“Politika Nevski Bulvarı gibi düz değildir.”
[Lenin]
Sorumluluk
Politika, sorumluluk, elini taşın altına koyabilme,
hesap sorma ve verme meselesidir. Bu anlamıyla politik faillerin hadlerini
bilmeleri, bu haddi teoride ve pratikte, somut maddî şiddetle çizmeleri,
tersten, şiddetin çektiği sınırlara tâbi olabilmeleri gerekir.
Bu yönüyle, şiddeti politikadan ayırıp onu bilinmeze
fırlatanlar liberaller, belli bir dönem şiddet kullanarak politikayı yok etmek
isteyenler ise faşistlerdir. Her iki kesim de sorumluluk, elini taşın altına
koyma, hesap verme/sorma adabı ve alışkanlığından mahrumdur.
Yoldaşlık ve Arkadaşlık
Politiklik, belli ilişkilerin dönüşümünde aranmalıdır.
Belli bir halk kümesinin, sendikanın, mahallenin, örgütün ya da tekil bir
kişinin politikleşmesinin, bunların olağan pratiklerinden ayrıştırılması
zorunludur. Örneğin arkadaşlık, yani sırtını başkasına dönebilme ile belli bir
yola ortakça koyulma ve o yolu ortak pratikle örme anlamında yoldaşlık arasında
temel bir fark olması gerekir.
Yoldaşlık, bu yönüyle, arkadaşlığa nazaran dinamik bir
ilişki biçimidir. Ama yoldaşlığın da gündelik ilişkiler içinde durağanlaşması
ve ölmesi mümkündür. Tümüyle politik olması, politik anlaşılması gereken
yoldaşlık ilişkisi, kendi fiilî sınırlarını pratikte bulabilmelidir. Hava
almak, rahatlamak türünden eyleme gitmek, eylem alanında arkadaş, tanıdık
yüzler aramak, eylem sonu bir bara ya da kafeye oturup dedikodu yapmak,
yoldaşlık ilişkilerinden uzak olması gereken pratiklerdir.
Yoldaşlık, her daim politikleşmiş belli bir hayat
kesitinin maddî sonucu olabilmelidir. Aksi takdirde yoldaşlık, sıradan bir
insanlar arası ilişki biçimine dönüşecektir. Politik failler yoldaşlığı,
örgütlülüğü her zaman üstte tutmalı, ona tabi ve ait olmalı, onun seyrine itaat
etmelidirler.
Bugün sol kadrolardaki en temel zaaf, her türlü
tabiyeti ve aidiyeti, her türden üstte duran kolektif tarihsel-toplumsal
oluşumu reddetmek ve solu dinamik, pratik bir üst oluşum olarak örememektir. Bu
noktada sol, teorik-politik ve pratik-politik akıldan ve eylemden mahrum
kalmakta, kendi tarihselliğini ve toplumsallığını yitirmektedir.
Seyir
12 Eylül gibi bir devlet saldırısı sonrası
burjuvazinin, Özal liberalizmi gibi bir burjuva saldırısı sonrası devletin
kucağına koşmasının gerekçesi, akıl ve eylemden mahrum kalışında, kendi
tarihselliğini ve toplumsallığını yitirmesinde aranmalıdır. Sol, devlete ve
burjuvaziye karşı topyekûn bir mücadelenin içinde çelikleşmediğinden, tüm
birikim ve miras berhava olmaktadır.
Solun seyri ise tümüyle kemalistlerin ve liberallerin
sınırlarına tabidir. Sol, bu iki gücün açtığı kanaldan ilerlemeyi kendine
yedirebilmektedir. Her ikisi de ilerlemecilik, aydınlanmacılık ve laiklik gibi
burjuva başlıklarda anlaşmaktadır.
Kendisini tarihsel bir bayrak yarışında zanneden sol,
iki yüz yıl önce burjuvazinin bıraktığı bayrağı teslim almakla övünmektedir.
Oysa politik mânâda hiçbir dönüşüme uğramayan bu sabit bayrağın bir yüzünde
devlet, diğer yüzünde gene burjuvazinin tayin ettiği demokrasi yazmaktadır.
Burjuvazinin kontrolündeki bu alanın giriş kapısında,
“seni politikleştiren, devrimcileştiren ne varsa girerken eşikte bırak, buraya
din, millet ya da sınıf olarak giremezsin, ancak birey olarak girebilirsin”
yazmaktadır. Bu alana çeşitli diyetlerle girme hakkı kazanan sol örgütlerin
kapısında ise benzer bir tabela durmaktadır: “Buraya girerken seni
politikleştiren, devrimcileştiren yüklerinden arın, çünkü bana böyle
emrettiler!” Örgütler, bu anlamda politikleşme alanları değil, politikadan
arınma odakları hâline gelmektedirler. Politikanın öldüğü yer olarak örgütler,
politikayı ve imkânlarını öldürmeye mecburdurlar.
Eşikte
Çeşitli gerekçelerle politikleşen, politika yapmak
isteyen kişiler, “önce şunları okumalısın”, “al sana hayat felsefesi”, “bu da
senin için hazırladığımız teori hapı”, “sen bizsiz hiçsin, ne kadar çabalarsan
çabala, ancak bizimle politika yapabilirsin”, “git şu afişleri as, sonra
matbaadan dergiyi al”, “seni politikleştirenler sana düşman”, “disiplin en
önemli şey” vb. sözlerle etkisizleştirilir. Bu yönüyle bugün örgütlerden tekil
ya da grup hâlinde yaşanan ayrışmaların politik kalma ve politika yapma iradesi
olarak okunması mümkündür. Bu ayrışmaların bir tarafında ise solun tasfiyesi
yazılıdır.
Ancak gene de örgütler, bu ayrışmaları örgütsel
bekaları adına tolere edecek, bu ayrışmaları içinde olduğumuz dönem dâhilinde
zorunlu olan içe kapanmanın bir gereği olarak değerlendireceklerdir. Zira,
onların nazarında saf çekirdek, politikanın kirinden, pasından arındırılmıştır.
Tek mühim olan da odur zaten. Öte yandan, ayrışanların da temel perspektiften,
zeminden ayrılma gibi bir meyli yoktur çoğu zaman. Onlar, gene o örgüte giriş
gerekçeleri, yani teorik-düşünsel hâkimiyet üzerinden ayrışırlar. Bir süre
teoriye düşmanlık ederler, ama bu düşmanlık, her zaman özel, öznel teoriye
yöneliktir. Aslen düşünsel bir faaliyet alanı olarak gördükleri politika namına
yapılmış bir kopuş değildir yaşadıkları. Sadece kendi politika fikirleri için
eski fikirlerden ayrışılmıştır ama hâlâ aynı bağlam içinde kalınmıştır.
Rağbet ve Gıybet
Eski-yeni ayrımı, öznelcidir. Eskiden koptuklarını
söyleyenler, esasta eskinin de öncesine bağlanırlar. “21. yüzyıl sosyalizmi”
diye çığlık atanlar, Marx’ı tanımamış, onu önceleyen fikirler silsilesine
eklemlenirler. Doğası gereği postmarksizm premarksizme bağlanır.
Yeniye rağbet, eskiye gıybet edenlerin derdi,
politikanın kirinden, hattâ ideolojiyi, düşünceyi ve teoriyi kirleten politika
denilen pratikten kurtulmaktır. Burada politikanın yerini ilkesel tutum alır ve
ilkesel tutum da en ilkele bağlanır: hayatta kalma güdülerine.
21. yüzyıl sosyalizmi, kolaycıdır. Kolaycılık
anlamında mücadeleden kaçışı ifade eder. O, orta sınıf solculuğunun bir
tezahürü, süreci kendinden başlatma niyetinin bir ürünüdür. Tabi ve ait olma
değil, sahip olma, başlatma iradesine dayalı bir tespittir.
Her türlü ilkeli siyaset, kanatlı domuzlar gibidir.
İlk’e, başlangıca dönük vurgu, her daim orta sınıf siyasetine bağlanır. Başı
sonu belli olmayan bir sürece tabi ve ait olma, bu siyaset için zararlıdır.
Bugün sol öznelerin çeşitli politik gündemlere ilişkin
tartışmalarına bakıldığında hep bir ilke, öze, ilkesele dönük vurgu olduğu
görülür. Aslında onlar, açıktan bu ilkenin, özün muhafızları olduklarını
haykırmakta, politika yapmadıklarını itiraf etmektedirler. Solun bugünkü
gelişmelere bağlı olarak değişen sınırlarını tahkim etme görevini üstlenenler,
solun apolitik ve antipolitik hanelerine doluşurlar.
Muhafazakâr Baba, Müteşebbis Oğul
Esas olarak solun sınırları koruyan ve onu aşan iki
kolu varsa da bunlar özde aynı işi yapmaktadırlar. Biri, eski işletmesini
korumak isteyen baba, diğeri ise işi büyütmek isteyen girişimci oğuldur. Solun
sınırlarını çizen unsurlar, Kürt hareketi, AB hareketi, kısmen milliyetçilik ve
Müslüman harekettir. Solun içinden bu kesimlerle ilişki kurma niyetlisi
olanlarla, “hayır, bakir, saf ve ilkeli kalalım” diyenler arasında mülkiyete ve
rekabete dayalı bir ilişki sözkonusudur.
Sınırları aşmak isteyenler, solun ilkel, ilkesel,
özsel varlığını genişletme derdindedirler ve ilgili “dışsal” unsurları istismar
etmektedirler. Tabiî bu unsurlar ile verili hâli belli bir dönüşüme
uğratılmadan onların karşısına çıkartılan sol arasında gene hiçbir temas
kurulamaz, zira onlar, niyetin arkasındaki istismarı hemen sezmektedirler.
“Yeni” diye sınırların zorlandığı yerlere koşanlar,
buralarda daha ağır tortular bırakmaktadırlar. 21. yüzyıl sosyalizmi, 19.
yüzyıl sosyalizminin üvey kardeşi olarak ilerlemektedir. İkincisinin kendi
içinde fiilî olarak mücadele eden bir Marx’ı varken, ikincisi, kendisini
liberal fanuslara kapatıp bu tarz mücadelelere karşı tahkimat yapmaktadır.
Örgütlerden ayrışanların bu iki kardeşin gevezeliklerine kandıkları momentlerde
politika da gevezeliğe dönüşür.
Maya
Kürt hareketi, AB hareketi, milliyetçilik ve Müslüman
harekete karşı kapananlarla onlara doğru açılanlar, aynı mayaya sahiptirler.
Birinciler, bu dinamiklerin politikliklerinden kaçarlar, ikinciler ise bunların
apolitik/antipolitik yanlarına bağlanırlar. Birinciler, bunların içinde
oldukları dönüşümün şiddetinden korkarlar, ikinciler ise köpekbalıklarının yemek
artıklarından beslenen küçük simbiyotik balıklar gibi, şiddet dışı ve sonrası
dönemin kapatması olurlar. Her ikisi de solun sözkonusu dinamiklerin politik
seyri ile dönüşmesine izin vermezler. Nesnel bir ifade ile, her iki kesim de
solun bu dinamiklere karşı tepki biçimleridir.
Sol, ilerlemenin biricik temsili olma otoritesini
hiçbir zaman bırakmaz ve politik mücadelenin, politikanın toplumsal-tarihsel
“hava yastığı” görevini ifa etmeyi sürdürür. Egemenlerce ona biçilmiş rol
budur. Sol, hep öndeki “akıl” olduğundan, arkasındaki bedeni işine geldiğince
değiştirir: işçi sınıfı, halk, ezilenler vs. Yukarıda bahsedilen sol dışı
dinamiklerde de bu bedenin fiilî hareketi istismar edilir. “İşçi sınıfına göre”
lafı ile başlayan her cümlede kastedilen, o cümlenin gizli öznesi olan solcu
bireyin ya da bireyci solun “aklı”dır. Sol, kendi düşünce ekonomisi uyarınca
ilgili dinamiklerden kaçar ya da onların kuyruğuna yapışır, onu kendinde yok
eder.
Devrim’ci, sosyalist ya da komünist adı altında genel
sol alanında çeşitli türevleriyle birlikte arz-ı endam eden failler, ezilenlere,
halka ve işçi sınıfına yabancı, onların dışında olduklarını önkabul ederek
hareket etmektedirler. Bu da solu, ilgili toplumsal-tarihsel dinamiklerin
devlete ve demokrasiye açılan kapılardan girecek kesimlerinin
teorik-ideolojik-politik düzeyde eğitildiği bir okula çevirmektedir. Bu
pedagojik-ideolojik niteliği, solun pratikte politika dışı olmasının bir
sonucudur. Sol, ileri, iyi, dürüst, güzel ve gelişkin olanın genel temsilidir.
Bu temsilin ise politikada herhangi bir karşılığı yoktur.
Ahlâk ve Hukuk
Sol, genel ideoloji alanının iç hukuku (ahlâkı) olarak
cisimleşmektedir. Bu da onu, eylemini kendi hukuku adına başkalarının ahlâkına
saldırma biçiminde şekillendirmeye itmektedir. Sol denilen ideolojik örgünün
kimin iç hukuku olduğunu, onun işbölümü ve hiyerarşi dâhilinde biçimlenen
ideolojik örgütlenmenin hangi basamağında durduğunu ve kendisini tanımlayan
tarihsel-toplumsal yapıları sorgulayanlara düşmandan daha çok saldırmaktadır.
En genel hâliyle düşman, ayrı ayrı ve bütün olarak,
devlet ve burjuvazidir. Sol, apolitik yanını burjuvazinin, antipolitik yanını
devletin yanına çırak vermiştir. Devleti ve burjuvaziyi tarihsel-toplumsal
düzlemde alt edecek olan devrimin, sosyalizmin ve komünizmin üst belirleniminde
hareket edememesinin nedeni, bu çıraklığa muhtaç olmasındandır. Solun devletten
ve burjuvaziden bağımsız dinamiklere karşı alerjik bir tutum almasına ilişkin
gerekçeler burada aranmalıdır. Ustası için bu dinamikler, bir biçimde onun
tornasından geçirilmelidir. Burada fiilî dinamiklerin rahlesi, tedrisatı,
tornası önemsiz, hattâ zararlıdır.
Che’nin elinde zaten iktidarlara karşı mücadele eden
köylü direniş birlikleri vardır ve o bu geleneği, gerilla pratiği başlığı
altında devrime uğratmıştır. Ama bizim solun eline ilk silâhı gene devlet
vermiştir, köylüler değil (II. Kuvva hareketi). Köylülerin politikleşme
seyrinde atıl kalanlar kapağı şehre atmışlardır. Oradaki silâh da hâlihazırda
politik, devrimci bir fiiliyat içinde olan şehirli dinamiklerin şiddeti olarak
patlamamış, örgütlerin hayatta kalma, bekası adına parlatılmıştır.
Örneğin Mao’nun elinde milliyetçilerle Japon
işgalciler arasındaki savaşta oluşan ara kızıl bölgeler vardır ve Mao bu
birikimi devrimcileştirmiştir. Ama bizim solun elinde burjuvazinin temizlik
için teslim ettiği kimi arayüzey, şehirli alanlar vardır (gecekondular). Onlar
da burjuva şehir hayatına ısındırılmaya çalışılmış, şehrin sahipleri ile
yürütülen pazarlıkta koz olarak kullanılmıştır.
Lenin’in elinde işçi, köylü, asker sovyetleri vardır
ve bunlar çarın kitle hareketlerini maniple etmek için kurduğu Zemtsvo’lara
dayanır. Ama Lenin, bunları devrimcileştirmeyi bilmiştir. Bizde ise
Lenin’cilik, arkadaş meclisi olarak işleyen örgütlerin kitlesel dinamiklere
akıl öğretmesi için gerekli kılıf olarak kullanılmıştır. Bu meclisler, zamanla
batılı anlamda think-tank’lere dönüşmüştür. Bu malumat depoları
politikleşmemiş, kendi kadrolu aydınlarını üretmiştir. Tabandaki militanların
eylemleri ve sonuçları akademik veriler olarak depolanmıştır. Bugün ise tek
siyaset, bu depoların dışarıya karşı korunması, sızmalara mâni olunmasıdır.
Devlet ve Demokrasi
Devrimcilik için politik olmak önkoşuldur. Politiklik
içinse devlete ve demokrasiye müdahale, onlara karşı mücadele şarttır. Devlete
ve demokrasiye vurmayan eylem apolitik; bu vurmama hâlinin eylemselleşmesi ise
antipolitiktir. Politika altyapıda değil, üstyapıda, üstyapıya ait oluşumlar
olan devlet ve demokraside aranır.
Devrimci politik öznelerin devletin ve demokrasinin
her dönüşüm momentinde güç olarak bulunmaları gereklidir. Politikliğin ve
devrimciliğin başkaca da bir garantisi yoktur. Faillerin devrim’de olmaları,
devrimin bugünde fiilî, maddî şiddeti olarak hareket etmeleri zorunludur.
Toplumsal devrimin politik devrimin önüne alındığı her teori ve pratik,
politika ve dolayısıyla, devrim dışıdır.
Salt “karşıtlık” üzerinden kurulan faaliyet, karşı
olunan dinamiklerin, olguların ve öznelerin dönüşümüne asla bulaşılmayacağına
ilişkin gizli bir yemini içerir. Suya sabuna dokunmayan böylesi bir faaliyetin
de politik olduğu söylenemez.
Sol, kendi kümeslerinin, çiftliklerinin, hayat
hikâyelerinin, cemaatlerinin ve etki ağlarının apolitik veya antipolitik
olduğunu görmeden politikadan bahsetmektedir. Bu bahis, en fazla, ideolojik ve
teorik olabilmektedir. Yani eylem sonrası arkadaşça bara gidenler, bu
muhabbetlerini politik açıdan önemli zannetmektedirler. Bu zan ise pratikte
sadece bar sahiplerinin kasasını doldurmaktadır.
Para ve Meta
İranlı düşünür ve eylem adamı Ali Şeriati, “bir
insanın ideolojisini öğrenmek istiyorsanız, onun nasıl para kazandığına bakın”
demektedir. Sol örgütlerin bu ideolojik seyir içinde işlettiği “para”nın
pratikteki karşılığı, alandaki militanlarıdır. Örgütler arasındaki rekabetin
ana konusu budur: militan bulmak, birbirinden adam kapmak, vs. Bunu nasıl
kazandığı, “ideoloji”sini de biçimlendirmektedir.
Solun ideoloji ve teori ayaklarına fazla abanmasının
nedeni, politika dışı olması, politikanın “para” getirmemesidir. Politik alana
girildiği andan itibaren eldeki teori ve ideoloji bir biçimde budanacağından,
sol, bindiği dalı kesmemesinin en doğru iş olduğunu zannetmektedir.
Sol, bu ideoloji ve teori düşkünlüğü sebebiyle,
yularını akademiye kaptırmıştır. Bu akademi ise apolitik ve antipolitik batıcı
aydınların ve devlet güruhunun güdümündedir. Solun ilk planda kurtuluşu, bu
yuları kesmektir. Bu yular, onun politik alana devrimci mânâda girişine mâni
olmaktadır. Örgütlerin think-tank’lere, yoldaşların taşıdığı malumatların
deposuna ve apolitik/antipolitik odaklara dönüşmesi, onların akademideki
muadilleri ile buluşmasını kolaylaştırmakta, dokuların uyuşmasını
koşullamaktadır.
Zamana ve mekâna ayrı ayrı ya da bütün olarak hükmetme
gayreti, solun ideolojist ve teorisist tutumunun bir göstergesidir.
Politikleşme, zamanda ve mekânda belli bir kesitin öne çıkması, hiyerarşize
olması ve hareketin öncüsü hâline gelmesi ise tüm zamanı ve mekânı kuşatma
gayreti politikaya alan bırakmaz. Oysa felsefî bir kavram olarak zaman, bilimin
dilinde sürece; politikanın dilinde ise duruma/döneme dönüşür. Zamanın bekası
ile düşünen felsefeciden, sürecin bekası ile düşünen bilimciden politikacı olmaz.
Felsefeci ve bilimci yuvaları olarak akademilerin ekmeklerini nereden
kazandıklarına bakıldığında, solun yularını gerçekte nereye bağladığı görülür.
Politika, durumsal ve dönemsel bir meseledir. Felsefenin zamana, bilimin sürece
dair oluşu bu daralmayı kabul etmez.
Belli bir şiddetle süreci bölüp parçalayan, mekânı
lime lime eden pratik, politika olarak nitelendirilebilir. Kâinatı, dünyayı,
hattâ bazen ülkeyi bütünüyle kuşatan bir ideolojinin ve teorinin politikleşmesi
mümkün değildir. O, daima politikaya dışarıdan bakacak ya da bu konumunu
muhafaza etmek için politikaya saldıracaktır. Çünkü politika, kâinatın,
dünyanın ve ülkenin parçalılığını, parçalanabilirliğini çağrıştırır, imler.
Kaçış
Dünya, zaman, toplum, tarih, bilim, felsefe gibi
düzlemlere yatırılması belli özel, tekil olguların politikliğinden kaçış
yöntemi olarak biçimlenmektedir. Kürtlüğü, Alevîliği, işçiliği, mazlumluğu,
kadınlığı, köylülüğü vd. ilgili bilim disiplinleri ile tartışmak, onların
politikleşme imkânlarına ilişkin bir şey söylemediği gibi, o bilgiden hareketle
oluşturulan eylem de politik olmaya direnir.
Kendine kapalı bir işçi vd. hesap sormaz, vermez,
sorumluluk almaz, ilişkiye girmez, dönüştürmez, bölmez ve birleştirmez,
kısacası o, politika dışılığın huzurunu ve güvenini yaşar.
Son zamanlarda popüler olan “toplumsal proletarya”
ifadesi de işçi sınıfının toplumu parçalayan ya da en azından toplumun parçalı
olduğunu imleyen niteliği sebebiyle, onu arka kapıdan kovma teşebbüsüdür.
İktisat, sosyoloji, kültür gibi alanların suyuna yatırılan proletarya, politik
niteliğini yitirir. Sınıfın bu alanlara teorik planda duhul etmesii bir süre
sözkonusu alanları politikleştirir, ancak bu da görecelidir, geçicidir.
Teorideki bu politikleşmeye yaslanarak politika yapanların politikliği de bu
geçiciliğe tabidir.
Marx’ın elinde devrim, sosyalizm ve komünizm fikirleri
politikleşip devrimcileşmiştir. Antipolitizme ve apolitizme batan faillerin bu
fikirlerin sıkı takipçiliğini yapmaları için önce Marx’ı devre dışı
bırakmaları, ondan uzaklaşmaları zorunludur. Marx’tan uzaklaşıp Lenin, Stalin,
Troçki, Rosa, Che, Mao, Enver ya da bizde Kıvılcımlı, Mahir, Deniz ve İbrahim
vd. limanlarına demir atanların antipolitizmi ve apolitizmi, ilgili simaların
politik niteliklerinin arkasına saklanır. Geçmişe ait bir devrim, sosyalizm ve
komünizm fikrinin ve eyleminin bugünde savunulması, politikliği güvence altına
almaz.
Örneğin maddî bir şiddet olarak Ekim Devrimi’nin
tarihsel-toplumsal seyrinin belli bir sınırı olmalıdır. Bu sınır aşıldığında,
yani şiddet sönümlendiğinde Ekim’cilik apolitik, bu apolitizmin örgütlenmesi ve
süreklileştirilmesi ise antipolitiktir. (Yirmilerden II. Dünya Savaşı’nın
sonuna dek süren dönemde Ekim’i, Sovyetler’i savunmak politiklik ve
komünistlikti ama bu dönemin bitmesi ile bu politiklik de anlamını, konumunu
yitirdi.) En genel anlamda, solun elinde kalan cılız politik nitelik de
tükenmeye yüz tuttuğundan, bugün bu hâldedir.
Parçacılık ve Bütüncülük
Parçalayıcı pratiklerin politik olması her zaman
gerekmez. Mekâna dayalı batılı teorilerin politikaya alan açtığını,
üstanlatılara saldıran postmodernizmin politiklik için ilâç olduğunu düşünenler,
dönüp dolaşıp parçacılık yapmaktadırlar. Öte yandan, bütünleştirici bir pratik
de politik ve devrimci olabilir. Burada bütünleşme sürecinin nihaî sonucuna
değil, verili durum veya dönemdeki fiilî maddî şiddetine bakmak gerekir.
Politikanın doğrudan ve bütünüyle şiddetle
tanımlanması, esasta apolitizmdir. Liberallerin apolitizmi, her türlü nesnenin
sonsuza dek ayrıştırılarak, bu ayrışmanın hukuku tesis edilerek çatışma ve
şiddet durumlarının geçersizleştirilmesini amaçlar. Faşistlerin antipolitizmi
ise şiddeti şiddetle ezmek amaçlıdır. Liberallerin şiddetin şiddetle
yanıtlanması ile ilgili “faşizm” eleştirilerinin nedeni budur. Şiddeti baz alan
bir pratiğin şiddetin aradan çekilmesi ile liberalleşmesi kaçınılmazdır.
Sınıftan, halktan, mazlumlardan ya da bunların
partisinden, örgütünden dem vurmak, kimseyi sözkonusu antipolitizmden ve
apolitizmden kurtarmaz. Çünkü bu olgular, fiiliyatta, özellikle bugün, burjuva
özne-birey kurgusunun tezahürleridir. Bir liberal, sınıftan haberdarsa ve bu
mevzuu ile ilgili faaliyet içinde ise sınıfın sınır çizici, yani şiddete
meyilli oluşu sebebiyle ona karşıdır ve sınıfların ortadan kalkmasını bu
sebeple istiyordur. Bir antipolitik özne, zaten sınıfın çizdiği sınıra, şiddete
karşı alerjiktir ve onu kendi şiddeti ile ezmek ister.
Şiddet politikaya mündemiç olduğundan, şiddetten
kaçanların ve şiddetin üzerine giderek onu ezenlerin politik alanda
söyleyebilecekleri söz, atacakları adım yoktur. Şiddetin tehditkâr niteliği,
özneleri salınımlı bir seyre zorlar. Şiddet denilen kılıcın iki kenarı
keskindir, her darbesinde kütlenin bir yarısı bir yana, diğer yarısı diğer yana
düşer. Politika ise o kılıcı kullanma sanatıdır.
Şiddet
Sınıfın, halkın vd. kompakt, yekpare, bütünlüklü,
kendine kapalı, su sızdırmaz gerçekler olduğu zannı politikayı
imkânsızlaştırır. Bunların politikleşmiş olması için zaten fiilî olarak
parçalanmış olması şarttır. Aynı zamanda bu olgular politikleşmişse, onların
başka bir “bütün”ün fiilî, maddî parçaları olması gerekir ki maddî şiddeti ile
bu bütünü parçalayabilsin. Aksi takdirde ilgili olguların politikliğinden söz
edilemez.
Politika, kelebeğin kozasını parçaladığı andır. Bu
parçalama için şiddet tercih değil, zorunluluktur. Sınıf ve diğerleri dönüşüm
momentlerinde kendi şiddet araçlarını doğal olarak üretirler. Devrimcilerin
doğrudan bu aracın kendisi olmak amacıyla teorik ve pratik faaliyetlerini
örgütlemeleri gerekir.
Kompakt, yekpare vs. olan sınıfın ve diğerlerinin
demokrasi alanında hukukî bir konum almaları, muhatap kılınmaları için
yürütülen çaba, liberal bir siyasettir. Kompakt, yekpare vs. olan sınıfın ve
diğerlerinin devletlû kılınması için yürütülen çaba faşizan/muhafazakâr bir
siyasettir.
Faşizm ve liberalizm, aynı eldivenin iki yüzüdür: ilki
demirden, ikincisi kadifeden. Burjuvaziye ve devlete karşı olmak, bunların
“kötü” olduğunu bilmek, kimseyi bu eldiveni giymekten alıkoymaz. Kimin adına
giyilirse giyilsin, eldiven eldivendir. Tekil, mutlak, yekpare bütünlüklerin
aynı ovada savaşa tutuşması gerektiği üzerinde duranlar (meselâ sınıf savaşı)
örtük olarak liberal bir siyaset güderler. Kan ve barutun kokusu dağıldığında,
liberal öz açığa çıkar.
Bu anlamda, esasta burjuva bir tespit olan şu cümle
yerindedir: “otuzundan önce liberal olan kalpsizdir, otuzundan sonra liberal
olmayan akılsızdır.” (Eğitmenler filminden.) Kalple birleştirilenler
akılla ayrıştırılır. Belli bir tür aklı devre dışı bırakıp kalple yürütülen
savaşın bitmesi, o aklın daha berbat bir biçimini işleme koyar.
İkna ve Fetih
Hayatın bütünüyle politik olduğunu söyleyen
anarşistler, böylece politikayı her yere ve zamana yayarak, gerçek maddî
politikaya yer bırakmamakta, bu sayede de apolitik bir faaliyet
yürütmektedirler. Faşistlerin politikayı zorla imha girişimleri, liberaller
şahsında ikna yoluyla yapılmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası görece muzaffer olan ama
kısa sürede başarısızlığa sürüklenen Avrupalı KP’lerin ilk akıllarına gelen,
insanları tek tek ya da kütle olarak sosyalizme ikna etmek olmuş, bu, ilk elden
proletarya diktatörlüğünün programdan çıkarılması ile sonuçlanmış, zamanla bu
partiler, eskinin sosyal demokrat yapılarına dönüşmüşlerdir.
Liberalizm, bir kez teslim olunmaya görsün, her şeyi
ve herkesi politika dışına atma hususunda mahirdir. Faşizmin temel derdi ise,
Hitler şahsında ifade edildiği biçimiyle, politikaya alan bırakmamak ve onu
öldürmektir. Liberalizm, politikayı her yere yaymak, faşizm onu her yerde ezmek
için vardır.
Politika ve Hayat
İlk elden şu tespit yapılabilir: hayat tümüyle politik
değildir ama politik olan hayatîdir ve hayata aittir. Bu, bizi ideolojik ve
teorik faaliyetimizi politikanın ne olduğuna, nasıl politik olunacağına ve
politik alanın netleştirilmesine dönük çabaya hasır etmeye zorlar. Elbette o,
bulutlar üzerindeki rahat ideoloji ve teorimiz bu zorlu gayrete bir süre
direnecektir. Ama unutulmamalıdır ki sol, marksizm, sosyalizm ya da komünizm,
(hangisi içinden konuşursak konuşalım), bunlarla ilgili teorinin ve ideolojinin
kana ve tere bulaşması sayesinde bugüne gelmiştir.
Başlarken bahsi edilen örneğe devam edilecek olunursa,
şu değerlendirme yapılabilir: bir komünist, arkadaşıyla gittiği gibi, bir
yoldaşıyla sinemaya gidemez meselâ. Bu seyrin bile politik bir anlamı
olabilmelidir. Politik olanla politik olmayan arasındaki farklar silindikçe bir
evliliğin, bir dostluğun, bir flörtün bitmesi gibi yoldaşlık da aynı şekilde
bitebilir bir olgu hâline gelir. Oysa yoldaşlık mücadeleyle tanımlı olmalı,
kendisini ezelî, ebedî olan bu mücadelenin içinde bulmalıdır. Yoldaşlık,
hayatın içinde tanımlanmalı ama ne hayat ne de yoldaşlık mistik bir değer
hâline getirilmelidir. O, doğal, organik, canlı, dinamik, samimi, dürüst,
gerçek ve bir o kadar devrimci olabilmelidir.
Arkadaşlık ilişkisi yoldaşlık ilişkisiyle aynı
düzlemde duramaz. İkincisi, daima politik gerçeklikte, üstte durmalıdır.
Arkadaş cemaatinden çıkılıp devrimci örgütsel bir harekete ait olunabilmelidir.
Sonuçta arkadaş cemaatlerinin anti-politik veya apolitik, bu yönüyle
muhafazakâr/faşist ve liberal/liberter/anarşist bir tipoloji ürettiği
görülmelidir.
Yoldaşlık için proleter bir disiplinle, hiçbir şeyin
öznellikle başlamadığı, başkalarına muhtaç olunduğu, kolektif faaliyetin her
daim üstte tutulması gerektiği, teorik, ideolojik ve politik üretimin
hiyerarşik, sistematik yapısına riayet edilmesi gerektiği görülmelidir. Tarihin
ve toplumun kendi’mizle başlamadığı ve kendi’mizle bitmeyeceği, ancak
yoldaşlıkla görülebilir. Tersten yoldaşlık, bu görüye ve zihniyete muhtaçtır.
Mao’nun dediği gibi, “arkadaşını eleştirmekten çekinen
kişi liberaldir”. Bu liberalizmi belli bir hiyerarşi, disiplin ve sorumluluğa
muhtaç olan yoldaşlık ilişkisine taşıdığımızda nelerle karşılaşılacağı herkesin
malumudur. Yoldaşlık, politika yapmak, politik müdahaleler gerçekleştirmek,
politik eylem içinde olmak ile değil, giderek kendi dar cemaat ilişkileri
çerçevesinde, sosyo-kültürel ve ideolojik mastürbasyon zemini olarak
biçimlenir. Örgütlülük, bu zeminin amacı değil, aracı olur.
Günün önemli bir bölümünü birlikte geçiren yoldaşlık
ilişkisi çürümeye mahkûmdur. Tek tek tüm yoldaşların fiilî, maddî alanlarda
açtığı yarıkları, güçleri, enerjiyi, birikimi belli bir alanda toparlama
meselesi olan örgüt, sözkonusu çürüme ile dağılır. Bu örgütlülüğe tabi ve ait
olması gereken yoldaşlık, gündelik yatay bir ilişkiye dönüşerek örgütlülüğün
içini boşaltır. Bu açıdan mesele, herkesin kendi yoldaşlarını elindeki silâhın
namlusuna, mermi niyetine sürebilmesidir.
Eski bir arkadaş artık yoldaş olmuşsa, bir sıçramanın,
kopuşun, dönüşümün, en genel hâliyle, bir devrimin yaşanmış olması gereklidir.
Devrim, esasta geriye dönüşsüzdür. Bir kere kopulmuşsa kopulmuştur, bunun eski
hâline geri gelmesi mümkün değildir.
Devrimcinin kendisini hâlâ ve ısrarla koptuğu yerle
tanımlıyor olması imkânsızdır. Bu anlamda yeni yoldaş olan kişiye dönük ahlâk
ve hukuk, eski ahlâktan ve hukuktan kesinlikle farklı olmalıdır. Olmazsa,
hâlihazırda uygulanan ahlâk ve hukuk içten içe çürüyecektir. Maddî diyalektik
bunu emreder.
Feda
Politika, basit kişisel, kendince bir zevk, haz ya da
öznel bir zaman tüketimi aracı olmaktan çıkmalı, kolektif, devrimci bir
faaliyete dönüşmelidir. Bu amaçla, sözkonusu dönüşümün teorik zemini
oluşturulmalıdır. O, basit kişisel merak ve keyif düzeyinden çıkartılmalı,
belki de kişisel mânâda bizi hiç ilgilendirmeyen konuların içine girilmeli,
bize uzak kişilerin eli tutulabilmelidir. Sonuçta Che’nin dediği mânâda,
“yüzünü bile görmediğimiz insanlar için ölebilmek” bunu gerektirmektedir.
Teori de bu feragate, feda iradesine muhtaçtır. Oraya
öznel, kişisel kimliği ile girmek mümkün değildir. Teori, bu kimlikleri daha
eşikte eritmektedir. Sadece kişiye has, biricik olan öznel hayattan çıkılıp
kolektif tarihsel ve toplumsal olana giriş yapılmaktadır. Bu girilen yerde
politik olan, politika yapılacak alan, politikanın vuracağı zaman
görülebilmektedir. Bu teori, saf, kendinden menkul teori değil, politik
teoridir.
Politik olan, politikanın gerçeğine dönüştürülmüş bir
teori içinde ele verir kendisini. Bu anlamda, zaten devrimden ya da politikadan
kaçışın, onlara dönük küfrün içinde küflenen bir teorinin politik mücadeleye
sunabileceği bir şey yoktur. Politik teori, “dar, sınırlı, görece, kısmî ve
parçalı” bir teoridir.
Politika, kafanın içinde başlayıp gene orada biten bir
sürece indirgenmemelidir. Gerçekte politika, bu tip kafaları parçalamalıdır.
Rahat, huzurlu bir oda olarak biçimlenen bu tür kafaların ürettiği teorinin ne
teorik faaliyete ne de politik mücadeleye katkısı olur.
Politikayı teorinin geçmişten gelen tortusundan
kurtarmaya yeltenenler, kaş yapayım derken gözü de çıkartmakta, teorik
işlemleri uyarınca politikleşmiş teoriyi de çöpe atmakta, esasta saf teoriyi
politikadan kurtarmaktadırlar. Politikayı anın kaotik niteliğine fırlatıp
attıktan sonra bu kaosu ortadan kaldırma gayreti içine girmektedirler. Yani,
“kaos ne güzel, ne verimli, orada olmak lâzım” diyenler, bir süre sonra kaosu
ezmek için çabalamaktadırlar. Kaosu sömürenler, onu ezmenin yolunu döşemekte,
bu işlemin gerçek sahiplerinin sınıfsal-politik niteliğini
unut(tur)maktadırlar.
“Allah” ve “Madde”
Gerçek maddenin politika derdi olmadığından, orayla
tanımlı politikanın da politika olduğu şüphelidir. Allah’çılık gibi maddecilik
de politikaya alan açmaz. Bu ikisi, esasta politika dışı ve karşıtı bir
düşüncenin ürünüdür. Liberalizm için düz, pürüzsüz çarşaf kafasının içinde,
faşizm içinse dışındadır.
Allah’çı, kendini Allah’ın yegâne muhatabı, maddeci
ise kendisini yegâne madde zannediyordur. Bu bütünlüğün bozulmaması için ya
politikaya uzak durulmalı ya da ona karşı savaşılmalıdır. Çünkü politika,
parçalılığı, parçalanmayı, kesintililiği, faniliği, sınırlılığı ve yıkımı
çağrıştırır. Bu çağrışımlar silsilesi içinde politika, Allah’çı ve maddeci için
tehditkârdır.
Allah’çılar (Allah yerine, sınıf, parti, örgüt vs.
konulabilir) zaman okunun kendi zaferini ve hâkimiyetini işaretlediğini
düşünürler. Bu yönüyle zamansal akıştaki kesintide var olan politika, onlar
için mülkiyete yönelik bir saldırıdır.
Mülkiyetine aldığı Allah (ve diğerleri) kendi
öznelliği şahsında ezelî ve ebedî olmalı, politik bir müdahaleye maruz
kalmamalıdır. Oysa “Allah” da politik bir müdahalenin adıdır. Bu yönüyle Allah’çılar,
politika dışı ve karşıtı olurlarken, öncelikle yaslandıkları Allah’ın tarih ve
toplum üstü yüce bir varlık olduğunu herkese kabul ettirmek zorundadırlar. Bu,
onlar için politikanın kendisidir. Oysa politika, belli bir dönemde zâlimlerin
Allah’ına karşı kendi ait olduğu Allah’ı çıkarmaktır.
Solun Allah’ları, bir dizi tarihsel önder, parti,
sınıf ya da harekettir. Belli bir durum ve dönem dâhilinde politik olmuş bu
unsurların tüm zamana ve mekâna yayılması, tarihte ve toplumda yaşadıkları
kırılmaların, dönüşümlerin, sıçramaların görülmemesi ve onların her fiilî durum
ve dönemin tek mutlak iktidarı ilân edilmeleri, solun apolitizmin ve
antipolitizmin batağında boğulmasına sebep olmaktadır. Solun kimi kesimleri,
başka güçlerin yardımıyla, bu bataklıkta nefes almayı sürdürmektedirler. Kürt
hareketi, AB hareketi, kısmen milliyetçilik ve Müslüman hareket bu amaçla
istismar edilen dinamiklerdir. (Örneğin Kürt kuyrukçuluğu, solun belli bir
bölümünün tâbi olduğu apo’litizmin genel adıdır.)
Filler ve Çimen
Liberalizm teslimiyetçidir. Kitlelerin pratik içinde
dünyaya teslim olma hâllerinin ideolojik karşılığıdır. Bir tür doğaya tabiyet
fikri üzerinden biçimlenen “toplum sözleşmesi” ile aynı kökü paylaşır. Burada
doğa, mekanik ve kusursuz bir güçtür. Burjuvaziyi güçlendiren devrimlerin
sonrasında hep bir ağızdan edilmiş verili gerçeğe bağlılık yeminidir. Bu
anlamda Türkiye solunun liberal yüzü Kürt hareketi, AB hareketi ve yurtseverlik
ekseninde verili gerçeğe bağlanmıştır.
Filler tepişmekte, olan alttaki çimene olmaktadır. Bu
üç liberalizm kendi arasında atışmakta, şefler yer kapma ve daha iyi liberalizm
yapma kavgasına tutuşmakta, kadrolar, bu şeflerin acenteleri, taşıyıcıları
olarak, apolitizmin içinde boğulmaktadırlar. Sonuçta geldikleri yeri, kendisini
politik ve devrimci kılan gerilimleri silen bu acenteler, burjuvazinin istediği
mânâda tam bireyler olmakta, politik piyasadan öğrendiklerini para ve meta
piyasasında satmaya başlamaktadırlar. Eskiden örgütünün afişlerini hazırlayan
üyeler reklâmcı, ideoloji pazarlayanlar pazarlamacı, ara örgütler inşa edenler
şirket yöneticisi olmaktadırlar.
Bizim sorunumuz, sol içinde işleyen devrimci, sınıfsal
mücadelede bu şeflere güvenmemiz, onların orta sınıf niteliklerine alışmamız ve
giderek bu niteliği üstlenmemiz, sonuç olarak da sözkonusu mücadelede sürekli
mağlup olmamızdır.
Bizim sorunumuz, belli güç ilişkileri içinde
biçimlenen solun ideolojik, teorik ve politik haritasını kabul etmemiz, buraya
koşulsuz dâhil olmak istememiz, bu istek üzerinden orta sınıfın silâhlarını
olduğu gibi kullanmamız, devrimin içimizdeki sesini sürekli boğmamızdır.
Bizim sorunumuz, teori ve pratiği kendi şahsında
birleştirdiğini söyleyen yalancı şeflerin peşine düşme kolaycılığına
kapılmamızdır. Bunu çözmek için basitten karmaşığa doğru ilerlemek, evde,
odada, kendi başımıza okuduğumuz kitaplardan çıkıp herkesle birlikte yaptığımız
bir teorik çalışmaya koşulsuz girmek, bu kolektif teorik faaliyeti
politikleştirmek gerekmektedir. Böylesi bir çaba, devrimcileri teorik
odaklardan, bürolardan, bilgiçlerden, masa başından, teorinin gizemli olduğu
yalanından, onun sadece bazı özel şahıslara açık olduğu yanılsamasından,
teoriye yukarıdan ya da aşağıdan bakmaktan kurtaracaktır.
Genel anlamıyla sol, sınıflar mücadelesinin iç
etkileri sonucu kendince sürece yayılmış bir devrim yaşamaktadır. Bu devrimin
koşullamasıyla solun eski ezberleri, alışkanlıkları, teorik dogmaları,
indirgemeleri, kendi özel sınırları ve öznelci sapmaları teoride ve pratikte
farklı saiklerle irdelenmektedir. Sol içi her kopuş, bir biçimde bu devrime
koşulsuz dâhil olma iradesini de içinde barındırır. Dolayısıyla, herkes
herkesin bildiğine muhtaçtır ve bu da tüm devrimcilerin, sosyalistlerin ve
komünistlerin birbirlerinden öğrenebilmelerini emreder.
Komünist, kendisine ya da kendi mülkiyetinde olduğunu
düşündüğü örgütüne, adam örgütlemez. Komünist, kendisini de dâhil ederek,
politik-devrimci mücadeleyi örgütler. Örgütçülük ise kendisinin de
örgütlenebileceğini unutmaktır. Bu nedenle “harmanlanma” ve “birlik” gibi
başlıklar üzerinden yürütülen tartışmalar boştur.
Öncelikli olarak yukarıda dillendirilen sol içi devrim
süreci örgütlenmelidir. Bu sürece kendimizi örgütlemek ve o süreci örgütlemek,
kitlelerin durumsal ve dönemsel örgütlenme momentlerinin koşulsuz içinde
olmamızı sağlayacaktır. Bu devrim süreci, her türlü konspirasyonu, öznelciliği,
benmerkezciliği, örgütçülüğü, kafa-kol edebiyatını, özel dünyaya kapanmayı,
rekabetçiliği, mülkiyetçiliği, her şeyin başı ve sonunun kendisi tarafından
tayin edildiğini söyleyen yalancıları, özcesi, tüm orta sınıf solculuğuna ait
pratikleri ezerek ilerlemektedir.
Kapanmak, durmak, dinlenmek, uzak durmak, seyretmek,
kaçmak, ters yöne doğru koşmak, kafa göz patlatmak, yağmurdan kaçıp doluya
tutulmak, Midyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak, üç koyup bir almaya
niyetlenmek, nemalanacak yerler belirlemek, sırtı pek tutmak, ne yârdan ne
serden vazgeçmek, artık geçersizdir.
Eren Balkır
2 Kasım 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder