Pages

15 Eylül 2009

Ayakkabımın Hikâyesi


Bush’a Ayakkabı Fırlatan Muntazır Zeydi’nin

Serbest Kaldıktan Sonra Yaptığı Konuşma


Kerim ve bağışlayıcı olan Allah’ın adıyla.

Ben hürüm. Ama ülkem hâlâ bir savaş tutsağıdır.

Öncelikle ülkemde, İslâm dünyasında ve hür dünyada benim yanımda duran herkese teşekkür eder, saygılarımı bildiririm. Yaptığım eylemle, eyleme maruz kalan kişiyle, kahramanla ve kahramanca eylemle, sembolle ve sembolik eylemle ilgili çok şey söylendi.

Ancak benim cevabım esasında çok basit: beni meydan okumaya mecbur eden şey, halkımın maruz kaldığı adaletsizlik ve işgalin çizmeleri altına aldığı vatanımı aşağılamak istemesidir.

Onlar ister şeyh, ister kadın, ister çocuk, isterse erkek, bu vatanın tüm evlatlarının kafalarını parçalamak istediler. Son birkaç yıl süresince işgalin sıktığı kurşunlar, bir milyondan fazla şehidi toprağa düşürdü ve bugün ülke, beş milyondan fazla yetim, bir milyon dul ve yüz binlerce sakatla dolu. Ülke içinde ve dışında milyonlarca evsiz insan, yersiz yurtsuz yaşamaya mecbur.

Eskiden Arapların, Türkmenlerle, Kürtlerle, Süryanilerle, Sabilerle ve Yezidîlerle günlük ekmeğini bölüştüğü bir milletti burası. Şiîler Sünnîlerle aynı safta namaz kılardı. Müslümanlar, İsa’nın -huzur içinde olsun- doğum gününde Hristiyanları tebrik ederlerdi. On yıldan fazla süren müeyyidelerin sonucunda yaşamak durumunda kaldığımız açlığı uzun yıllar birlikte paylaştık.

Sabrımız ve dayanışmamız bize zulmü unutturmamalı. Birilerinin iddia ettiği o kurtuluş yanılsaması tarafından ele geçirildiğimiz günden beri işgal, kardeşleri, komşuları böldü, amcayı yeğenine düşman etti. Evlerimizi hiç bitmeyecek cenaze çadırlarına dönüştürdü. Mezarlıklar, parklara ve yol kenarlarına taştı. Bu, bir felâkettir. Bizi katleden, camilerimize ve evlerimizin kutsiyetine halel getiren, binlerce insanı günbegün geçici hapishanelere atan işte bu işgal.

Kahraman olmadığımı kabul etmem gerek. Ama belli bir bakış açım ve duruşum var. Ülkemin aşağılandığını görmek beni utandırıyor. Hele ki Bağdat’ı yanarken görmek. Halkımın katlini. Binlerce trajik resim kazılı kafamda, bu, her günümün üzerine çöküyor ve beni doğru yola itiyordu, o yüzleşme yoluna, adaletsizliğe, hile ve ikiyüzlülüğe itiraz etme yoluna. Onsuz bana uyku haramdı.

Yeni doğmuş bir bebeğin bile saçlarını kırlaştıracak o onlarca, yüzlerce katliam görüntüsü karşısında gözyaşı dökmeye ve içimin yaralanmasına alıştım artık. Ebu Gureyb skandalı, Felluce, Necef, Hadiza… Felluce, Sadr Şehri, Basra, Diyala, Musul, Telafar katliamları ve ülkemin yaralı her karış toprağı. Geçmiş yıllarda her yanı alevler içindeki ülkemi dolaşıp kendi gözlerimle gördüm savaşın kurbanlarını ve çektikleri acıları, kendi kulaklarımla duydum sevdikleri ölmüşlerin, yetimlerin çığlıklarını. Çirkin bir ad gibi esir aldı utanç duygusu, çünkü güçsüzdüm.

Iraklıların günbegün yaşadıkları trajedileri rapor etme görevimi tamamlar tamamlamaz, Irak evlerinin enkazını üzerimden silip kurbanların kan izlerini yıkadığımda, sıktım dişlerimi ve toprağa düşenlere söz verdim, bir intikam sözüydü bu.

Fırsat önüme geldi, ben de kullandım.

İşgal süresince dökülen ya da onun sebep olduğu masum kanın her damlasındaki, yakınlarını yitirmiş bir ananın her çığlığındaki, bir yetimin her iniltisindeki, tecavüze uğrayan bir kadının kederindeki ve bir öksüzün gözyaşındaki asaleti çıkardım ortaya.

Bana sitem edenlere şunu söylüyorum: işgal yüzünden fırlattığım ayakkabının kaç parçalanmış eve girdiğini biliyor musunuz? Kaç kez çiğnedi masum kurbanların kanını o? Hür Iraklı kadınların ve onların kutsiyetlerinin tecavüze maruz kaldığı evlere kaç kez girdi? Belki de ayakkabı, tüm değerler ayaklar altına alındığında verilebilecek en uygun cevaptı.

O suçlunun, Bush’un yüzüne fırlattığımda ayakkabıyı, her türden yalanına, ülkemi işgal etmesine ve halkımı katletmesine dönük itirazımı ifade etmek istedim. Ülkemin zenginliğinin yağmalanmasına ve altyapısının mahvedilmesineydi, evlatlarını dünyanın çeşitli yerlerine savurup atmasınaydı itirazım.

Altı yıllık aşağılama, saygısızlık, kutsallığın katli ve ona yönelik tecavüzler, ibadet yerlerinin saldırıya uğraması sonrası o katil, gelip zaferle ve demokrasi ile böbürlenip iftiharlandı burada. Kurbanlarına “elveda” demek için geldi ve onlardan karşılık olarak çiçekler istedi.

İşte benim de basit cevabım buydu, işgalciye fırlattığım ayakkabı, ona ve işgal öncesinde ya da sonrasında, ister yalanları çoğaltarak ister eyleme geçerek onunla birlik olanlara verdiğim bir çiçekti o ayakkabı.

Ayaklar altına alınmış ve yüce onurunu yitirmiş olduğu günlerde mesleğimin onurunu ve baskı altındaki vatanseverliğimi savunmak istedim. Kimileri, neden o basın konferansında Bush’u utandıracak bir soru yöneltmediğimi soruyorlar. Evet, şimdi o gazetecilere cevap veriyorum. Basın konferansı başlamadan önce Bush’a soru yöneltmememiz talimatı verilmiş, sadece yaşanan olayı örtbas etmemiz istenmişse ona nasıl soru sorabilirdim? Orada herkesin Bush’a soru sorması yasaklanmıştı.

Profesyonellik meselesine gelince: işgalin gölgesi altında matemde olan profesyonelliğin, vatanseverlikten başka, yüksek sesle dile getirebileceği bir şey olamaz. Eğer vatanseverlikten söz etmek gerekirse, o zaman profesyonellik, bu vatanseverliğe iştirak etmelidir.

Bu fırsatı kullandım: eğer benim gazeteciliğim, niyetimden bağımsız olarak yanlış ise ve mesleğimi utanca sürükleyip bu kuruma zarar vermişsem, her türlü utanç verici eylemim için onlardan özür diliyorum. Vatanının günbegün hakarete maruz kaldığını gören bir vatandaşın duygularını canlı bir vicdanla ifade etmekten başka bir şey değildi benim yaptığım.

Tarih, profesyonelliğin de Amerikan siyaset üreticilerinin ellerinde uzlaşmış bir hâlde var olmayı sürdürdüğüne ilişkin sayısız hikâye anlatıyor; Küba Televizyonu mensubu gazeteciler kılığına giren CIA ajanlarının TV kamerasına bubi tuzağı yerleştirmesi suretiyle Fidel Castro’ya karşı gerçekleştirdikleri suikast girişimi ya da Irak savaşında kamuoyunun yaşananlarla ilgili olarak aldatılması bunlara örnektir. Burada anamayacağım daha çok sayıda örnek mevcuttur.

Fakat dikkatinizi çekmek istediğim husus, şu şüpheli ajanlardır, Amerikan istihbaratı, onun ajanları ve bu ajanların peşinden gidenlerden, işgale karşı isyan eden bir kişi olarak benim izimi sürmek için hiç zaman kaybetmeyen şu kişilerden bahsediyorum. Bunlar, beni öldürmek ya da etkisizleştirmek isteyeceklerdir, bana yakın olan insanların dikkatini, beni fizikî, sosyal ya da meslekî açıdan etkisizleştirmek ya da öldürmek için bu ajanların kuracakları tuzaklara çekmek istiyorum.

Irak başbakanının uydu kanallarına çıkıp güvende olup olmadığımı kontrol ettiğini söylediği vakit, ben bir yatakta, battaniyenin altında idim, o saatlerde başbakanın sözlerine rağmen, en korkunç işkencelere maruz kalıyordum: elektrik veriyorlardı, kablolarla vuruyorlardı, demir sopalarla dövüyorlardı beni ve tüm bunlar, basın toplantısının yapıldığı mekânın arkasındaki bahçede olup bitiyordu. Bu esnada basın toplantısı devam ediyor, oradaki insanların seslerini duyabiliyordum. Belki onlar da benim çığlıklarımı ve iniltilerimi duyabiliyorlardı.

Sabah beni soğuk suyun altına soktular, sırılsıklam ettikten sonra, şafakta beni bağladılar. Bay Maliki gerçeği halktan sakladığı için özür diliyorum. Anlatacağım her şeyi, bana işkence edenlerin isimlerini, hükümette ve orduda üst konumlarda olan bu kişileri ileride açıklayacağım.

İsmim tarihe geçsin diye ya da maddî kazanç elde etmek için yapmadım bu eylemi. Tek yapmak istediğim ülkemi savunmaktı ki bu da uluslararası yasalar ve ilâhi haklar tarafından kabul gören meşru bir davadır. Hakarete uğrayan eski bir medeniyeti savunmak istedim ve ben eminim ki tarih, özellikle Amerikan tarihi, Amerikan işgalinin Irak ve Iraklıları nasıl baskıya maruz bıraktığını anlatacaktır.

Hedeflerine ulaşmak için başvurdukları hilelerle ve kullandıkları araçlarla iftihar edeceklerdir. Sömürgecilerin ellerinde Amerikan Yerlilerinin başlarına gelenlerden farksız gelişmelerin yaşanıyor olması tuhaf değil. Burada işgalcilere ve onların adımlarını izleyip onlara destek vererek işgalcilerin davası için konuşanlara şunu söylüyorum: Asla teslim olmak yok.

Çünkü biz, aşağılanmak yerine ölmeyi tercih eden bir halkız.

Son olarak şunu söylüyorum: ben bağımsızım. İşkence süresince bana söylenenlerin aksine, ben herhangi bir politik partinin üyesi değilim, birileri benim aşırı sağcı, birileri ise aşırı solcu olduğumu söylüyor. Oysa ben politik partilerin dışındayım, ben gelecekte halkımın hizmetine ve onun ihtiyaçlarının giderilmesine dönük gayretler içinde olacağım ve kimilerinin iddiasının aksine, herhangi bir politik mücadele içine de girmeyeceğim.

Gayretlerim, dul ve yetimlerin, işgalin zararlarını gören insanların ihtiyaçlarının giderilmesine dönük olacak. Yaralı Irak’ta şehit düşenlerin rahmetine ve insanlara zarar verenlere o iğrenç eylemlerde yardım edenlerin utanması için dua ediyorum. Ayrıca mezarlardaki insanların huzuru ve mapus zinciri altında zulme uğrayanlar için de dua ediyorum. Huzur, kurtuluş için yüzünü Allah’a dönenlerin ve sabırlı olanların üzerine olsun.

Ve sevgili ülkeme şunu söylüyorum: adaletsizliğin gecesi uzun olsa bile, bu, güneşin doğuşunu durduramaz ve bu güneş hürriyetin güneşi olacaktır.

Son sözüm şu. Hükümete söylüyorum: bu, tutuklu arkadaşlarımın sırtıma yükledikleri bir sorumluluk. Onlar “Muntazır, eğer dışarı çıkarsan, her şeye kadir olan o güce bağlı olduğumuzu söyle insanlara.” Her şeye kadir olan tek güç Allah’tır ve O’na dua ediyorum; “Muhbirler yüzünden onlarca, yüzlerce kurbanın hapishanelerde çürüdüğünü hatırlat onlara.”

Bu insanlar yıllardır oralarda tutuluyorlar ve herhangi bir suç isnat edilip yargılanmıyorlar.

Sadece sokaklardan toplanıp hapishanelere tıkılıyorlar. Bugün sizlerin önünde, Allah’ın huzurunda, onların beni duyabildiğini ya da hatta görebildiğini umut ediyorum. Hükümete bu gerçeği hatırlatıp memurların ve politikacıların hapishanelerde nelerin yaşandığı ile ilgilenmelerini bekliyorum. Hukuk sistemindeki gecikmeler adaletsizlikle sonuçlanıyor.

Sağolun. Allah’ın selâmı üzerinize olsun.

Muntazır Zeydi
15 Eylül 2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder