örgütlü bir hâl alır ve işyerleriyle
sanayi kollarında sendikalar kimi anlaşmalar yaparlar. Bir sonraki düzeyde
savaş politikleşir, sendikal örgütlenmenin bile olmadığı işyerlerinde bile
çalışma günü sınırlanır, işçiler bu yolla, Marx’ın “toplumsal sağduyu
aracılığıyla toplumsal üretimi kontrol eden […] işçi sınıfının politik
ekonomisi” adını verdiği politik partiler oluşturur.
Diğer toplumsal başkaldırı eylemlerinde mevcut
olmayan, sınıf olarak işçi sınıfına has bir mantıktır bu.
Kimi otonomcular için bu savaşın sadece moleküler
biçimi “özerk”tir. Sonuç olarak onlar, kapitalist devlet iktidarının yıkılması
ve “yeni bir işçi devleti iktidarı”nın kurulması fikrini reddederler. Onlar
bunun yerine, yetmişlerin başında İtalyan aşırı solcularının “isyan”la ilgili
sözleriyle “silâhlı parti” oluşumunu ve onun doğrudan terse çevrimi üzerinden
belirlenen acil görevleri koyarlar.
Otonomcular, hareketin kendisine “alternatif toplumun
onaylanması” olarak bakarlar. Hareket, kendi mekânlarını fethetmeli ve kontrol
altında tutmalıdır. Bu, hâkim mücadele biçimi hâline gelmiştir. [Revolution
Retrieved, 1983, s. 236; aynı fikir, John Holloway’in Change the World
without Taking Power: the Meaning of Revolution Today’de de mevcuttur.]
Bugün otonomizmin politikası karikatür bir anarşizmle
(otonomcu bir bildiride görüldüğü üzere, “çalışmak değil, isyan etmek
istiyoruz!”) ılımlı bir reformizm (Fransız otonomcu gazete Çokluk’un
editörü Yann Moulier Boutang, Fransa’da saygıdeğer bir hükümet partisi olan
Yeşiller’in saygıdeğer bir üyesidir) arasında salınır.
Üçüncü olarak otonomizm, antistalinisttir. İşçiciler
ve yetmişlerdeki otonomcular, SSCB’yi devlet kapitalisti bir ülke olarak
görmüşlerdir. 1964’te vefat etmiş öncü bir işçi olan Raniero Panzieri’nin
tespitine göre, “hem fabrika hem de tüm üretim düzeyinde üretim ilişkilerindeki
kapitalist biçimlerin tekrarlanması, tüm bunlar, sosyalizmin planlama ve tek
ülkede sosyalizmin imkânlılığı ile tanımlanmasından başka bir şey değildir.”
Burada sözkonusu paradoks altmışların sonunda ve
yetmişlerin başında açığa çıkar. O dönemin neredeyse tüm İtalyan aşırı solu
“hafif Maoist”tir -buradaki hafiflik, onların katı biçimde Pekin çizgisini
yankılamamalarını, zorunlu olarak Mao’nun Stalin’e dönük desteğini
kabullenmemelerini ama Mao’yu büyük bir Marksist, Çin’i ise sosyalist olarak
görmelerini ifade eder. İşçiciler ve otonomcular bu konuda yan yanadırlar.
Bugün bile (İmparatorluk’ta) Negri “(Rusya’da işçiler tarafından
yapılan) 1917 ve (Çin’de Mao’nun Stalinistleri tarafından yapılan) 1949
komünist devrimleri”ni aynı düzeyde ele alır; ABD’li otonomcu Harry Cleaver, Reading
Capital Politically’nin 2000’deki baskısında, yorum yapmadan, Negri’nin
1966-67 tarihli “büyük Çin kültür devrimi”ne dönük desteğini “halkın isyanının
yükselen bayrağı” olarak niteler.
Bugün kimi otonomcular, 17 devrimini başlangıcından
itibaren devlet kapitalisti görüp küçümserler. Oysa altmışların ve yetmişlerin
işçiciliğinin ve otonomculuğunun yaklaşımı bu değildir. Zira bunlar Bolşevik
yanlısıdırlar. Sonrasında bu eğilimler, yeni “sınıf kompozisyonu” tarifi ile
bolşevizmin demode olduğuna hükmederler, ama gene de bugünkü Negri’nin
görüşlerini hiçbiri dillendirmez.
İşçilerin özerkliğini savunan biri nasıl olur da işçi
sınıfının Stalin’in Sovyetler’inden görece daha az hareket alanı bulabildiği
Mao’nun Çin’inin sosyalist iddialarına güven duyabilir?
Otonomcu fikriyatın iki unsuru, paradoksu görünüşte
izah eder. İlk unsur, onların Stalinizmin özgüllüklerini analiz etmemiş
olmalarıdır. Onlar, Sovyetler’i öncelikle devlet kapitalisti görmekte, zira bu
devlet (aşırı basitleştirici bir yoldan) baktıkları ve yumuşak bir yoldan,
giderek daha fazla, kapsamlı bir planlamaya yönelen batılı kapitalist
devletlere benzemektedir. Sovyetler’in batıdan ayrıştığı noktalar onlara
“komünist” görünmekte ve bu noktalar yeterli kabul edilmektedir. Tüm gösterişi
ile cereyan eden “kültür devrimi” batıdan farklıdır ve işçi sınıfı üzerindeki
baskıcı ve yıkıcı yönlerine rağmen “komünist” kabul edilmektedir.
İkinci unsur ise şudur: işçilerin özerkliği fikrinin
parçalı isyan için gerekli coşkuyla kaynaşması, “kültür devrimi”nin yarattığı
kaosun “özerk” bir mücadele olarak görülmesine yol açar.
Martin Thomas
27 Aralık 2003
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder