Irak’ta muhtemelen bir felâketle yüzleşecek olan politik
nizam, İslam’ı günah keçisi olarak belirledi. Temmuz 2005’te Londra’da
bombaların patladığı gün Blair’in dışişleri bakanı Jack Straw, yeni bir saldırı
beklentisi içinde olduğunu söyledi, ama nedense bu saldırının Irak ile ilişkisi
üzerinde hiç durmadı. Öte yandan, bu süreçte sağın en etkin müttefikleri ve sol
liberaller, Müslümanlarla savaş karşıtı hareket içinde gerçekleştirilen
dayanışmayı horgören bir tutum içine girdiler.[1] Avrupa gazetelerinde
yayımlanan ırkçı karikatürlere yönelik tepki, liberal çevrelerde ve solun
karışık kafası içinde mevcut olan İslam düşmanlığının boyutlarını da ele vermiş oldu.
Devrimci sol ise İslamî örtünme (tesettür) konusunda iki kutba ayrıldı. Komünist Devrimci Birlik üyesi Gilbert Achcar, ortada bir konum aldı ve Fransız soluyla kendi parti üyelerini örtünme konusundaki fikirleri hususunda eleştirdi, ama öte yandan da Britanya Müslümanlar Birliği gibi İslamî köktenci kimi yapılarla seçim ittifakı kurduğu için Sosyalist İşçi Partisi’ne suçlamalarda bulundu.[2]
Achcar, sağın İslam’ın özgün anlamda diğer
dinlerden farklı olduğu kabulünü de onaylıyor ve Kur’an’ın Hıristiyanlık’ta
görülen “kurtuluş teolojisi” türünden solcu yorumlara cevaz vermediğini
söylüyor. Achar’a göre Kur’an, Müslümanları gerici bir zihniyet içine
hapsediyor.[3]
Oysa gerçekte İslamî inanışa sahip insanlar arasından
çıkmış birkaç solcu örgüt mevcut. Malcolm X, 1960’larda devrimci Kara Panterler
Partisi liderlerine etkide bulunmuş önemli bir isim, ayrıca Şah’a karşı
verdikleri gerilla mücadelesinde İslam ile Marksizmi kaynaştırmayı deneyen
Halkın Mücahitleri’nden de söz edilebilir. Aynı zamanda İslam ülkelerindeki
yönetici sınıf, halk desteği için sık sık sol bir retorik kullanabiliyor;
örneğin 1973’te Afganistan’daki askerî darbenin liderleri ya da yetmişlerin
ortasında Pakistan’daki millîleştirme programına paralel, Zülfikar Butto gibi
isimler, kendilerini “İslamî sosyalist” olarak takdim etmişlerdi.
O hâlde beklenebileceği üzere, Müslümanlar da devrimci
fikirlere sahip olabiliyorlar. Peki onları sosyalizme kazanmak için çabalayan Marksist
örgütlerin tarihsel deneyimi bu hususta ne söylüyor? 1917 Devrimi sonrasında,
yüzde onu, yani yaklaşık on altı milyonu Müslüman olan eski Rus İmparatorluğu
halkları arasında Lenin ve Bolşeviklerin yaptıkları işler unutuluyor. Bu
makalenin amacı da sözkonusu boşluğu bir biçimde doldurmak. Bu noktada
Bolşeviklerin 1917’den 1920 ortalarına dek ortaya koydukları politikanın,
Stalin tarafından İslam’a karşı yürütülmüş cadı avından farklı olduğunu ve o
yıllarda Bolşeviklerin Müslümanları partiye alıp geniş bir ölçek dâhilinde
İslamî örgütlerle birleşik bir cephe oluşturduklarını göstermeye çalışacağım.
Benim amacım, Lenin’i sağcılar tarafından ona sürülmüş
lekeden kurtarmak ve Bolşeviklerin tecrübesinden kimi dersler çıkartmaktır.
Müslüman kitlelerle ilişki meselesi, otuz yıllık bir ekonomik darboğazdan
geçen, tecrit içindeki bir ülkenin doğurduğu küçük ve hırpalanmış devrimci sol
için en önemli meselelerden biridir. Alex Callinicos’un da belirttiği üzere,
“örtünme, Avrupa toplumunun altında duran, ekonomik sömürü ve ırkî zulümden
mustarip olan, ama bir biçimde kendisini Müslüman inancına bağlayan insanların
nasıl kucaklanacağına dair hakikî bir meseleye ait gerçek bir semptomdur.”[4]
Eğer inançları uyarınca giyindikleri kıyafetler yüzünden işçileri hor görürsek,
kendimizi sekterlik çölüne fırlatıp atmış oluruz. Ancak elbette bu noktada
solun ırkçılığa ve emperyalizme karşı Müslümanlarla birlikte olmak gibi
enternasyonalist bir görevi olduğunu söylemek de abartılı olacaktır.
Ayrıca bu alabildiğine kişisel bir konu ise eğer,
kendi inançlarımla ilgili birkaç laf etmem gerekir. Çocukken düzenli olarak
iştirak ettiğim Anglikan kilisesindeki ayinler etkilerdi beni. Bununla birlikte
yirmili yaşlarıma dek saf bir dinî inanca sahiptim ve kaderimin yüksek bir
varlığın ellerinde olduğuna güçlü bir duygu ile inanıyordum. Geçmişe dönüp
baktığımda, bunun muhtemelen benim yaşadığım değişimin, sefaletin ve
ümitsizliğin bir yansıması olduğunu görüyorum. Topluma karşı fena hâlde
öfkeliydim ve dinî tarikatlar, şiddet, özellikle dinî şiddet, beni fazlasıyla
etkiliyordu. Ancak ben, gene de bunun yerine dünyaya yönelik daha etkin bir
anlayış ve onu değiştirme konusunda bir kılavuz öneren Marksizmle tanıştım.
Bolşevik İdaresi Altında Hristiyanlar
SSCB hakkında dindar insanlara soru yönelttiğinizde
alacağınız cevaplarda genelde Stalin tarafından işlenen suçları dinlersiniz.
Çoğunlukla tüm sosyalistler de aynı torbanın içine atılırlar. Ancak gerçek şu
ki, Stalinizmin Lenin dönemindeki Bolşevik Parti ya da Rusya’daki idarenin ilk
yılları ile bir ilişkisi yoktur. Başlangıçta parti programı alenen ateist
olmasına karşın ateizm, parti üyeliği için asla bir koşul değildi: Bolşeviklere
göre din her yurttaşın özel meselesiydi. 1905’te Lenin, parti programındaki
ateizme yönelik sert bir eleştiri yazısı kaleme aldı ve şu noktada ısrarcı
oldu:
“Proletarya,
kapitalizmin karanlık güçlerine karşı vereceği kendi öz mücadelesi aracılığıyla
aydınlatılmadıkça, tek bir bildiri ve tek bir vaaz onu aydınlatılamaz.”[5]
Demek ki sosyalistler, insanların sosyalist örgütlerle
temas kurdukları noktada dinî fikirlerini muhafaza etmelerini kabullenmeli ve
onların dünyayı değiştirme gayreti içinde dinî inançlarını terk etmelerini
beklemelidirler. Marx da “din halkın afyonudur” ifadesi ile dinin insanların
zulmün gerçekliği hakkında bir şeyler söylemelerine ve o zulme karşı dirence
ilişkin arzuları ifade etmelerine imkân veren bir dil temin ettiğini söylüyordu:
“Din,
aynı zamanda hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek ıstıraba karşı
protestodur. Din, mazlum varlığın iç çekişi, kalpsiz dünyanın kalbi ve ruhsuz
koşulların ruhudur. Din halkın afyonudur.”[6]
Lenin, işçilerin devrimci partiye girmeden önce dinî
inançlarını terk etmeleri hususunda ısrarcı olmanın politik bir intihar olduğu konusunda
gayet net ve yalın fikirlere sahipti. Aksine o, müminlerin partiye alınmasını
teşvik etti. 1909’da, “(işçilerin) dinî inançlar(ın)a saldırılmasına kesinlikle
karşıyız” diye yazıyordu. Bunu yapanları “anaokulu materyalistleri” olarak
adlandırıyordu:
“Bugün
dinin en derin kökü, emekçi kitlerin zulme uğrama koşulları ve gün gün, saat
saat en korkunç ıstırap ve en caniyane işkence ile savaşlar, depremler vs.’nin
etkilemesinden binlerce kez daha fazla etkileyen kapitalizmin kör güçleriyle
yüzleşen bu emekçi insanların tümüyle aşikâr olan çaresizliğine dek uzanır.”[7]
Rus Marksistleri, ayrıca işçilerin tecrübe ettikleri
radikalleşme süreçlerini dinî inançlarında yansıtabildiklerini anladılar.
Troçki otobiyografisinde, Ukrayna’daki işçilerin 1890’ların sonundaki grev
dalgasında Rus Ortodoks kilisesinin “resmî dine karşı savaş veren başka bir
inanca duhul etmelerinin çoğunlukla devrime doğru yaşadıkları ilerlemenin
geçici aşaması olarak sosyalist siyasete attıkları ilk adım anlamına geldiğini”
söylüyordu.[8] Zamanında 1903'te, Rusya’da on milyon gibi bir tiraja ulaşmış
olan ve Hristiyan dinî tarikatların üyelerini hedefleyen gazetede sunduğu
teklifin arkasında benzer bir gözlem yatıyordu. Rassvet‘in [“Şafak”]
dokuz sayısı, 1904’te “bir deney olarak” yayımlanmıştı.[9]
Bolşeviklerin Hristiyanlığa yönelik sekter olmayan
yaklaşımları, ilkin Ocak 1905’te Petersburg’daki genel grevde sınandı. Grev, 9
Ocak’ta iki yüz bin işçinin saraya yürüyüp çara dilekçe sunmak istemeleri ile
zirvesine ulaştı; ancak yürüyüş, askerî birliklerin gerçekleştirdiği kıyımla
sonuçlandı. Hareketin lideri, üzerinde polis ajanı olduğuna dair şüpheler
bulunan Papaz Georgy Gapon’du. Bu tip söylentilere rağmen Bolşevikler gösteriye
katıldılar, ardından da Lenin, Gapon ile buluşarak onunla konuştu, hatta onu
bir biçimde örgütledi.[10] Gapon, çara sıkı biçimde bağlı olan Rus Ortodoks bir
papazdı ve köy hiyerarşisinin en alt seviyesindendi. Ona bağlı papazlar,
Yahudilere karşı pogromlar düzenlemiş, rejime muhalif işçilere saldıran Kara
Yüzler’i örgütlemişti. Ancak gerçek şu ki çarlığın Ortodoksluğu sınıfsal
nizamının bir silâhı olarak kullanmış olması, Bolşevikleri Rusların birbirinden
farklı gerekçelerle Ortodoks inancına bağlı oluşu gerçeğine karşı
körleştirmemişti.
Bolşevikler, Ekim 1917’de iktidara geldiler ve Sovyet
devletini din karşıtı değil, din dışı olarak nitelediler. Aralık 1917’de Rus
Ortodoks kilisesinin devletten ayrıştırıldığı, mallarını yitirdiği, doğum,
evlilik, boşanma ve eğitim gibi konuların devletin din dışı işlevleri olduğu
ilân edildi. Kiliseler, okul, barınma yerleri, kulüpler vb. olarak kullanılmaya
başlandı, ancak dinî grupların dilekçe ile başvurarak herhangi bir binayı
ibadet için kullanmalarına izin verildi. Okullar sekülerdi, ancak kesinlikle
din karşıtı değildi.
Bir kararname yayınlamak bir şeydir, ancak kiliseyi
pratikte devletten ayrıştırmak başka bir şeydir. Kimi yerlerde Ortodoks
kilisesine bağlı olanların sayısı arttı, kiliseye iman yoğunlaştı, hatta kilise
malları konusunda Bolşeviklerle bazı çatışmalar yaşandı. Kiliseye yönelik halk
desteği zamanla zayıflatıldı. Bu süreçte, 1921 sonunda kilisenin lideri Patrik
Tikhon, milyonları bulan kıtlık mağdurlarının beslenmesi için kilise mallarının
döviz karşılığı satılmasına itiraz etti. Troçki, kilise mallarının müsaderesi
kampanyasına karşı direniş örgütleyen kırk beş rahibi, tam da bu bağlamda idam
ettirmişti. Bu sert politika, kiliseye yönelik şeytanî bir saldırı değil,
kıtlığın yol açtığı aciliyetten kaynaklanan bir eylemdi.[11]
Öte yandan, kimi Hristiyan kiliseleri, Bolşeviklerin
idaresinde güçlendiler. Örneğin Sovyetler'in ilk on yılında Baptistleri,
Evanjelik Hristiyanları, Pentekostçuları ve Adventistleri içeren evanjelik
Protestan kiliselerinin yüz bin olan üye sayısı bir milyonu aştı. Bu
evanjelikler, Sovyet anayasasının dinî propaganda hürriyetine ilişkin kararı
uyarınca, yaygın ve güçlü bir dinî propaganda yürütme imkânı buldular. Dinî
çalışmalarla ilgili bir nizamname yayınladılar, vaiz eğitimi için İncil
okulları açtılar, yardım programları düzenlediler, tarım ve imalat
kooperatifleri kurdular.[12]
Evanjelizmin yükselişinin bir nedeni de Troçki’nin
Ekim 1918 tarihli (birkaç ay sonra hükümet tarafından destek gören) kararıydı.
Karar uyarınca savaşta tıbbî hizmet vermek için askerliğe izin veren dinî
inançlara sahip olduğunu kanıtlayanlara bu inançları uygulama izni
verilmekteydi. Bu, iç savaşın en civcivli zamanında alınmış bir karardı. Rus
evanjelikleri üzerine çalışmaları bulunan ve Bolşeviklerden nefret eden
akademisyen Paul Steeves, hareketin genişlemesi ile pasifizm (barışçılık) arasında
doğrudan nedensel bir ilişki kurmanın imkânsız olduğunu, ancak Baptistler
bağlamında “1917-1926 arasında pasifist görüşlerin Rus Baptist Birliği’ne
hükmettiğini, bu esnada hareketin sayısal açıdan muazzam büyüdüğünü
söylemektedir.[13] Başka bir deyişle, gençler askerlikten kaçmak için
evanjelistlere katılıyorlardı. Bu sebeple Bolşevik liderlik, dinî hürriyetle
ilgili politik ilkeyi kaldırmak için ödemeleri gereken bir bedel belirledi.
Devrimden sonra Lenin, ateist propagandanın ılımlı
seyretmesi gerektiğine karar verdi. Kasım 1918’de, “Dinî önyargılara karşı
mücadele ederken aşırı dikkatli olmalıyız; bazı insanlar dinî duygularına
yönelik saldırılarda sözkonusu mücadeleden gereğinden fazla zarar görüyorlar.
Bu noktada propaganda ve eğitimi devreye sokmalıyız. Mücadeleyi
keskinleştirdiğimiz takdirde halkın öfkesini üzerimize çekmekten başka bir şey
yapmış olmayız” tespitinde bulunuyordu. 1921’de kendi tavsiyesini ihlal eden
parti üyelerini kınayıcı bir karar almaları yönünde parti merkez komitesini
ikna etti:
“Bizim
dinî inançlarından ötürü insanlara zulmettiğimizi tek bir milliyetin
düşünmesine ya da düşmanlarımızın bu yönde beyanlarda bulunmasına imkân verecek
her şeyden kesinlikle uzak durun.”[14]
Ancak gene de kimi komünist grupların dinî duygulara
yönelik saldırılarda bulundukları bazı durumlar yaşandı. 6 Ocak 1923’te Genç
Komünistler Birliği’nin örgütlediği “Kızıl Noel”de öğrenciler ve işçi gençler,
palyaço kıyafetleri içinde Enternasyonal söyleyerek, dinî figürleri yansıtan
heykelleri yaktılar. Ancak bu türden olaylar istisnaîydi ve Bolşevik liderliğin
saldırısına maruz kalmaktaydı.[15] Öte yandan, ateist propaganda tek başına
başarısız olmuştu; bunun yanı sıra Rus iç savaşı sonrası devrimci dalga
durulmuş, Alman Devrimi yenilgiye uğramıştı. Bolşevikler, dinin yok edilmesinin
ancak temiz, sıcak ve sağlıklı yaşam koşulları oluşturarak, elektrifikasyonla,
gelişmiş tarımla ve yüksek yaşam koşulları ile mümkün olacağını gördüler. Ancak
1920’lerin ortalarında bile yedi yıllık savaşın belâlı sonuçlarından kurtulmak
için mücadele etmek zorunda kaldılar.
Lenin’in “Militan Materyalizmin Önemi Üzerine”
başlıklı yazısı, ilk kez Mart 1922’de yayımlandı ve düzenli çıkan ilk ateist
kitle gazetesi Bezbojnik’in [“Ateist”] birinci sayısı da aynı yılın
sonraki döneminde basıldı. Fakat bu ve diğer yayınlar herhangi bir etki
yaratamadı, çok geçmeden editörleri hararetle malzeme aramaya başladı.
Tanrıtanımazlar Birliği, demoralize olmuş küçük bir ateist grup tarafından
1925’te kuruldu, ama ilk yıllarında etkisiz kaldı. Stalin’in tüm dinî
faaliyetleri yasakladığı yıl olan 1929’da ismini Militan Tanrıtanımazlar
Derneği olarak değiştirdi, ancak bunun ardından derneğin üye sayısında patlama
yaşandı: Dernek, 1931’de 5 milyon üyeye sahipti.[16]
İslam ve İmparatorluğun Çöküşü
Müslümanlar, Rus emperyalizminin zulmü altında çok
çile çekmişlerdi. Birinci Dünya Savaşı sırasında Orta Asya’da yapılan askerlik
çağrıları ile öfke su yüzüne çıktı, 1916 Yaz’ında 2.500 Rus sömürgecinin
öldürülmesine yol açan kitlesel bir ayaklanma yaşandı. İsyan sonrasında halka
yoğun bir baskı uygulandı. Ruslar, 83.000 insanı katlettiler. Bu sebeple,
1917’de çarlığın yaşadığı kriz, milyonlarca Müslümanı radikalize ederek,
onların o güne dek inkâr edilen dinî özgürlüklerini ve millî haklarını talep
etmelerine zemin hazırladı.
1 Mayıs 1917’de Birinci Tüm Rusya Müslümanları
Kongresi Moskova’da toplandı. Bin delegenin iki yüzü kadındı. Ateşli
tartışmalarından ardından kongre, sekiz saatlik işgünü, özel toprak
mülkiyetinin ilgası, büyük toprakların tazminatsız müsaderesi, kadınlar için
eşit politik haklar ve çokeşlilikle örtünmenin sona ermesi konusunda oylama
yaptı. Kongreye göre Rus Müslümanları, o dönemde Müslüman toplumlarında yaygın
olan kimi sınırlamalardan kadınları kurtaran ilk güçtü.[17]
İmparatorluk koşullarında yaşayan İslam, monolitik bir
din olmaktan uzaktı. Örneğin Tatarlar ve Kırgızlar, kadının örtünmesi konusunda
hiçbir geleneğe sahip değillerdi. Örtünme ve kadınların toplumdan uzak
tutulması, Orta Asya’da görülen bir şeydi; pratikler, çoğunlukla Rus
sömürgeciliği sonrasında yaygınlık kazanmıştı ve zengin ailelerdeki şehirli
kadınlar arasında görülüyordu.[18] Orta Asya’daki İslam içinde varolan fikri
bir akım olan Cedidîler ya da “yeni yöntemlerin insanları”, devrim için muazzam
bir önem kazanmaya başladılar. Bu insanlar, Müslüman mirası Rus işgalinin ışığı
altında yeniden yorumlamanın yollarını aradılar.
Cedidîler, Orta Asya toplumunun yüzyıl dönümünde
yaşadığı değişime şiddetli bir eleştiri yönelttiler, “saf” İslam’ın yolundan
çıkan toplumlarının “yozlaştığını” ve “çöküş”e geçtiğini iddia ettiler. Ancak
“saf İslam”, onlara göre, kutsal metinlerin, milletlerin güçlü ve müreffeh
olmalarını sağlayacak modern bilginin öngereklilikleri uyarınca yapılacak
akılcı yorumu demekti. Önde gelen düşünürleri, teknoloji ve ilerleme karşısında
büyülenen, aynı zamanda toplumlarını İslam yoluna sokmak isteyen kişilerdi. Feodalizm
karşıtı, orta sınıfa mensup bu aydınlar, dinin eğitimden çıkartılmasını ve
kadınların toplumda daha aktif rol oynamalarını talep ediyorlardı.[19]
Bu sebeple, Cedidîlerin ana yönelimi, “ilerici” ve
modern olan Batı’ya yönelikti ve Müslüman toplumu geri götüren İslamî din
adamlarına zıt yöndeydi. İsimleri Rus liberalizmi ile birlikte anılan Cedidîler
1914 savaşını desteklediler. Ancak cenazeler gelmeye başladıkça ilk
fikirlerinden vazgeçtiler. Bir sonraki patlama, Troçki’nin Batı emperyalizminin
Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasını öngören gizli planlarını 1918’de
yayımlamasıyla gerçekleşti.
O günden sonra Cedidîler kendilerini, 1908 Türk
devriminin lider kadrosu olan Genç Türklere (Jön-Türk) atıfla, “Genç
Buharalılar” olarak isimlendiriyorlardı (Buhara, Orta Asya’daki dinî ve
kültürel bir merkezdir.). Dönemin en etkili Cedidî’si olan Abdurauf Fıtrat
1919’da, “İngilizleri Hindistan’dan atma görevinin bir hayvanın ayakları
altında çiğnenen Kur’an sayfalarını kurtarmak kadar önemli” olduğunu, bunun
“camiye giren bir domuzu çıkartmak anlamına” geleceğini yazıyordu. Zamanla
Bolşevizm, Cedidîler için önemli bir alternatif hâline geldi. Yığınsal olarak
Sovyet rejimi tarafından inşa edilmiş hükümet organlarına akın ettiler.[20]
Moskova’daki Müslüman Komiserliği, Rusya’nın İslam’a yönelik siyasetini
denetledi; Müslümanlar, birkaç komünistin referansı ile örgütün önemli
konumlarına geldiler.[21]
Eski imparatorluk unsurları arasında Bolşevizme yüzünü
dönme konusunda Cedidîler yalnız değillerdi. Sosyalist ilkelerle İslamî
değerler arasındaki benzerlik hususunda kapsamlı bir tartışma hüküm
sürmekteydi. “İslamî sosyalizm”in destekçileri, Müslümanların sovyetler hâlinde
örgütlenmeleri konusunda ricalarda bulundular. Halkın ağzındaki sloganlar
şunlardı: “Din, hürriyet ve millî bağımsızlık!”, “Yaşasın sovyet iktidarı,
yaşasın şeriat!”[22]
Önceleri Japonya’da profesör olarak çalışan Muhammed
Bereketullah, 1919’da Afganistan’daki monarşiye danışmanlık yaptı ve
İngilizlere karşı yürütülen savaşın hızlandırılmasında rol oynadı. O günlerde
Türkistan olarak bilinen Orta Asya’yı baştanbaşa dolaşan Bereketullah,
“Çar
aristokrasisinin uzun karanlık gecelerinden sonra insanî hürriyetin şafağı,
insanî esenliğin bu gününe ışık ve ihtişam veren Lenin ile birlikte, Rus
ufkunda belirdi. […] Rusya ve Türkistan’daki geniş bölgelerin idaresi
emekçilerin, çiftçilerin ve askerlerin eline geçti. Irk, din ve sınıf ayrımı
ortadan kalktı. […] Ancak bu saf ve biricik olan cumhuriyetin düşmanı, Asya
milletlerini ebedî kölelik hâlinde tutmayı uman Britanya emperyalizmidir.
Britanya emperyalizmi, henüz kökleşip güçlenmeye başlayan mükemmel insanî
hürriyetin genç ağacını kesmek amacıyla askerî birliklerini Türkistan’a sevk
etti. Vakit artık tüm dünya Muhammedîlerinin ve Asya milletlerinin Rus
sosyalizminin asil ilkelerini kavramaları, onu ciddiyetle ve şevkle
kucaklamaları vaktidir. Onlar bu yeni sistemin öğretmekte olduğu aslî
faziletleri kavrayıp anlamalı ve hakikî hürriyetin müdafaası için gasıpların,
despotların, yani Britanyalıların saldırılarını savuşturmak için Bolşevik
birliklere katılmalıdırlar. Modern bilimleri, asil sanatları, pratik fiziği,
mekaniği vb. öğrenmeleri için evlatlarını zaman kaybetmeden Rus okullarına
göndermelidirler. Hey Muhammedîler! Dinleyin bu kutsal çığlığı. Lenin ve
Rusya’nın Sovyet hükümetinin sizlere yaptığı hürriyet, eşitlik ve kardeşlik
çağrısına cevap verin.”[23]
Müslümanlar ve Sovyetler
Dinî hürriyet, eski Rus sömürgelerine mensup mazlum
halklar için millî hürriyetin önemli bir yönüydü. Mümkün olduğu ölçüde Bolşevik
siyasetin amacı, millî azınlıklar ve bu azınlıkların dinlerine karşı çarlığın
işlediği suçların zararlarını gidermekti. Bu, sadece temel adalet ve ilksel
demokrasi meselesi değil, ayrıca Müslümanlar arasında sınıfsal ayrışmaların
açığa çıkması için bir gereklilikti. Tam da bu sebeple millî özerklik ve
bağımsızlık, sovyet siyasetinin kilit unsurları hâline geldi.
24 Kasım 1917’de yeni sovyet hükümetince yayımlanan ve
“tüm Rusya ve Doğulu Müslüman işçilere” çağrı yapan beyanname, şu tespitlerde
bulunuyordu:
“[…]
tüm camileri ve ibadethaneleri yıkılan, inançları ve gelenekleri Rus çarları ve
zalimlerinin çizmeleri altında çiğnenmiş olan Rusya Müslümanları: millî ve
kültürel kurumlarınız artık sonsuza dek hür ve kutsaldır. Devrimin güçlü
muhafazası altında olan tüm diğer Rusya halkları gibi siz de haklarınızı bilin.
[…]”
Bugün için olumlu bir eylem olarak nitelenecek yoğun
bir program yürürlüğe konuldu. Korenizatsiia, yani “yerlileşme” olarak
bilinen bu program, Rus ve Kazak sömürgecilerini, ayrıca onların Rus Ortodoks
Kilisesi’ndeki ideologlarını kovmakla işe başladı. Rusçanın hâkimiyetine son
verildi, yerel diller, okullarda, hükümette ve yayıncılık hayatında tekrar
kullanılmaya başlandı. Yerli halklara mensup insanlar, devlette ve komünist
partilerde önemli konumlara getirildiler, Ruslar karşısında bu insanlara
istihdam alanında öncelik tanındı. Ayrıca yeni bir Rus olmayan liderler
kuşağının yetiştirilmesi için üniversiteler kuruldu.[24]
Çarlar tarafından yağmalanmış olan, Müslümanlara ait
yapılar, kitaplar ve nesneler camilere tekrar yerleştirildi: Petrograd’da, 1917
Aralık’ında yapılan törenle Halife Osman’ın kutsal Kur’an’ı Müslüman
Kongresi’ne verildi.[25] Müslümanların dinî kutlama günü olan Cuma, tüm Orta
Asya’da resmî tatil günü ilân edildi.[26]
Şeriat hukuku, 1917 Şubat Devrimi süresince
Müslümanların ana talebi olarak gündeme geldi. İç savaşın 1920-1921 arası
dönemde sönümlenmeye yüz tutması ile Orta Asya ve Kafkasya’da paralel mahkeme
sistemi devreye sokuldu. Sovyet hukuk kurumları yanında İslamî mahkemeler,
şeriata göre işlemeye başladılar. Amaç, insanların dinî ve devrimci hukuk
arasında tercih yapmalarını sağlamaktı. Sistemin denetlenmesi için Sovyet
Adalet Komiserliği içinde bir Şeriat Komisyonu kuruldu. 1921’de Rus yasalarının
Orta Asya’ya uyarlanması amacıyla Sovyet idaresinin bölgesel birimlerine bir
dizi komisyon eklendi. Bunların amacı, reşit olmayanların evlenmeleri ve
çokeşlilik gibi konularda iki sistemi uzlaştırmaktı.
Recm ve baş kesme gibi kimi şer’i hükümler yasadışı
ilân edildiler. Şeriat mahkemelerinin bu meselelerle ilgili kararları üst
adalet organlarınca onaylanmak zorundaydı. Bazı şeriat mahkemeleri, kadın
lehine alınan boşanma kararlarını küçümsüyor, iki kadının şahadetini
erkeğinkiyle eş tutmaya devam ediyorlardı. Bu sebeple 1922 Aralık’ında
taraflardan birisi talepte bulunduğu takdirde sovyet mahkemelerinin devreye
girebilmesini sağlayan bir karar alındı. Davaların yüzde 30 ilâ 50’si şeriat
mahkemelerinde çözülüyordu, örneğin Çeçenya’da bu oran, zamanla yüzde 80’e
ulaştı. Bunun dışında, sovyet mahkemelerinin etkisi o denli güçlü değildi:
şeriat hukuku, sovyet memurları üzerindeki hükmünü sürdürdü. Alkol tüketimi ya
da bir eve peçesiz bir kadınla girilmesi, hâlâ cezalandırılan hususlardı.[27]
Öte yandan, paralel bir eğitim sistemi oluşturuldu.
1922’de elde edilen haklar uyarınca vakıf mülkleri Müslüman idaresine
bırakıldı. Sonuçta medrese sistemi ve dinî okullar yaygınlaştı. 1925’te
Kafkasya bölgesindeki Dağıstan eyaletinde 1.500 medresede 45.000 öğrenci eğitim
almakta, bunun yanında sadece 183 devlet okulu bulunmaktaydı. Kasım 1921’de
Orta Asya’da bin sovyet okulu mevcuttu, bu okullarda 85.000 öğrenci
okuyordu.[28]
Bolşevik politikalarının etkisiyle İslamî hareket
solcu ve sağcı olarak ikiye bölündü. Tarihçiler, Müslüman liderlerin işçi
devletine koşullu destek verdikleri noktasında ortak fikirdedirler. Bu liderler
için sovyet iktidarı altında dinî hürriyet konusunda görece daha büyük bir şans
mevcuttu.[29] Bolşevikler, bu sayede Kazak Panislamist grup Üç Cüz’le (grup 1920’de Komünist Parti’ye katıldı), Cengeli
hareketi içerisindeki İranlı Panislamist
gerillalarla ve Bahaeddin Veysi’nin başını çektiği tarikatın üyelerinden
oluşan Veysi hareketi ile ittifak kurma imkânı buldular. Dağıstan’da Sovyet iktidarı,
büyük ölçüde Müslüman lider Ali Hacı Akuşinski’ye bağlı isimler sayesinde
kurulabildi. Çeçenya’da Bolşevikler, Çeçen Devrimci Komitesi başkanı, tarikat
lideri Ali Mataev’i saflarına katmayı bildi.[30]
Moskova, önemli bir bölümü Müslüman, Rus olmayan
askerî birlikler oluşturdu[31] ve bu birliklerle Orta Asya’da Bolşevik karşıtı Tatar,
Başkır, Kazak, Özbek ve Türkmen güçleri ile savaştı. Kızıl Ordu’daki Tatar
askerler, iç savaşta Doğu ve Türkistan cephelerindeki askerî birliklerin yüzde
ellisinden fazlasını teşkil etmekteydiler. Kafkaslardaki Kızıl Ordu’da
Kabartaylı molla Katkahanov’un “Şeriat Müfrezeleri”nde on binlerce asker
savaşıyordu. Tatar Bolşevik lider Mir-Said Sultan Galiyev, ‘İç savaş süresince
sadece dinî motifler için, Biçarahof ve Denikin’in askerî birliklerine karşı yürütülen
savaşta yer alan dağlı halklara ait köyler ve onlardan müteşekkil kabileler
görülebilmektedir: onlar, ‘sovyet iktidarı bize Beyazlardan daha fazla dinî
hürriyet veriyor’ demektedirler” diye yazıyordu.[32]
Bazı Müslümanlar, devrimci sonuçlara ulaşıp komünist
partilere katıldılar. Troçki’nin 1923’te ifade ettiğine göre, güney
cumhuriyetlerinde parti üyelerinin yüzde on beşi Müslüman’dı. Troçki onları,
“kapımızı çalan saf, devrimci yeni üyeler” olarak nitelendirmekteydi. Orta
Asya’nın kimi bölümlerinde Müslümanlar, Komünist Parti’nin yüzde yetmişini
teşkil ediyorlardı. Bunlar, beraberinde partiye dinî gelenek ve inançlarına ait
kimi izleri de taşıyorlardı. 1920’lerin ortalarında Orta Asya’daki üst düzey
Komünist Parti üyelerinin eşleri bile kapalıydı.[33]
Tarihçi Edip Halid’e göre, Türkistan’da Komünist Parti
kurulduğu gün Cedidîler partiye hücum ettiler.[34] Ancak Orta Asya’da 1917 sonrası devrimin bando
arabasına atlamış olan Rus şovenistlerinin yereldeki köylü nüfusa karşı “işçi
iktidarı” sloganını istismar ederek yürüttükleri saldırıları bastırmak için
büyük bir mücadele yürütüldü. İki yıl süresince yaşanan iç savaş nedeniyle
bölgenin Moskova ile ilişkisi kesildi. Bu, kendine has usulleri olan yereldeki
“Bolşevikler”in bölgedeki halklara zulmetmek için ellerini kolaylaştırdı.
Sonuçta silâhlı İslamî isyan hareketi Basmacılar hareketten koptu. Lenin, bu sorunların
giderilmesinin tarihsel açıdan devasa bir öneme sahip olduğunu söyledi.
1920’de, Rus hâkimiyetinin devamı olarak gördükleri (Orta Asya’daki) sovyet
iktidarı etrafında kümelenmiş ve çar döneminin ürünü olan polis teşkilâtı,
ordu, güvenlik güçleri ve idarî yapının eski üyeleri olan kişilerin Rusya’da
toplama kamplarına gönderilmesi emrini verdi.[35] Bu tasfiye sürecinin bir parçası olarak Orta
Asya’daki parti politikası, sadece Ruslar için “dinî önyargılardan kurtulma”nın
bir ihtiyaç olduğu tespitinde bulundu: 1922’de, Türkistan’da bin beş yüzden
fazla Rus Ortodoks, dinî inançlarından ötürü partiden atıldı, ancak atılanlar
arasında tek bir Müslüman yoktu.[36]
Stalin’in İslam’a Saldırısı
Bolşeviklerin dinî hürriyeti ve millî hakları güvence
altına alma gayretleri, sovyet endüstrisinin zayıflığı ve halkın en temel
ihtiyaçlarının karşılanmasına dönük mücadele tarafından sürekli kesintiye
uğradı. Yoğun sefalet koşulları rejimi zora soktu. 1922’de Moskova’nın Orta
Asya’ya yönelik desteği kesilmek zorunda kaldı ve birçok devlet okulu
kapatıldı. Öğretmenler ücretlerin ödenememesi nedeniyle işlerini bıraktılar.
Bu, Müslüman okullarının cemaat tarafından desteklenmesini tek çıkış yolu
hâline getirdi:
Eğitim komiseri Lunaçarski, “Ekmek temin edemezseniz,
onun yerine bir şey koymaya da cesaretiniz olamaz” diyordu. 1924’te şeriat
mahkemeleri merkezden aldığı tüm para desteğini yitirdi. Öte yandan ekonomik
faktörler, Müslümanların şikâyetlerini mahkemeye getirmeleri önünde bir engel
teşkil ediyordu. Örneğin bir kız kararlaştırılmış bir evliliğe ya da kuma
olmaya itiraz ediyorsa, önünde çok az şans vardı, zira iş sahibi değildi ve
başka bir yerde de yaşama imkânı yoktu.[37]
Rusya’da kadınların konumu, işsizlik ve devletin annelik yardımında
bulunamaması gibi durumlar yüzünden zayıftı, bu zayıflıksa kadını eve
hapsetmekte ve geleneksel aileyi yeniden diriltmekteydi.
Kontrolünü merkezîleştirip güçlendirmek için çareler
ararken Stalinist bürokrasi, karşısında Rus milliyetçiliğini buldu. Stalinizm
ile çarlar arasındaki sürekliliğe vurgu yapıldı, bunun ana gruba, yani Ruslara
mensup işçileri rejime entegre etmek için gerekli harç olduğu düşünüldü. Bu
sebeple Stalin, Rus olmayan cumhuriyetlerdeki “milliyetçi sapmalar”a saldırmaya
başladı ve Rus şovenizminin yeniden doğumunu teşvik etti. O, bu noktada eski
çar subaylarının desteğini aldı, bu unsurlar zamanla devlet ve ekonomide öne
çıktılar. 1922’de Lenin Bolşevikleri uyarıyor, onlara “süt kazanına düşmüş
sinek misali, Büyük Rus ayaktakımı denizinde boğulmamaları”nı söylüyordu.
Bu eğilimlerin güçlenmesiyle, 1920’lerin ortalarında Stalinistler,
İslam’a karşı, “geleneğe bağlı suçlar” başlığı altında “kadın hakları”na,
Özbekistan ve Azerbaycan gibi yerlerde özel olarak çarşafa ve başörtüsüne
yönelik giderek yoğunlaşan, kapsamlı bir saldırı başlattılar. Kampanyanın
sloganı, “hücum”du. Etkisiz bir propaganda ile geçen iki yılın ardından hücum 8
Mart 1927’de, Uluslararası Kadınlar Günü’nde kitlesel eylem aşamasına geçti.
Kitlesel mitinglerde kadınlara örtülerini çıkartmaları söylendi. Yerel halka
mensup bazı kadınlar, podyuma çıkıp çarşaflarını ve başörtülerini şenlik
ateşine attılar.
Hücumun tarihini yazan bir yazar, Bolşevik iktidarının
daha ilk yıllarında Müslümanları örtünmeden vazgeçme konusunda teşvik etme, bu
anlamda zorlama fikrinin Bolşeviklerin aklına girdiğini söylüyor:
“Özetle
söylemek gerekirse, 1926 öncesi örtünmenin muhtemel toplumsal tehlikeleri ve
zararlı etkileri en iyi hâliyle tali bir konu idi. Doğrusu 1926 öncesi parti
politikası epeyce açıktı: Çarşafın ve başörtüsünün kaldırılması, Zenotdel’in
(partinin kadın kolu) yoğunlaşması gereken ana mevzu değildi. Gerçekte tersi
geçerliydi: otoritenin farklı konumlarındaki birçok Bolşevik, çarşafın ve
başörtüsünün kaldırılması hususunda, bunun parti çıkarlarına zarar vermekten
başka bir anlama gelmeyecek ilkel bir tutum, hatta daha da kötüsü, bir
çılgınlık olduğunu sesli biçimde tartışıyorlardı.”[38]
Kızıl Ordu lideri Mikhail Frunze, Mayıs 1920’de,
Birinci Türkistanlı Kadınlar Kongresi’nde hepsi kapalı olan 118 delegeye sovyet
otoritelerinin gözünde (çarşafa ve burkaya denk düşen, başı ve tüm vücudu
örten) parancaların onu giyen kişiler nezdinde olumsuz bir şeyi ifade
etmediğini, politik görüşleri konusunda bir şeyi anlatmadığını dile
getiriyordu. Esasında bu tür örtüler, iç savaş koşullarında askeri bir amaç
doğrultusunda önemli bir işlev görüyordu: Frunze konuşmasında, delegelerin Türkistan’ın
kurtulmasına katkıda bulunabileceklerini söylüyor, sözlerine şu şekilde devam
ediyordu:
“O parancaların altında
onurlu bir kalp atıyor, o parancaların altında devrime sadakatle hizmet
edecek biri bulunuyor. O paranca, bazen Kızıl Ordu için çalışan cesur bir
casusu saklayabilir.”[39]
1923’te
Orta Asya’daki parti liderleri Özek kadınlarının tesettürden arındırılması
çağrısı yapanları “sol sapma” suçlaması üzerinden tasfiye ettiler. Ağustos 1925
gibi geç bir tarihte Tüm Rusya Komünist Partisi’nin kadın kolunun (Zenotdel)
Özbek birimince düzenlenen toplantıda konuşan önemli isimlerden biri,
kadınların tesettürden arındırılması siyasetinin Bolşevizm dışı bir hamle
olarak tasvir ediyor, devamında, kadınlara “ekonomik ve maddi güvenceler verilmesinin
kadın sorununun çözümüne uzanan ana yol olduğu”nu söylüyordu. Hatta toplantının
bir noktasında bir Bolşevik kalkıyor, Cedidîlerin kadınların kurtuluşu için
parancaların sökülüp atılması gerektiğine dair görüşüne karşı çıkıyor, bunun
yerine, kadınların politika ve ekonomi düzleminde tam bağımsız olmaları
gerektiği üzerinde duruyordu.[40]
Oysa hücum, Marksist pratiği baş aşağı çevirmeyi
önermekteydi: kadınlara geleneksel aile dışında okuma, çalışma ve yaşamaları
hususunda fırsatlar sağlayarak, onların bağımsız olmalarını teşvik etmek
yerine, hücum kampanyası, çokeşliliği, reşit olmayanların evlenmelerini ve
başlık parasını yasaklamak suretiyle onları propaganda gücü ile ikna etme
yolunu seçti. Kampanyanın amacı, cinslerarası ilişkileri ve aile hayatını
acilen dönüştürmekten başka bir şey değildi. Dahası parti, yerli halka mensup
kadınların parti saflarına katılmadığı bir ortamda böylesine hızlı bir
kampanyaya başvurmaktaydı. 1926’da Özbekistan Komünist Partisi’nin üyelerinin
yüzde 93,5’i erkekti; Temmuz 1927’de partide sadece 426 Özbek kadın mevcuttu,
bunlar da toplam kadın üyelerin dörtte birinden azını temsil etmekteydi.
Cumhuriyetin nüfusu o günlerde beş milyonun üzerindeydi.[41]
Hücum kampanyası, yereldeki halkların önemli bir
bölümünce kaçınılmaz olarak yabancı bir unsur olarak görüldü ve Rus
sömürgecilerinin zoraki dayatması olarak anlaşıldı. Meselenin tam da bu yönünü
vurgularcasına Moskova’nın hücum için seçtiği iki lider de Rus’tu. Bunlar,
Lenin tarafından “büyük Rus şovenistleri” olarak anılan isimler arasında
gösterilebilirler.[42] Bu tip bürokratlar
için Müslüman kadınların endişelerinin bir önemi yoktu. Bu kadınların kurtuluşa
dair yüce fikirleri olamazdı. Onlar, daha çok düşük değerli emek
güçleriydiler.[43] Kampanya, Orta
Asya’daki yerli halklarla Ruslar arasındaki derin ırkî gerilimler zemininde
seyretti. Bu dönemdeki milliyetçiliğin değerli bir tarihçesini sunan bir yazar,
konuyla ilgili şunları yazmaktadır:
“Elbette
çelişkilerin birçoğu şiddetli değildi. Sembolik düzeyde seyreden şiddete daha
sık rastlanıyordu. Orta Asya cumhuriyetlerini kendisinin addedenle yaşanan
çelişki üzerinden sembolik konular özel bir önem kazanmaya başladılar. […]
sembolik şiddetin en sık rapor edilen örnekleri, Müslümanların dudaklarına
domuz yağı sürmek ya da onları domuz eti yemeye zorlamaktı.”
Hücum kampanyasının ortaya koyduğu bu iradî delilik,
ileride Stalin’in zorla gerçekleştireceği kolektivizasyonun habercisiydi.
Kampanya, Komünist Parti ve kadınlar için tam bir felâketti.[44] Örtünmenin ortadan kaldırılması hataydı: millet
önünde örtülerini çıkartan kadınların büyük bölümü yeniden örtündü. Bu, tüm iç
parti belgelerince de kabul edilmektedir. Demek ki kampanyaya olumsuz bir tepki
gösterilmişti. Bu tepkiyse kendisini korku dalgası, düşmanlık ve nihaî olarak
şiddet yoluyla ortaya koydu. Sonuçta ibadetlere ve cami toplantılarına
katılımda artış gözlendi, Müslüman çocuklar, özellikle kızlar, sovyet
okullarını terk ettiler, gençlik Genç Komünistler Birliği’nden hızla ayrıldı.
Örtüsünü çıkartmış olan kadınlara yönelik öfke arttı, sokaklarda onları
ayıplayan kimi tavırlar sergilendi. Bazı köylerde gençlik çeteleri kadınlara
tecavüz ettiler. Bazıları, bizzat kendi akrabalarınca katledildiler. 1928’in
ortalarında şiddet zirveye ulaştı ve kadın-erkek ayrımı yapmaksızın, dolaylı
olarak “kültür devrimi” ile ilişkili herkese yöneldi. Binlerce insan can verdi.
Yakalanıp cezalandırılan katiller, yerel halk tarafından çoğunlukla şehit ilân
edildiler.[45]
Hücum kampanyasının önde gelen tarihçileri, saldırının
Sovyetler Birliği’nde İslam’ı güçlendirdiği konusunda hemfikirdirler. Örtünmeyi
ortadan kaldırma konusunda ortaya konulan altı aylık çabanın ardından parancanın
çıkartılması vaadinin yerine getirilmesi partinin onlarca yılını aldı.
Ellilere, hatta altmışlara kadar tesettür, Orta Asya sokaklarında seyrek de
olsa görülen bir gerçeklikti. 1991’de Özbekistan SSCB’den koptuğunda örtünme,
devlet desteği ya da teşviki olmaksızın, millî bağımsızlığın bir sembolü olarak
hızla yaygınlaştı.[46]
Teori ve Pratik
Bolşeviklerin dinî demokrasiye ilişkin kayıtlarına
bakıldığında, sağ kanadın Lenin’in zamanını kolladığı, rejim zayıf olduğu
dönemde gerçek niyetlerini sakladığı ve parçalamak için gerekli ânı beklediği
konusunda ısrarlı olduğu görülüyor. Aksine Lenin’in devrim öncesi ve devrimi
takip eden birkaç yıla ait yazıları ile politik pratiği arasında bir süreklilik
mevcuttur. Yirmilerin sonunda karşı devrimci gericilik yerleştikçe ve kararlı
biçimde Leninizme sırtını döndükçe komünist partiler bu gelenekten ayrıştılar.
Eğer Bolşevikler, dinî azınlıkları sovyet iktidarını
destekleme konusunda halkları aldatmak istemiş olsalardı, iç savaşın bitmesine
rağmen şeriat mahkemeleri ve dinî okullar konusunda uzlaşmaya gitmeye gerek
kalmazdı. Oysa Sovyetler, eğitim ve hukuk sahasında paralel sistemler oluşturdu,
bunlar için merkezî devlet mekanizmasından önemli kaynaklar aktardı, yereldeki
halkların istihdamı için öncelikler tanıyan “olumlu eylem” programları
belirledi. Bu süreçte Kiril yazısı terk edildi, Rus yerleşimciler, başka
yerlere taşındı ve tüm fabrikalar, eski imparatorluğun ücra bölgelerine
götürüldü. Eğer Bolşevikler, insanları dinî inançlarından ayırmak gibi gizli
niyetler barındırıyor olsalardı, 1918 sonrası dindar savaş ve askerlik
karşıtlarının askerlik hizmetlerinden kaçmalarına izin vermek gerçekten de
anlamsız olurdu.
Elbette bu söylenenler, Bolşevikler arasında dine ve
dolayısıyla millet meselesine yaklaşım hususunda genel bir tartışmanın olmadığı
anlamına gelmiyor. Aralarında liderlik mensubu kişilerin de bulunduğu hatırı
sayılır miktarda Bolşevik, Lenin ve Troçki’yle uzlaşma içerisinde değildi,
ancak bu iki ismin politikaları, gene de ilk yıllarda hükmünü yürüttü. Lenin ve
Troçki’ye itiraz eden sözkonusu yoldaşlar, zalimin milliyetçiliği ya da dini
ile mazlumun milliyetçiliği ya da dini arasında fark gözetmiyorlardı. Onlara
göre, tüm dinler düşmandı. Ta başlarda Lenin, dinî ve millî haklara yönelik bu
soyut muhalefetin ileride yeni yeni dirilmekte olan Rus şovenizmi ile
örtüşebileceğini söylemişti.
Millet meselesi noktasında Lenin ve Stalin arasında
bir fikir uyuşmazlığı zuhur etti. Temel politik ilke meselesi olan bu
tartışma[47], Haziran 1923’te
Moskova’da merkeze uzak cumhuriyetlerdeki Bolşevik liderlerin gerçekleştirdiği
kapalı bir toplantıda ayrıntısı ile yürütüldü. Tartışma dâhilinde genelde din,
özelde İslam meselesi ele alındı. Zamanla (Stalin’in konumu adına bayrağı taşıyan)
Orjonikidze’nin desteğini alan aşırı solcular, Lenin’in millet politikasına
partinin dine yönelik “liberal” yaklaşımına dönük eleştiri üzerinden
saldırırlar. Örneğin Kırımlı bir Tatar olan Firdevs, Cedidîlerin desteğinde
Orta Asya’da “yaşayan bir cami” yaratılmasından söz eden Türkistanlı lider
Hocanof’a saldırdı. Ayrıca Bolşeviklerin doğudaki komünist memurların yerel
dilleri, Ruslar gibi millî çoğunluğun zulmünün yeni biçimi olarak öğrenilmesi
konusundaki ısrarına itiraz etti.[48]
Hocanof’un konuşması onun, partinin millet meselesine
ilişkin beyanlarının ilke meselesinden ziyade saf anlamda “dışsal bir politik
oyun” olduğu fikrinden fazlasıyla etkilendiğini açık biçimde gösterir.
Stenograf kaydının da ortaya koyduğu üzere Troçki, Hocanof’un konuşmasına hemen
müdahale etti. Ancak Hocanof’un Türkistan’daki din siyasetine ilişkin
fikirleri, hâlâ Lenin’in taktiklerinin uygulanmasına dönük partinin
gayretlerini yansıtmaktaydı:
“Liberal
Cedidîlerin yardımıyla yaşayan bir cami açığa çıkar. Dinî unsurlara, ulemaya
karşı somut mücadele, kadılık kurumunun işlemesi için verilen mücadelede
kendisini ifade etmelidir. Ayrıca bu noktada bizim Cedidîlerimiz, bunların din
adamları değil, liberal olmalarından emin olmamıza katkı sunacaklardır.
Fergana’daki Kırgız halkı arasında kadılığın resmî insanlardan müteşekkil
olmasına ihtiyacımız var, bu ise daha çok solcu unsurlara güvenmemiz gerektiği
anlamına geliyor. Sonrasında vakıf mallarının işletilmesi ve idare edilmesi
meselesi gündeme gelir. Bu meselelerle ilgili olarak bizim parti dışı aydınlar
arasındaki solcularla, liberallerle ittifak yapmamız gerekiyor.”[49]
Benzer biçimde, Azerbaycan’dan Ahundof da muhafazakâr
Müslüman seçkinlerin “az çok liberal olan mollalar”ın Ramazan süresince
Doğu’daki kadın mağdurlara yardım etmek amacıyla bağışta bulunmaları hususunda
çağrıda bulunmalarını isteyerek, onların ikna edilmelerini sağlayacak bir
kampanyadan söz ediyordu. Doğu’ya yapılan bu türden yardımlar, çoğunlukla dinî
hiyerarşinin eline geçmekteydi. Bu yolla Azerbaycanlı komünistler, Hocanof’un
“yaşayan cami”sinin gelenekçi Müslüman liderlerin eline geçmesine mani olmayı
umuyorlardı.[50] Çeçenyalı Elderhanof ise
dinî ve millî duygulara saldırmanın felâketle sonuçlanacağına işaret
etmekteydi:
“İşçilere
bir yandan cılız ve yumuşak başlı konuşmalar yapılıp, gülücükler atılırken, bir
yandan mollaların sakalını çekiştirmek ve süngü zoruyla vergi dayatmak, aşırıya
kaçan ve hedeflenenin ancak yüzde beşine ya da altısına ulaşabilen askerî
yöntemlerle huzur içindeki halkın acı çekmesine neden olmak, eşkıya çetelerinin
dağlara kaçmasına neden olmak, bugün itibarıyla sovyet iktidarına düşmanlık
beslenmesine neden olur.”[51]
Bolşeviklere yönelik sağcı eleştirileri yankılayacak
biçimde, millî ve dinî hislere yönelik tavizler verildiğini, iç savaşın
dayatması ile Marksist ilkelerden sapıldığını iddia eden kimi yaklaşımlar bugün
de sözkonusudur.[52] Tarihî kayıtların
da açık biçimde gösterdiği üzere, Lenin ve Troçki aksi yönde hareket etmişler
ve onlarla aynı fikirde olmayan Bolşevikler tartışmada Stalin’in safını
tutmuşlardır. Daha da önemlisi, kendileri ile uzlaşmazlık içinde olan
insanların geçici desteğine ihtiyaç duydukları için Bolşeviklerin ilkelerini
yuttuklarını söyleyen bu miskin yaklaşım, her türden birleşik cephe olasılığını
dikkate almaz. Birleşik bir cephede devrimciler, müttefikleri ile aralarındaki
daha kapsamlı uzlaşmazlıklara bakmaksızın, belirli bir mesele üzerinden
savaşırlar ve müttefiklerine bağımsız örgütlenme ve bağımsız siyaset yapma
hakkını tanırlar. Marksist ilkelerin terk edilmesi korkusu ile sadece seninle
uzlaşanlarla birleşik bir cephe kurulabileceğini söyleyen fikir, anaokulu
materyalizmidir.[53]
Millî haklara yönelik Bolşevik desteğinin ayrımcılık
talebi için bir kılıf anlamına gelmesinin ötesinde Lenin, farklı milliyetlere
mensup işçilerin kendi yönetici sınıflarına karşı gerçekleştirecekleri birliği
genişletmeleri amacıyla somut durumlara dayalı siyaseti değerlendirmenin
gerekli olduğunu söylüyordu. Millet meselesine ilişkin yazılarında Lenin, dine
fazla önem vermiyordu, ancak bu noktada güvenle söyleyebiliriz ki, din
hürriyetinin çarlık idaresi altındaki millî hareketlerin aslî talebi olduğu alabildiğine
aşikâr bir husustu.[54] Özetle, Lenin’in
konumu şuydu: dinî inanç temelinde gerçekleşen her türlü zulme karşı savaşmak
gerekli mi? Elbette. Her türden dinî gelişme, genelde “dinî kültür” için
dövüşülmeli mi? Elbette hayır.[55]
Marksistlerin dinî hürriyete ilişkin talepleri aktif
biçimde ele alıp almamaları, soyut sloganlara değil, somut duruma bağlıydı.[56] Bolşeviklerin şeriat hukukuna yönelik tanıdığı açık
serbestiyet, İslamî muhafazakârlığa ancak Büyük Rus şovenizmine ait siyasetin
parçalanması aracılığıyla karşı konulabileceğinin kabulü üzerinden
anlaşılabilir. Bunun yanında, dinî seçkinlerin cami etrafında tüm sınıfları
birleştirme kabiliyetleri zayıflatılmalı, Müslüman toplumdaki sınıfsal
ayrışmaların su yüzüne çıkması için gerekli zemin oluşturulmalıdır.
Moskova’daki Bolşevik liderlik tarafından desteklenen
politikalarla tecrübesiz yoldaşların uzak bölgelerdeki uygulamaları arasında
çoğunlukla ciddî farklılıklar gözlemlenmekteydi. Ruslar arasında yaygın olan
şovenizm ve yereldeki unsurlarda mevcut olan aşırı solculuk sürekli sorunlara
yol açıyordu.[57] Moskova’nın
siyaseti, mollaların sakallarının çekiştirilmesine karşı iken, sovyet
mahkemelerinin alkol alan insanlara para cezası vermesine de karşıydı. Ancak
dinî hürriyet, yobazların din adına her şeyi yapma hürriyeti anlamına
gelmiyordu. Dolayısıyla, şer’i hükümlerin aşırı yorumlarına kimi sınırlamalar
getirilmeliydi. Partinin kadın koluna mensup kadınlar, ıssız bölgelerdeki
Müslüman cemaatlerde yaygın olan korkunç cinsiyetçilikle mücadele etmek için
canlarından olmuşlardı.
1920 Eylül’ünde Bakû’de düzenlenen Doğu Halkları
Kurultayı’nda Zinovyef ve Radek, Batı emperyalizmine karşı “kutsal savaş” (gazavat)
çağrısı yaptı. Oportünist olsun olmasın, bu şiar, ancak çağrının yapılmasına
neden olan politik durumun değerlendirmesi ile yargılanabilir. Bolşevik Parti,
kendi içindeki aşırı solcu damardan ve eski sömürgelerdeki şovenist sızmalardan
mustaripti. Ayrıca liderlik, milyonlar tarafından anlaşılabilecek bir dille
konuşma gayreti içindeydi. Eğer insanları sovyet iktidarı için dövüşüp ölmek
konusunda yüreklendiriyorsanız ve birçoklarının dinî ifadeler dâhilinde dövüşüp
öleceğini de biliyorsanız, savaşın bu insanlar için kısmen dinî bir nitelik arz
edeceğini de görürsünüz. Aynı zamanda Zinovyef ve Radek, savaşın sınıf savaşı
olduğunu tekrar tekrar vurguladı ve bu savaşın gerici mollalara karşı
mücadeleyi de içerebileceğini söyledi:
“Hükümetlerinizden
sık sık kutsal savaş çağrıları duydunuz ve sizler de bu çağrılara kulak asarak
Peygamber’in yeşil bayrağı altında biraraya geldiniz, ancak sadece kendileri
için yol arayan efendilerin çıkarlarına hizmet eden tüm o kutsal savaşlar hileliydi;
sonuçta siz işçi ve köylüler, sözkonusu savaşların ardından daima kölelik ve
yokluk içinde kaldınız. […] Şimdi biz sizi Komünist Enternasyonal’in kızıl
bayrağı altında, ilk kez kendi iyiliğiniz, hürriyetiniz ve kendi hayatınız için
gerçekleştirilecek bir kutsal savaş yürütmek amacıyla biraraya getiriyoruz.”[58]
Karşı devrimci güçlere katılıp sovyet rejimine
saldıran muhafazakâr Müslümanların amanı yoktu. İmam Necmeddin Gotsinski, 1920
Eylül’ünde Bolşeviklere karşı bir isyan başlattı. Onun genel yaklaşımını halefi
Uzun Hacı şu şekilde ifade etmektedir: “Mühendisleri, öğrencileri, yazılarını
genelde soldan sağa (yani Latin ya da Kiril alfabesi ile) yazanları asmak için
ip örüyorum.” Ayaklanma kanlı bir biçimde bastırıldı ve Gotsinski 1925’te
yakalandı.[59]
Sonuç
Marksist anlayış uyarınca partinin eylemde değilse de
sözde ateist, devletin ise din karşıtı değil, din dışı olması gerektiğini
söyleyen Lenin ve Troçki yönetimindeki Bolşevik liderlik haklıydı. Dinî
cemaatler, devrim sonrasında hürriyetlerine kavuşmuşlar, buna karşın çarlık
imparatorluğunun resmî dini ise eski yönetici sınıfla güçlü bağları nedeniyle
sınırlandırılmıştı. Müslümanlar dâhil tüm dindarlar, kendilerini devrimci
addettikleri ölçüde Bolşevik saflarda hoşça karşılanmışlardı. Komünist olmayan,
ama devrimi destekleyen dindarlar, devlet aygıtında önemli mevkilere
getirilmişlerdi. Kimi önemli Müslüman örgütler, bütünüyle komünist partilere
katılmış ya da devrim müdafaasında Bolşeviklerle birleşmişlerdi.
Müslümanların dinî hürriyet talepleri, millî haklara
ilişkin taleplerle yakından bağlantılıydı. Bolşevikler, Müslümanlarla birlikte
bu hakları sadece çar yanlılarından ve Rus sömürgecilerinden değil, aşırı solcu
komünistlerden de koparıp almak için birlikte mücadele etmişlerdi. Uğruna
mücadele verilen ve devrimin bir parçası olarak elde edilen bu haklar,
dindarların üzerine atlama fırsatı kollayan din karşıtı bir rejim tarafından
bahşedilen birer taviz değildi. Sözkonusu haklara yönelik saldırılar, önemli bir
bölümü iç savaş süresince devlet aygıtını istilâ etmiş ordu mensupları olan
eski rejime ait Rus şovenistlerince gerçekleştirilmiş, bu unsurlar zamanla
Stalin’i karşı devrimin lideri olarak görmeye başlamışlardı. Ancak sözkonusu
unsurlar, Bolşevikler arasında mevcut olup Lenin’in yaklaşımına itiraz eden,
ayrıca millî ve dinî hakları horgören güçlü aşırı solcu akımların yardımını
almışlardı.
Tesettür, Lenin yönetimindeki Bolşevikler için önemli
bir mesele değildi. Başörtüsüne ve örtünmeye yönelik saldırı, 1927’de Rus
şovenistleri ve Stalinistler tarafından başlatıldı, bu, birkaç yıl sonra zorla
gerçekleştirilecek olan kolektivizasyonun da habercisiydi. Başörtüsünün zorla
çıkartılması, kadının tesettürden arındırılması çabası, Leninizmi baş aşağı
çevirdi. Dolayısıyla, bugün Avrupa’da Müslüman kadınların örtünme hakkı için
ayağa kalkmaları, Irak, Filistin ve Afganistan işgallerine karşı Müslümanlarla
birlikte yürüme, Müslümanların sözkonusu işgallere karşı muhalefet etme
haklarının savunulması ve Saygı gibi birleşik cephe koalisyonlarına solcu
Müslümanların iştirak etmeleri hususunda sosyalistler, kökleri Lenin ve
Troçki’ye uzanan bir geleneği sürdürüyorlar.
Dave Crouch
6 Nisan 2006
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Temmuz olaylarının ardından Yasmin Alibhai Brown, “kendinden nefret eden
psiko sapıklar”ın “katıksız, yalan kötülüğü”nden ve “gözü dönmüş katillerden
söz ediyordu. (“Let Us Not Grace these Bombers with a Cause”, Independent,
11 Temmuz 2005). Polly Toynbee ise Sosyalist İşçi Partisi’ni “İslamcı
müfritlerin yoldaşı” olmakla suçlarken, Nick Cohen lafı esirgemeden, liberal
solun “ruh hastası aşırı sağcıların yoldaşı” hâline geldiklerini söylüyordu.
[2] Gilbert Achcar, “Marxists and Religion: Yesterday and Today”, 16 Mart
2005, IV.
[3] “The Middle East through the Mirror of Marxism”,
Londra’daki Temmuz 2004 olayı hakkında SİP’in düzenlediği Marksizm 2004’te
yapılan konuşma. Burada Achcar, Hristiyanlığın ve İslam’ın farklı bir yorumu
olduğunu söyler, birincinin mazlum bir hizbin ürünü, ikincinin ise güçlü bir
imparatorluğun hızla yöneticisi hâline gelen bir grubun eseri olduğunu iddia
eder. Ona göre Kur’an, bu sebeple solcu yorumlara kapalıdır: “[Kur’an’ın]
önemli bir bölümüne ilişkin radikal solcu bir yorumda bulunma noktasında oldukça
zor zamanlar geçireceğiniz kesindir. Tanrının insanları sınıflar hâlinde
yarattığının, bu sebeple sınıfların doğal olduğunun ve onları
bastıramayacağınızın söylenmesinin nedeni budur. Kadın meselesine ilişkin laf
etmeye gerek bile duymuyorum. […] (bu mesele) tümüyle gerici politikalara yol
açıyor.” Ancak şu söylenmeli: İslam’a yönelik Marksist bir yaklaşım, Kur’an
gibi bir metindeki değil, toplumdaki maddî çelişkilerden yola çıkmalıdır.
[4] “Building on the Success of the London ESF’, IST
Discussion Bulletin, Ocak 2005.
[5] V. I. Lenin, “Socialism
and Religion” (1905), MIA.
[6] K. Marx, Contribution to the Critique
of Hegel’s Philosophy of Right (1843).
[7] V. I. Lenin, “The
Attitude of the Workers’ Party to Religion” (1909) MIA.
[8] Leon Trotsky, My Life, 1930, MIA.
[9] Tony Cliff, Lenin,
Cilt 1, 1975, MIA.
[10] A.g.e., s. 157-158.
[11] W Husband, Godless Communists: Atheism
and Society in Soviet Russia 1917–1932 (Illinois 2000), s. 54–57.
[12] P. Steeves, Keeping the Faiths: Religion
and Ideology in the Soviet Union (New Jersey 1991), s. 85-86. Nisan 1929’da
Stalin’in iktidarını perçinlemesiyle birlikte Protestan evanjelik hareketindeki
büyümenin sonucu olan tüm faaliyetler yasaklandı.
[13] “Russian Baptists and the Military Question,
1918-1929”, Yayına Hz.: P. Brock ve T. P.
Socknat, Challenge to Mars: Essays on Pacifism
from 1918 to 1945 (Toronto 1999), s. 21–40.
[14] Akt.: P. Steeves, a.g.e.
[15] W. Husband, a.g.e., s. 58-59.
[16] Bkz.: W. Husband, a.g.e., s. 59-66. Dini
derneklerle ilgili 17. Madde şunları söylüyor: “Dinî cemaatlerin şu türden
faaliyetlerde bulunmaları yasaklanmıştır: a) Karşılıklı yardım için fon
oluşturma, kooperatif kurma, sanayi kollarında birlikler oluşturma; en genel
anlamda ellerindeki mülkü dinî ihtiyaçların karşılanması haricinde başka amaçlar
doğrultusunda kullanma; b) Üyelere maddi destek sunma; c) Ya özel çocuklar,
gençler ve kadınlar için dua gibi birliktelikleri ya da İncil eğitimini,
edebiyat çalışmalarını, zanaat çalışmalarını, emek faaliyetlerini veya dini
çalışma toplantılarını, grupları, çevreleri ve daireleri, bunların yanı sıra,
geziler, çocuk oyun alanları organize edecekler, kütüphaneler açacaklar, okuma
odaları oluşturacaklar, sanatoryum ve klinikler işletecekler.”
[17] A. Bennigsen ve C. Lemercier-Quelquejay, Islam
in the Soviet Union (Londra 1967), s. 78; R. Pipes, The Formation of the
Soviet Union (New York 1954), s. 77.
[18] D. T. Northrop, “Hujum: Unveiling Campaigns and
Local Responses in Uzbekistan, 1927”, Yayına Hz.: D. J. Raleigh, Provincial Landscapes: Local
Dimensions of Soviet Power, 1917–1953 (Pittsburg 2001), s. 125–145.
[19] A. Khaleed, The Politics of Muslim
Cultural Reform: Jadidism in Central Asia (Berkeley 1998).
[20] A. Khaleed, “Nationalizing the Revolution in
Central Asia: The Transformation of Jadidism, 1917-1920”, Yayına
Hz.: R. G. Suny ve T. Martin, A State of Nations:
Empire and Nation-Making in the Age of Lenin and Stalin (Oxford 2001).
[21] J. Smith, The Bolsheviks and the
National Question, 1917–1923 (Londra 1999), s. 131.
[22] F. M. Mukhametshii, Musul’mane Rossii (Moskova
2001), s. 48–49.
[23] Halid’in sözünü ettiği çalışma, A.
Khaleed’in “Nationalizing the
Revolution in Central Asia” isimli çalışmasında değiniliyor. Britanya
Kütüphanesi’nin kuytu köşelerini eşeleyip çalışmanın tamamını benim için bulan
Irina Lester’a teşekkürlerimi iletiyorum.
[24] Ayrıntılar için bkz.: Dave
Crouch, “The Seeds of National Liberation”, International
Socialism, Sayı 2: 94, Bahar 2002, s. 115-142, MIA. Ayrıca benim şu çalışmama bakılabilir:
“Levye i prava malykh narodov”, Svobodnaya Mysl’, XXI, Sayı 7, 2004, Postindustrial.
[25] A. Avtorkhanov, Imperia Kremlia (Vilnius
1988), s. 99.
[26] A. Park, Bolshevism in Turkestan,
1917–1927 (New York 1957), s. 214.
[27] Bu ve bir önceki paragraf şuradan alındı: A.
Park,
a.g.e., s. 229–234. F.M. Mukhametshii, a.g.e., s. 45–48; V. O.
Bobrovnikov, Musul’mane Severnogo Kavkaza (Moskova 2002), s. 217–234;
D.T. Northrop, Veiled Empire: Gender and Power in Soviet Central Asia (New
York 2004), s. 77–78, 274–275; G. Massell, The Surrogate Proletariat: Moslem
Women and Revolutionary Strategies in Soviet Central Asia: 1919–1927 (Princeton
1974), s. 202–203.
[28] M. Bennigsen Broxup, “Russia and the North
Caucasus”, Yayına Hz.: M. Bennigsen Broxup, The
North Caucasus Barrier: The Russian Advance Towards the Muslim World (Londra
1992), s. 7; T. Martin, The Affirmative Action Empire: Nations and
Nationalism in the Soviet Union, 1923–1929 (New York 2001), s. 130; A.
Park, a.g.e., s. 242–243.
[29] G. Massell, a.g.e. A. Bennigsen ve S.
Wimbush, Muslim National Communism in the Soviet Union: A Revolutionary
Strategy for the Colonial World (Şikago 1979); A. Khaleed, The Politics.
[30] A. Bennigsen ve S. Wimbush, a.g.e., s.
222–223; V. O. Bobrovnikov, a.g.e., s. 218; M. Bennigsen Broxup, a.g.e.,
s. 6; A. Avtorkhanov, a.g.e., s. 99.
[31] İlk dönem Bolşevik yazınında, hatta tüm
yazın dâhilinde “Müslüman” sözcüğü, dinî bir inancı tarif etmekten ziyade bir
milliyeti ve coğrafyayı tarif etmek için kullanılan stenografik bir ifadedir:
Troçki bile “Müslüman milliyetçiliği”nden söz eder. (“Vospitanie molodezhi i
natsional’nyi vopros”, Pravda, 1 Mayıs 1923). Bu durum, hem döneme ait
görüşler hem de Orta Asya’da kurulan ulus-devletlerin yeniliği konusunda çok
şey söyler Bennigsen ve Wimbush’un kitabı tam da bu kafa karışıklığı ile maluldür.
[32] Mir-Said Sultan Galiev, The Tartars and
the October Revolution ve The Methods of Antireligious Propaganda Among
Muslims (1921), her iki çalışma da A. Bennigsen ve S. Wimbush’un yukarıda
anılan kitabında yer almaktadır (s. 138–157). Rusya’daki Müslüman bölgeleri Sultan
Galiyev gibi parlak bir dizi Komünist lider üretti. Bir öğretmenin oğlu olan
Galiyev Bolşeviklere Kasım 1917’de henüz 23 yaşında iken katıldı, birkaç ay
sonra Müslüman Komiserliği’nin başına getirildi. Bir hatip ve verimli bir yazar
olarak partisine hizmet etti. Bugün de Üçüncü Dünya’da kendisini “sosyalist” veya
“ Marksist” olarak anan ulusal kurtuluş hareketlerine tanık oluyoruz. Sultan
Galiyev, bu fikirlerin düşünsel babasıdır. (Örneğin Cezayir kurtuluşunun
liderlerinden Ahmed Ben Bella, yazılarında Galiyev’den alıntı yapan bir
isimdir.) Sultan Galiyev, Doğu’daki ulusal kurtuluş hareketlerinin doğaları
gereği antiemperyalist, sosyalist ve devrimci olduklarını söylüyordu. Marksizmi,
milliyetçiliği ve İslam’ı harmanlayan yaklaşımının Bolşevizmden koptuğuna dair
bir delil olarak görülmesi elbette ki mümkün ama bu görüşün Rus devriminin yaşadığı
yenilgi neticesinde, özel kimi koşullar bağlamında geliştirildiğini görmek
gerekiyor. Galiyev, güçlenen Stalinist bürokrasinin partinin üst kademelerinden
gelen ilk kurbanıdır.
[33] L. Trotsky, “Task of Communist Education”, Problems
of Everyday Life (New York 1994), s. 118, MIA; A. Avtorkhanov, a.g.e.,
s. 102; D. Northrop, Hujum, a.g.e.
[34] A. Khaleed, The Politics, a.g.e.,
s. 288.
[35] Aktaran: H. Carrère d’Encausse, The
Great Challenge: Nationalities and the Bolshevik State, 1917–1930 (New York
1992), s. 183. Bennigsen ve Lemercier-Quelqeujay çalışmalarında şunu söylüyor: “Sovyet
hükümeti merkezde Müslümanları her türden politik ikna yöntemiyle kendilerine
çekmek için her türden çabayı ortaya koyarken, çevrede böylesi bir çabaya
hiçbir şekilde rastlanmıyordu.” Islam in the Soviet Union, s. 83.
[36] A. Park, a.g.e., s. 209.
[37] A.g.e., s. 242;
G. Massell, a.g.e., s. 196–198, 258–259.
[38] D. Northrop, Veiled Empire, s. 78.
[39] A.g.e., s. 80–81 (vurgu özgün metne ait).
[40] A.g.e., s. 81. Devrimden önce kadının toplumdaki
konumunu yükseltme çabalarının bir parçası olarak tesettürden arındırmanın
zaruri olduğunu Cedidî hareketine mensup reformcular dile getiriyorlardı.
[41] D. Northrop, Hujum, s. 129 ve 11.
dipnot.
[42] G. Massell, a.g.e., s. 227–228.
[43] A.g.e., s. 165–171.
[44] Rusya’da kadının kurtuluş tarihi ile ilgili
çalışmaların önde gelen isimlerinden biri olan Richard Stites, hücum
kampanyasının Stalin’in “cinsel Thermidor”unun bir parçası olduğunu ne yazık ki
görememektedir. R. Stites, The Women’s Liberation Movement in
Russia: Feminism, Nihilism and Bolshevism 1860–1930 (Princeton 1978), s. 340.
[45] G. Massell, a.g.e., s. 275–284; D.
Northrop, Hujum.
[46] D. Northrop şunu yazıyor: “Hücum kampanyasının
örtünmeyi hedeflemesi, kimi yönlerden sadece kendi cazibesini artırmıştır.” [Hujum, s. 145]
[47] Bu meseleyi daha önce dile getirdiğim çalışmamda
ayrıntısıyla ele alıyorum. “The Seeds of
National Liberation”, International Socialism, Sayı 2: 94, MIA.
[48] Tainy Natsional’noi Politiki TsK
RKP: Stenograficheskii Otchet Sekret-nogo IV Soveshchaniia TsK RKP, 1923g (Moskova
1992), s. 256–257.
[49] A.g.e., s. Zinovyef’, dört gün süren konferansın
sonunda yaptığı, çalışmaları özetleyen konuşmasında Hocanof’un konuşmasından
sitayişle, özel olarak bahsediyor (s. 223)
[50] A.g.e., s. 162–163.
[51] A.g.e., s. 197.
[52] Örneğin
bkz.: Hannah Sell’in “Islam and Socialism” adlı makalesi: “Islam
and Socialism”, Socialist Today, Sayı 87 (Ekim 2004) ya da G. Byrne’nin Solidarity
için yazdığı yazılar: Solidarity, sayı 46, 47, 48 ve 50 (2004).
[53] “Devrimciler
arasında görünürde olan ‘uzlaşma’ korkusunun ardında, politik bir eylemsizlik
[…] ciddî politik mücadeleye ilişkin bir yanılsama saklıdır.” -L. Trotsky, “On
the United Front”, MIA, The First Five Years of the
Communist International, Cilt 2 (New York 1974), s. 96.
[54] Örneğin Lenin, Polonya köylülerinin “milliyet,
din ve Polonya toprağı” için verdikleri mücadeleden (“Critical Remarks on the
National Question”, 1913 MIA) ve ilk dönem kapitalizmin “tüm eski, ortaçağa ait
kastların ve bölge kiliselerinin diktiği yarı millî, dinî ve diğer engelleri
kaldırma gayretinden bahseder. (“The Rights of Nations to Self-Determination”,
1914
MIA). Troçki, “Müslüman milliyetçiliği”nden söz eder.
(bkz.: üstteki 31. Dipnot, MIA).
[55] Lenin, Critical Remarks on the National
Question.
[56] Bir örnek için Nick Grant ile Ger Francis’in SİP’in
düzenlediği Ön Konferans Tartışma Bültenleri dâhilinde gerçekleştirdiği, dinî
okullarla ilgili tartışmaya bakılabilir. Pre-Conference Discussion
Bulletins, Sayı 2 ve 3, 2005.
[57] 35. dipnota bakınız.
[58] “Manifesto of the Congress to the Peoples of
the East”, Baku: Congress of the Peoples of the East (New Park
Publications, 1977), s. 172, MIA. Türkçesi: İştiraki. Kurultay birçok farklı meseleyle
uğraşmak zorunda kaldı. Makalenin sınırları, bu sorunları tek tek ele almak
için uygun değil. Ama bu noktada önemli bir not düşülebilir: 1922’de Komintern’in
Dördüncü Kongresi İkinci Kongre’de benimsediği politikayı düzeltti ve
emperyalizme karşı panislamizmle kurulacak geçici ittifaklara onay verdi. Bu konuda
bkz.: E.H. Carr, The Bolshevik Revolution 1917–1923, Cilt 3
(Harmondsworth 1971), s. 476.
[59] M. Bennigsen Broxup, “The Last Ghazawat: The
1920-1921 Uprising”, Yayına Hz.: Bennigsen
Broxup,
The North Caucasus Barrier, s. 112-145. Benningsen Broxup’un
değerlendirmesine göre yerellikteki Bolşevikler aşırı solcu politikalarıyla Gotsinski
ayaklanmasına destek sundular.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder