Pages

05 Ekim 2008

Mahir Çayan'ın Diyalektik Devrimciliği

I
“Burjuvazi” sözcüğü, kaleyle çevrili şehir anlamındaki Latince “burgus” sözcüğünden geliyor. Arapçadaki “burc” da kaleyi ifade ediyor. Bu yönüyle burjuvazi, şehirde yerleşik olup, köylüyle (serfle) toprak ağalığı ve aristokrasi arasındaki sınıfa, yani kısacası, feodal dönemin orta sınıfına denk düşüyor. 
Burjuvazi, bu dönemde, halk isyanlarının kazanımlarının üzerine oturuyor, onları kendi hanesine yazıyor, onlara ideolojik, politik ve teorik manalar yükleyip, gelecekteki iktidarı için onları birer silâha dönüştürüyor.
Yeni dönemin, yani kapitalizmin orta sınıfları, özellikle masonlar, Yahudiler ve alt Hıristiyan mezheplerle örülü ara toplumsal katmanlar, zanaatkârlar, esnaf, küçük üreticiler ve meslek erbabı, burjuvazinin feodal dönemdeki bu silâhlarını devralıyor, onları kendi sınıfsal-politik çıkarları için kullanıyor. Ama Marx ve Engels diye iki Alman çıkıyor, İngiliz ve Fransız menşeli bu orta sınıf yönelimine, proletarya adına, elde kılıç saldırıyor. Marksizm, Sanayi Devrimciliği ile Fransız Devrimciliği arasına sokulan bir kama olarak biçimleniyor.
Küçük üretici ya da meselâ ayakkabı ustası, ürününü başından sonuna yönetiyor. Başı ve sonu o oluyor. Çivisini o çakıyor, derisini o boyuyor. Ama bir burjuva geliyor, ayakkabı fabrikası kuruyor, o fabrikaya işçiler alıyor, bu işçiler, ürünün başını da sonunu da görmüyorlar ve toplam işlemin sıradan bir bileşeni oluyorlar. Bu, fiilî toplumsal ilişkileri de belirliyor. Zanaatkâr, kendi esamisinin okunmadığını, hükmünün kalmadığını görüp isyan ediyorken, işçi, sınıfsallaşma gerilimiyle, genel isyana dâhil oluyor. Usta, adam yurduna konulmak, işçi, yeni yurdu emektaşlarıyla birlikte kurmak için kollarını sıvıyor.
Kapitalizmin burjuvalara da hükmeden genel seyrine karşı ara sınıflar, kimi tepki tarzlarına bir biçimde dâhil oluyorlar. Yeni dönemin orta sınıfı, feodal dönemin orta sınıfından, burjuvaziden ödünç aldığı silâhları kapitalizme yöneltiyor. Bu silâhlar, belli durum ve dönemlerde kapitalizmin genel seyrinden eti ve ruhu yaralanan burjuvaziye merhem oluyorlar. 
Tepki biçimleri üç alanda cereyan ediyor: dinî, millî ve sınıfî. Yeni orta sınıf ideolojisi, siyaseti ve teorisi, bu oluşumlarla birebir ilişki kuruyor. Kendi biricikliğine halel getirdiğini düşündüğü kapitalizme karşı gene burjuvazinin silâhlarıyla genel gidişata saldırıyor.
Marx ve Engels’in, genel anlamıyla marksizmin ilk oluşum evresi, feodaliteden akıp gelen fiilî devrimlerle hiçbir şekilde bozulmaya uğramadığı düşünülen orta sınıf siyasetine, ideolojisine ve teorisine elde kılıç saldırmakla biçimleniyor. İki yanı keskin, yani tutanı da kesen bu kılıcı bırakmak, marksizmi de bir tür orta sınıf ideolojisine, siyasetine ve teorisine terk etmek anlamına geliyor. Onu başlangıç noktası belirleyen, örneğin Marx’ı böylesi bir noktaya indirgeyen ideoloji de orta sınıf siyasetine kapaklanıyor.
Marx teoride, özelde bilimlerde belli bir başlangıç noktası belirleyerek oradan hareket edenleri alaycı bir üslupla eleştiriyor. Ama kimi marksistler, onu ve marksizmi de kendi biriciklikleri adına, kendi öznellikleri şahsında tekil-biricik özneye dönüştürüyorlar. Bu, şeytanı kapıdan kovup onu bahçe kapısından içeri almak anlamına geliyor. Tüm nesnellikleriyle karşılanması gereken dinî, millî ve sınıfî tepki biçimleri, bu hareketlerin önder konumlarına gelen orta sınıflar nezdinde ve onların biricikliğinde lime lime ediliyorlar. 
Orta sınıf, ayakkabıyı tek başına yapmak istediğinden, eylem sürecinde de başkalarına tahammül edemezken, örneğin mazlum bir dinin veya milletin proleterleşen kesimleri ve genelde işçiler, hep başkalarına muhtaç olduklarını bilerek hareket ediyorlar.
Dinî hareketin içine girip dincileşen orta sınıf, kendi dinini biricik addediyor, onu buradan alıp semavî bir boşluğa fırlatıyor. Millî hareketin içine girip milliyetçileşen orta sınıf, kendi milletini biricik addediyor, onu buradan alıp mitolojik bir başlangıç noktasına mahkûm ediyor. Sınıfî hareketin içine girip işçicileşen orta sınıf, kendi sınıfını biricik addediyor, onu buradan alıp kiliastik bir nihaî noktaya kilitliyor. Hiçbiri mülkiyet ilişkisi (kendinin olan din, millet ve sınıf) üzerinden düşünmeyi bırakıp (dine, millete ve sınıfa) âit olamıyor.
II
Türkiye’de Suphi geleneği, Şefik Hüsnü kırılması, ardından Suphi’nin maceracı olarak kodlanması, desantralizasyon ve “barış içinde bir arada yaşama” siyasetiyle burjuva siyasasına kul olma, komünist hareketin genel akışını veriyor. Süreklilik ve akış, teorik ve pratik olarak, gene masonik ve Yahudi aydınlarca gerçekleştiriliyor. 61’de TİP kuruluyor, önceleri aydın bir başkan istemeyen işçiler, buna mecbur kalıyorlar ve Aybar, parti başkanı oluyor.
Boran, Aybar ve Aren, TKP genel sekreteri Zeki Baştımar’ın örgütlediği kadrolar. Bu isimler, parti içinde muhalif kimi isimlerin TİP içinde siyaset yapmasına izin vermiyorlar. Daha doğrusu, Baştımar ve ekibi, Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı gibi isimleri içeren muhalif kesimi kendi inşa ettiği legal alanda istemiyor. Hiç partili olmamış, ama siyaseten ve ideolojik olarak yedekte duran Doğan Avcıoğlu da bu ekibe dâhil oluyor ve altmışlar, sağ TKP ile sol TKP’nin kavgasına şahit oluyor. 
Gençliğin kopuşu, pratikte ve teoride, bu iki kanadın devrimci eleştirisi ile gerçekleşiyor. Aybar-Boran-Aren çizgisi ile Avcıoğlu-Belli-Kıvılcımlı çizgisini dikine kesen devrimci bir hat çıkıyor: Deniz-Mahir-İbrahim. Gençlerin kopuşu (hurucu) sadece düzenden değil, onun yedeğine, vicdanî eleştiriciliğine çekilmiş Sovyet tipi KP’lerden de kopuşu ifade ediyor.
Bu kopuşun devrimciliğinin iç diyalektiği, doğrudan Mahir’in teori ve pratiğinde ifadesini buluyor. Kendisini “proleter sosyalist” olarak kodlayan Mahir, ülkedeki sınıf mücadelelerinin üniversite kampüslerinde ve gençlik hareketi içinde yansıyan devrimci politik sürecin “proletarya”sı içinde örgütleniyor. Her iki çizgi ile verdiği teorik mücadelede belirgin bir sınıf kini ile hareket ediyor. Mahir, o günün marksizminde devrimci sınıfın politik öfkesini ve bilincini ifade ediyor.
Mahir’in devrimciliği, diyalektiğin, verili gerilim, çelişki ve çatışmaların somut maddî seyri olarak vücut buluyor. O gerilimi, çelişkiyi ve çatışmayı kendi huzurlu yuvalarında aklîleştirenlere, sakinleştirenlere, etkisizleştirenlere ya da donduranlara karşı diyalektiğin kendi imiş gibi cevap veriyor. O, her iki çizginin kavgası içinde oluşmuş düğümü kesip atıyor.
Mahir’i, bu yönüyle, içeriden ya da dışarıdan Latin Amerika solculuğuna kilitlemeye çalışanlar, onun burada yaptıklarını etkisizleştirmek, ehlileştirmek niyetiyle hareket ediyorlar. (Aynı tespit, İbrahim ve ona giydirilen dar maoist gömlek için de geçerli.) 
Mahir’in diyalektik devrimciliği, öznelcilikten, benmerkezcilikten ve örgütçülükten azade bir seyir izliyor. Kızıldere, bunun en önemli göstergesi oluyor.
III
Diyalektik eşitlikle (ahlâk: iç hukuk), maddîcilik özgürlükle (hukuk: dış ahlâk) ilişkili. Diyalektik maddîcilik, burjuva patentli eşitlik-özgürlük kurgularını, yalanlarını parçalamadıkça teoride alan bulamıyor. Özneler, işlerine geldiği biçimiyle, eşitlikçi ya da özgürlükçü olup bir kovuğa yerleşiyorlar. İki şeyin yan yana gelip aynı maddî alana oynamakla belirli bir çatışma sürecine girmesini, maddiyat koşulluyor. Maddeden bağımsız diyalektik, diyalektikten azade maddîlik olmuyor. Bu ön tespit, marksizmin, ruh ya da düşünce yerine madde koyarak, aynı idealizmi arka kapıdan sokmamasını güvence altına alıyor. Marksizmin bir orta sınıf ideolojisine dönüşmesini, onun belli bir diyalektikten ve maddîlikten azade var olup düzene teslim olmasını ya da belli sınıfsal siyasetler arasında arabuluculuk yapmasını engelleyecek sigortaları temin etmenin tek bir yolu bulunuyor: diyalektik devrimcilik, yani maddiyatın belli durumlara müdahale edilerek devrimcileştirilmesi.
Diyalektikçi olmakla diyalektik olmak ya da maddîci olmakla maddî olmak, farklı şeyler. Diyalektikçilik arabuluculukla, maddîcilik ise teslimiyetle sonuçlanıyor. Arabuluculuk ve teslimiyet, birbirilerini süreçte tamamlıyor. 
Maddenin kaotik niteliğinden kaçıp diyalektikçi, kendi eşit düzlemini muhafaza etmek için paralel, eski dünya algısındaki tepsi misali, düz bir maddiyat tasavvur ediyor; bu tasavvur, maddîcinin vatanı oluyor ve oradaki huzura teslim oluyor.
Devlet ve burjuvazi, birlikte ya da ayrı olarak, sola saldırıyor. Bu saldırı, solda bazen arabulucu, bazen de teslimiyetçi tepkilerin verilmesine, zamanla bu tepkilerin kurumsallaşmasına sebep oluyor. Devletin ve burjuvazinin sınıfsal-politik saldırılarına karşı sol, doğası gereği, belli bir sınıfsal-politik cevap üretiyor, ancak bu cevap, örgütlerin bekası, kendini savunma refleksleri içinde eriyip gidiyor.
Saldırı sonunda sağ salim çıkmak için bazen maddiyat, bazen de diyalektik askıya alınıyor ve arabuluculuk ya da teslimiyetçilik, genel siyasetin adı oluyor. Örgüt bekası ile kendi yaşamsallıkları arasında doğal, organik ilişki bulunan şefler, düşmanın saldırısına karşı solun içinde adsız, sözsüz verilen sınıfsal-politik cevabı içeride boğuyorlar ve bu cevabın sol dâhilinde devrimci bir sonuç üretmesine mani oluyorlar.
Sol içindeki sınıflar mücadelesinden daima orta sınıflar galip çıkıyorlar. Bu da bütünleyici ve parçalayıcı kolektif faaliyeti akamete uğratıyor. Sol denilen olgu, gerisin geri, ana rahmine dönüyor, kendisinin döllendiği altmışların diliyle konuşuyor ve bu üç devrimci genç önderin kopuşlarını anlamsızlaştırıyor. Onların sınıfsal, devrimci faaliyeti by-pass edilip, tekrar altmışların dünyasına hapsolunuyor. Sol, kendi öznelci çıkarları adına, kendisini millî ve dinî olana yabancılaştırıp, onlar içinde devrimci bir hat açmayarak ve demokrasi marketinde duran özel bir mamul niyetine kendisini satarak var olabileceğini zannediyor.
Sol, sadece temsiliyetlere bakıyor, birebir, öznelerarası muhataplığa kul oluyor. Bu, kendisinin bir biçimde örgütlemeye çalıştığı tarihsel-toplumsal kesimleri de aynı anlayışla görmesini getiriyor. Bu temsiliyet anlayışı, ister istemez, burjuva siyaset anlayışına bağlanıyor. Teslimiyet, kendi temsiliyetini buluyor. 
Solun iç sınıfsal devrimini gerçekleştirip bu fasit daireyi kırması için kendi rahmini, altmışları, TİP’i ve onun teorik/pratik zemini TKP’yi parçalaması tek koşulmuş gibi görünüyor.
IV
Mahir’in diyalektik devrimciliği, teoride “devrimci diyalektik”le mümkün olabiliyor. Bu olmadığında Mahir, dikine devrimci bir hat çekerek eleştiriye tâbi tuttuğu altı isimlik iki ayrı teorik ve politik hatla paralel düzleme yerleştiriliyor ve bu da onun diğer altı isimle yatay ilişki kurmasını koşulluyor. Mahir’in devrimciliğinin diyalektik niteliği, belli maddî çıkarlar adına askıya alınınca, onun iki hattı dikine kesen seyri yatay düzleme yerleştiriliyor ve bu, sözkonusu devrimciliğin tarihsel anlamda yaptıklarının içini boşaltıyor: biraz Mahir, biraz Kıvılcımlı ya da biraz Mahir, biraz Boran vs… Bu formüllerin fiilî geriliminden kaçanlar ise ülke dışından esen rüzgârlara saçlarını bırakıyorlar. Oysa üç genç önderin, özellikle Mahir’in sağ ve sol TKP ile savaşarak marksist devrimci özgün bir hat açtığı ve bu hattın gelecekteki devrimin ayak izlerini açığa çıkarttığı görülmüyor. Görmeyenlerin sınıfsal-politik nitelikleri sorgulanmayı bekliyor.
Yol tasavvurunda psikolojik ve teorik bir maraz mevcut: sorunlar, sanki o yol üzerinde bir tümsek gibi karşılanıyor, her şeyi ile sorunsuzluğu temsil eden yol, zamanla bu yanılsamayı kitleselleştiriyor. O, sadece kendi toplumsal-tarihsel çelişkilerinden kaçıp, kendilerine güvenli sığınaklar arayanların hayat planı hâline geliyor. Burada sınıfsız-sınırsız, çelişkisiz bir seyir hayat vaat ediliyor. Yol tasavvuru, esasında Mahir’i bir tümsek olarak görüp aşıyor, onun devrimini metafizik âleme fırlatıp atıyor.
Yol tasavvuru, belirli bir başlangıç noktasını ve öznesini de ön gerektiriyor: bu Deniz, Mahir ya da İbrahim oluyor, ama onlar, yolun her kesintisinde geriye doğru parçalanıyorlar, eziliyorlar, istismar ediliyorlar ve geçersizleştiriliyorlar: her yolculuk, kendi içinde başka bir yolculuk barındırıyor. Her yol soyutlaması, alttaki aslî güzergâhı gizliyor, bu güzergâh, sorunsuz, düz, kesintisiz, çelişkisiz bir sürecin sınıftan-sınırdan münezzeh özneleri olduğunu zannedenlerin yolu oluyor. Bu yolda Mahir Mahir’likten, Deniz Deniz’likten, İbrahim İbrahim’likten çıkıyor ve özel mabetlerin köşesine yerleştirilmiş ikonalara dönüşüyor. Kurumsal kilisenin hükümdarlar adına İsa ve havarilerinin komünal hayat tarzları dâhilinde somutladıkları teorilerini toprağa gömmesi gibi, bu isimler de kurumsallığa kurban ediliyorlar.
Mahir’in diyalektik devrimciliği, ortaya vurup süreci parçalıyor, Mahir’ciler içindeki ana eğilim ise onun maddiyatını ruhanî, diyalektiğini metafizik bir alana fırlatıp orta yolcu oluyor. Mahir, Marx misali, altmışlardan yetmişlere geçişte orta sınıf siyasetine kılıç sallıyor, ancak onun izinden gittiğini söyleyenlerin önemli bir kısmı, o kılıcı orta sınıfların eline teslim ediyor ya da kitleyle bu sınıfsal kesimler arasında arabuluculuk yapıyor. Bu da TİP ve TKP siyasetinin geriye dönüşsüz olarak devrime uğratılmasına mani oluyor. Salt belli kesimlerin temsilcisi olmaya indirgenen bir tür siyaset zuhur ediyor. Halk da bu şekilde kompakt bir “özne” nesne statüsünde tanımlanıp bireyin mecazı olarak kullanılıyor, buradan da yeri geldiğinde devlete, yeri geldiğinde demokrasiye âlet ediliyor. Halkçılık döne dolaşa liberalizmi yeniden üretiyor.
Mahir, diğer genç önderler gibi, “TİP”teki hayâlî, sahte kurguya saldırıyor. Aydınlar, gençlik ve işçi sınıfı (halk) arasında kurulduğu varsayılan yanılsamalı dengeyi önemli ölçüde gençlik hareketinin burjuva temsiliyetine, özgül varlığına vurarak bozuyor. İlgili denge içinde gençliğin kireçleşmesine bu şekilde mani oluyor.
Burada kılıcını öncelikle orta sınıf siyasetinin temsilciliğine soyunmuş olan aydınlara vuruyor. Bu, marksizmi doğrudan halkla, sınıfla baş başa bırakmanın yöntemi olarak somutlanıyor ve Türkiye marksizmi masa başında, kapalı kapılar ardında değil, somut mücadele alanında devrimci anlamda özgülleşme imkânı buluyor.
Gençlik hareketinin devrimci harekete doğru sıçraması bu sayede oluyor. Ama sonrakiler, onları yeniden sağ ve sol TKP’nin TİP içinde ve dışında kurdukları okul dersliklerine oturtuyorlar. Diğer bir eğilim ise onları Çin, Küba ve Arnavutluk menşeli okullara sokmak oluyor.
V
Türkiye solu denilen özgül varlığın toplum ve tarih içi, doğal sınırları olmalıdır. Her ne kadar şu veya bu biçimde tarih, toplum ve doğa dışı olduğu zannıyla hareket eden bileşenleri varsa da bu, gerçeği değiştirmez. Sözkonusu zannın da gerçeği değiştiren bir yanı yoktur, sadece bu zannın, gerçeğin dönemsel değişimlerine ayak uydurmasından söz edilebilir.
Türkiye solunun bir sınırını Kürt hareketi, diğer sınırını Müslüman hareket, diğer bir sınırını ise AB siyaseti çiziyor. Bu üçüne ayrı ayrı ya da bütünlüklü bir saldırı içinde kendi solunu tarif edenler, ister istemez kendilerini kemalizme, oradan da Fransız Devrimciliğine bağlıyorlar. Bunun görece mutlak bileşkesi altmış solculuğu oluyor ve sol, ana rahmini hiç mi hiç parçalamıyor. Ancak bu kadar dirence rağmen bahsi geçen sınırlar, solu daha fazla kendi içine büzüyor. 
Her kabuk, kendi içine doğru büyüyor. Bu kabuk, sömürü ve zulme karşı mücadele ile parçalanmayı bekliyor. Bu noktada solun birilerinin nazarında gerçek olduğunu zannettiği özgül varlığından hukukî ve ahlâkî manada vazgeçmesi gerekiyor. Bu da onun kendi ana rahmini parçalaması ile mümkün. Latin Amerika ya da kısmen (Orta)doğu edebiyatı ile bu zorunluluk görmezden geliniyor, ama zorunlu adımlar kendilerini her dönem hissettiriyorlar. 
Sol, kendi özgül varlığının sınırlarını birilerine göre çizerken, o varlığın sınıfsal niteliğini de sorgulamak zorunluluğu ile yüzleşiyor. Sorgulamadığı noktada neyin “sol”u olduğunu göremiyor. Yatıp kalkıp “sosyalizm”, “işçi sınıfı”, “ezilenler”, “halk” ya da “örgüt-parti” ile düşünmek, onu kurtarmıyor.
Solun önder yapısı, teorik ve pratik düzlemde sınıfsız ve sınırsız, soyut bir özne imiş gibi davranıyor. Yukarıdaki sınırları aşma iradesi gösterenler, belli bir sınıfsallıkla hareket ediyorlar ve bu hareket, daha çok orta sınıfların güdümünde biçimleniyor.
Sol denilen gövdenin sınırlarını genişletmek için sınırın öte yanıyla muhabbet kurma niyetinde olanlar da aynı dertle hareket ediyorlar. Solu bitmiş, tamamlanmış, granit, su sızdırmaz, tam bir özne olarak tasavvur eden bu kesimler, kendilerini sınırladıkları bu üç unsurla kavgalı ya da onlarla çift dinlilik yaparak uzlaşma yolları arıyorlar.
Oysa aradaki sınırların sınıfsal temeli, seyri, niteliği incelenmeli, sorgulanmalı. “Biz iktidar olursak Kürtlerle barış olur, Müslümanlar bireysel vicdanları ile Allah'larını bulurlar ve ülke, bizim sayemizde AB’ye girer.” türünden kripto niyetlerle bir yere varılamaz. “Bu sınırlar biz varız diye var” ön tespiti ile tüm sürece, o sınırların seyrine, başlangıcına ve bitim noktasına kendisini dayatmasının bir anlamı yok.
Sol, kendi öznel sınırlarına saldıranların sınıfsallığına tâbi. Bunlar, her daim özgürlük timsali olmuş laik özneler. Dolayısıyla, solun kendi “iç” sınıfsal devrimi ile hakiki, kolektif sınırlarını görmenin yollarını bulmalı. Bu devrim, belli bir örgüte, kişiye, dergi bürosuna ya da yayına bağlı bir durum değil. Sol, gelecekteki devrimin seyrini içinde duyuyor, yaşıyor olmalı. Devrim gökten zembille inmeyecekse bu “iç” devrim hakikat olmalı. Devrimciler, hakikatin savaşçılığını yapmalılar.
Bu hakikatin kimi boyutları Kürtlerde ve Müslümanlarda görülebilir. Onların vurdukları yerler, solun iç sınıfsal mücadelesi ile göreceği sınırları ele veriyor.
Solun sınırlarını muhafaza etmek isteyenle, o sınırları aşmak isteyen, aynı yerde duruyor. Sınırlarla tanımlı siyaset, sömürüyü ve sınıfı unutuyor, sınıfsallaşma eğilimlerini törpülüyor. Bu anlamda o sınırlardaki cereyan eden sınıflar mücadelesinin “burjuva” tarafına hizmet ediyor.
Her fiilî durumda “sol diye bir şey yok!” diye bakılmalı ve eyleme geçilmeli. Kamuoyuna ya da solun bütününe seslenen ideolojik gevezeliklerin politik-devrimci sonuçları olmadığı görülmeli. Öznel faaliyet, salt politik ve devrimci olanda tanımlı kılınmalı. Politikanın ve devrimciliğin teorik ve pratik imkânları verili sol denilen şeye göre belirlenmemeli. Bu imkânlar, sol-sağ ayrımının oluştuğu tarihsel-toplumsal momentleri nesnelleştirecek teorik ve pratik faaliyetle görülebilmeli.
Solun gördüğü yerde politika ve devrimcilik yok, bu görü, kısmen sınıfa, kısmen devrime, kısmen de iktidara kör. Bunlar arasında uygun, masa başı kombinasyonları kurmanın anlamı kalmadı. Öncelikle solun bu üç unsuru ayrı zaman ve uzamlara fırlatan niteliği sorgulanmalı. “Sınıf partisi”, “devrim partisi” ya da “iktidar partisi”, solun bu burjuva politik ve devrimci gerçeğinde oluşmuş hipermarketinde basit bir reyon olmanın ötesine gidemez. Ayrı ayrı ya da bütün olarak “sınıf, devrim ya da iktidar benimle başlar ve biter” diyen solun bileşenleri, her şeyden önce kuru ideolojik laf yığınlarıdır ve asla proleter anlamda politik ve devrimci değildirler.
VI
Köylülük, sunî denge, öncü siyaset gibi Mahir’in alâmet-i farikası olan unsurlar devrimcidirler, ama Mahircilik başlığı altında köylücüleşmek, sunî dengecilik ve öncücülük, eni sonu apolitiktir ve devrimcilik dışıdır.
Genel seyir itibarıyla Mahir’e ait bu unsurlar, kopuşu belirginleştiren bileşenler. Köylülük vurgusu, Lenin’le başlayan, sınıflar mücadelesinin politik, ideolojik ve teorik tezahürlerini fabrika duvarlarının dışında karşılama iradesi Mahir’de somutlanıyor. Sunî denge, toplumsallığını toplumculuğa indirgeyen eski solun hatasını devrimcileştiriyor ve söz konusu toplumsallığın dönüşmesini sağlıyor. O zamana dek dışsal, yabancı birer unsur olarak kurgulanan emperyalizmin ve devletin toplum içindeki etkilerine mesafe alınmasını koşulluyor. Halkın şiddet aygıtlarını kendi içinden üretebilmesinin imkânlarını araştırıyor. Taşıma suyla değirmen döndürülmüyor ve o şiddet aygıtları bilfiil örgütleniyor. Öncü siyaset ise halkın kendi gücünü iktidar mücadelesine teksif edecek hattın oluşmasına katkı sunuyor. Halka ya da sınıfa önsel, mutlak, kendinden menkul uhrevî bir politiklik ve devrimcilik atfedilmiyor, onların öne doğru çıkardığı politik ve devrimci kolun siyasî ve ideolojik alana müdahale etmesi sağlanıyor.
Mahir, basit tercüme yanlışlarını sorgularken bile, sınıfsal bir güç olarak hareket ediyor. Bu, onun teorinin, kendi pratiğine paralel biçimde, adsız, sözsüz, kolektif, ezelî ve ebedî niteliğine dâhil olmanın kavgasını verdiğini gösteriyor. Mahir, tercümelerdeki öznelci rötuşların hesabını sorarak, teorinin herkese açık hâle gelmesi için uğraşıyor, entelektüel mastürbasyon yapmak için değil! (“Çünkü biz, marksizmi entelektüel gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için okuyup öğrenmiyoruz. Biz, dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiye’sinde devrim yapmak için marksizmi öğreniyoruz.” (Mahir Çayan) “Dünyanın Türkiye’si” ifadesi bile, başı sonu net belli olmayan dünyanın Türkiye kesitine koşulsuz dâhil olan bir devrimciliği anlatıyor. Bu, kimi milliyetçi, kemalist Türkiyeciliklere, Türkiye merkezli bölge ve dünya anlayışlarına karşı onu şerbetliyor.)
Mahir, “barışçıl” yöntemlerle “savaşçıl” yöntemleri karşı karşıya getirenlerin oportünist olduklarını söylüyor. Bugün ise millet, birbirini bu karşıtlığı önkabul üzerinden karşı tarafta olmakla eleştiriyor. Toplumsal devrimcilerle politik devrimciler, karşı karşıya geliyorlar. Tarihte güçlü dayanakları olanlarla toplumsal bağları olanlar çatışıyorlar. Doğucularla batıcılar birbirlerini yiyorlar.
Marx'çılarla Lenin'ciler, Stalin, Mao ve Che bağlamında birbirlerini eleştiriyorlar. Politik devrimi ve toplumsal devrimi ayrı ayrı düzlemlerde, metafizik âlemde, uhrevî boyutta kuran ve kendisine kapatan, girişi kendisinin verdiği izne tâbi kılan özneler, kendi koltukları için kavga ediyorlar. İki ekibin kavgası, politikleşen dinamiklerin toplumsallığını, toplumun belli kesimlerinin politikleşmesini çöpe atıyor. Kısacası, bir taraf politikayı, diğer taraf toplumu kendisine kapatıyor.
Her ikisinin politik-devrimci ayrışması ve farklı bir düzlemde kolektivize edilmesi noktasında, Mahirler önemli bir miras bırakıyorlar. Sağ ve sol oportünizm ile ilgili olarak yaptığı ayrımın da gösterdiği üzere, öznelciliğin ve nesnelciliğin devrimci-politik hareketin karşısında tel tel dökülmesi gerekiyor.
Mahirler, bir avuç gencin isyanını aşan nitelikte, marksist devrimci bir faaliyet yürütüyorlar. Onları dar anlamda gençlik hareketi başlığı altında inceleyip çöpe atanların, hâlâ onların mirası ve fiilî devrimciliği ile nefes alabildikleri görülüyor.
Kopuş devrimcidir ama kopuşçuluk, o kopuşun devrimci etkisini ve niteliğini siler. Mahirler, kopuşçuluk edebiyatı ile koptukları yere yeniden bağlanmakta ve orada boğulmaktadır. Salt kendi öznelliğini pragmatik, oportünist bir üslupla korumaya, bu koruma siyasetini tüm sola mal etmeye çalışma, solun sınırlarını verili hâliyle kabul etme ya da onu kendi öznelliği adına aşıp sınır ötesindeki unsurları istismar etme, Mahir’in devrimciliğinde yazılı olan şeyler değildir. Politika, hele ki devrimci politika, sorumluluk, elini taşın altına koyma meselesiyse -ki Mahir'lerin hiçbir şey değilse bile öğrettiği bu olmalı- sınırların muhafazasına ya da öznenin bekasına kilitlenip o sınırların aşılarak sınırötesi operasyonlar yapılması, sadece kendinden menkul, kendine mesul, kendi evinin önünü süpüren, “kendine Müslüman” birey-özneler üretilmesi, apolitiktir, hattâ sürdürüldüğü takdirde antipolitiktir.
Bizi bugün böylesi bir apolitizmden ve antipolitizmden kurtaracak olan, Mahirleri de kesip bugüne gelen proleter devrimci akıl ve iradedir.
Eren Balkır
5 Ekim 2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder