“Burjuvazi” sözcüğü, kaleyle çevrili şehir
anlamındaki Latince “burgus” sözcüğünden geliyor. Arapçadaki “burc” da kaleyi
ifade ediyor. Bu yönüyle burjuvazi, şehirde yerleşik olup, köylüyle (serfle)
toprak ağalığı ve aristokrasi arasındaki sınıfa, yani kısacası, feodal dönemin
orta sınıfına denk düşüyor.
Burjuvazi, bu dönemde, halk isyanlarının
kazanımlarının üzerine oturuyor, onları kendi hanesine yazıyor, onlara
ideolojik, politik ve teorik manalar yükleyip, gelecekteki iktidarı için onları
birer silâha dönüştürüyor.
Yeni dönemin, yani kapitalizmin orta sınıfları,
özellikle masonlar, Yahudiler ve alt Hıristiyan mezheplerle örülü ara toplumsal
katmanlar, zanaatkârlar, esnaf, küçük üreticiler ve meslek erbabı, burjuvazinin
feodal dönemdeki bu silâhlarını devralıyor, onları kendi sınıfsal-politik
çıkarları için kullanıyor. Ama Marx ve Engels diye iki Alman çıkıyor, İngiliz
ve Fransız menşeli bu orta sınıf yönelimine, proletarya adına, elde kılıç saldırıyor. Marksizm, Sanayi Devrimciliği ile Fransız Devrimciliği arasına sokulan
bir kama olarak biçimleniyor.
Küçük üretici ya da meselâ ayakkabı ustası, ürününü
başından sonuna yönetiyor. Başı ve sonu o oluyor. Çivisini o çakıyor, derisini
o boyuyor. Ama bir burjuva geliyor, ayakkabı fabrikası kuruyor, o fabrikaya işçiler alıyor, bu işçiler, ürünün başını da sonunu da görmüyorlar ve toplam işlemin
sıradan bir bileşeni oluyorlar. Bu, fiilî toplumsal ilişkileri de belirliyor.
Zanaatkâr, kendi esamisinin okunmadığını, hükmünün kalmadığını görüp isyan
ediyorken, işçi, sınıfsallaşma gerilimiyle, genel isyana dâhil oluyor. Usta, adam
yurduna konulmak, işçi, yeni yurdu emektaşlarıyla birlikte kurmak için kollarını
sıvıyor.
Kapitalizmin burjuvalara da hükmeden genel seyrine
karşı ara sınıflar, kimi tepki tarzlarına bir biçimde dâhil oluyorlar. Yeni
dönemin orta sınıfı, feodal dönemin orta sınıfından, burjuvaziden ödünç aldığı
silâhları kapitalizme yöneltiyor. Bu silâhlar, belli durum ve dönemlerde
kapitalizmin genel seyrinden eti ve ruhu yaralanan burjuvaziye merhem
oluyorlar.
Tepki biçimleri üç alanda cereyan ediyor: dinî, millî ve sınıfî.
Yeni orta sınıf ideolojisi, siyaseti ve teorisi, bu oluşumlarla birebir ilişki
kuruyor. Kendi biricikliğine halel getirdiğini düşündüğü kapitalizme karşı gene
burjuvazinin silâhlarıyla genel gidişata saldırıyor.
Marx ve Engels’in, genel anlamıyla marksizmin ilk
oluşum evresi, feodaliteden akıp gelen fiilî devrimlerle hiçbir şekilde bozulmaya
uğramadığı düşünülen orta sınıf siyasetine, ideolojisine ve teorisine elde
kılıç saldırmakla biçimleniyor. İki yanı keskin, yani tutanı da kesen bu kılıcı
bırakmak, marksizmi de bir tür orta sınıf ideolojisine, siyasetine ve teorisine
terk etmek anlamına geliyor. Onu başlangıç noktası belirleyen, örneğin Marx’ı
böylesi bir noktaya indirgeyen ideoloji de orta sınıf siyasetine kapaklanıyor.
Marx teoride, özelde bilimlerde belli bir
başlangıç noktası belirleyerek oradan hareket edenleri alaycı bir üslupla
eleştiriyor. Ama kimi marksistler, onu ve marksizmi de kendi biriciklikleri
adına, kendi öznellikleri şahsında tekil-biricik özneye dönüştürüyorlar. Bu,
şeytanı kapıdan kovup onu bahçe kapısından içeri almak anlamına geliyor. Tüm
nesnellikleriyle karşılanması gereken dinî, millî ve sınıfî tepki biçimleri, bu
hareketlerin önder konumlarına gelen orta sınıflar nezdinde ve onların
biricikliğinde lime lime ediliyorlar.
Orta sınıf, ayakkabıyı tek başına yapmak
istediğinden, eylem sürecinde de başkalarına tahammül edemezken, örneğin mazlum
bir dinin veya milletin proleterleşen kesimleri ve genelde işçiler, hep
başkalarına muhtaç olduklarını bilerek hareket ediyorlar.
Dinî hareketin içine girip dincileşen orta sınıf, kendi dinini biricik addediyor, onu buradan alıp semavî bir boşluğa fırlatıyor.
Millî hareketin içine girip milliyetçileşen orta sınıf, kendi milletini biricik
addediyor, onu buradan alıp mitolojik bir başlangıç noktasına mahkûm ediyor.
Sınıfî hareketin içine girip işçicileşen orta sınıf, kendi sınıfını biricik
addediyor, onu buradan alıp kiliastik bir nihaî noktaya kilitliyor. Hiçbiri
mülkiyet ilişkisi (kendinin olan din, millet ve sınıf) üzerinden düşünmeyi
bırakıp (dine, millete ve sınıfa) âit olamıyor.
II
Türkiye’de Suphi geleneği, Şefik Hüsnü kırılması,
ardından Suphi’nin maceracı olarak kodlanması, desantralizasyon ve “barış
içinde bir arada yaşama” siyasetiyle burjuva siyasasına kul olma, komünist
hareketin genel akışını veriyor. Süreklilik ve akış, teorik ve pratik olarak,
gene masonik ve Yahudi aydınlarca gerçekleştiriliyor. 61’de TİP kuruluyor,
önceleri aydın bir başkan istemeyen işçiler, buna mecbur kalıyorlar ve Aybar, parti başkanı oluyor.
Boran, Aybar ve Aren, TKP genel sekreteri Zeki
Baştımar’ın örgütlediği kadrolar. Bu isimler, parti içinde muhalif kimi
isimlerin TİP içinde siyaset yapmasına izin vermiyorlar. Daha doğrusu, Baştımar
ve ekibi, Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı gibi isimleri içeren muhalif kesimi kendi inşa ettiği legal alanda istemiyor. Hiç partili olmamış, ama siyaseten ve ideolojik olarak yedekte duran
Doğan Avcıoğlu da bu ekibe dâhil oluyor ve altmışlar, sağ TKP ile sol TKP’nin
kavgasına şahit oluyor.
Gençliğin kopuşu, pratikte ve teoride, bu iki kanadın
devrimci eleştirisi ile gerçekleşiyor. Aybar-Boran-Aren çizgisi ile Avcıoğlu-Belli-Kıvılcımlı
çizgisini dikine kesen devrimci bir hat çıkıyor: Deniz-Mahir-İbrahim. Gençlerin
kopuşu (hurucu) sadece düzenden değil, onun yedeğine, vicdanî eleştiriciliğine
çekilmiş Sovyet tipi KP’lerden de kopuşu ifade ediyor.
Bu kopuşun devrimciliğinin iç diyalektiği,
doğrudan Mahir’in teori ve pratiğinde ifadesini buluyor. Kendisini “proleter
sosyalist” olarak kodlayan Mahir, ülkedeki sınıf mücadelelerinin üniversite
kampüslerinde ve gençlik hareketi içinde yansıyan devrimci politik sürecin
“proletarya”sı içinde örgütleniyor. Her iki çizgi ile verdiği teorik mücadelede
belirgin bir sınıf kini ile hareket ediyor. Mahir, o günün marksizminde
devrimci sınıfın politik öfkesini ve bilincini ifade ediyor.
Mahir’in devrimciliği, diyalektiğin, verili
gerilim, çelişki ve çatışmaların somut maddî seyri olarak vücut buluyor. O gerilimi, çelişkiyi ve çatışmayı kendi huzurlu yuvalarında aklîleştirenlere, sakinleştirenlere,
etkisizleştirenlere ya da donduranlara karşı diyalektiğin kendi imiş gibi cevap
veriyor. O, her iki çizginin kavgası içinde oluşmuş düğümü kesip atıyor.
Mahir’i, bu yönüyle, içeriden ya da dışarıdan
Latin Amerika solculuğuna kilitlemeye çalışanlar, onun burada yaptıklarını
etkisizleştirmek, ehlileştirmek niyetiyle hareket ediyorlar. (Aynı tespit,
İbrahim ve ona giydirilen dar maoist gömlek için de geçerli.)
Mahir’in diyalektik
devrimciliği, öznelcilikten, benmerkezcilikten ve örgütçülükten azade bir seyir
izliyor. Kızıldere, bunun en önemli göstergesi oluyor.
III
Diyalektik eşitlikle
(ahlâk: iç hukuk), maddîcilik özgürlükle
(hukuk: dış ahlâk) ilişkili. Diyalektik maddîcilik, burjuva patentli
eşitlik-özgürlük kurgularını, yalanlarını parçalamadıkça teoride alan
bulamıyor. Özneler, işlerine geldiği biçimiyle, eşitlikçi ya da özgürlükçü olup
bir kovuğa yerleşiyorlar. İki şeyin yan yana gelip aynı maddî alana oynamakla
belirli bir çatışma sürecine girmesini, maddiyat koşulluyor. Maddeden bağımsız
diyalektik, diyalektikten azade maddîlik olmuyor. Bu ön tespit, marksizmin, ruh
ya da düşünce yerine madde koyarak, aynı idealizmi arka kapıdan sokmamasını güvence
altına alıyor. Marksizmin bir orta sınıf ideolojisine dönüşmesini, onun belli
bir diyalektikten ve maddîlikten azade var olup düzene teslim olmasını ya da
belli sınıfsal siyasetler arasında arabuluculuk yapmasını engelleyecek
sigortaları temin etmenin tek bir yolu bulunuyor: diyalektik devrimcilik, yani
maddiyatın belli durumlara müdahale edilerek devrimcileştirilmesi.
Diyalektikçi olmakla diyalektik olmak ya da
maddîci olmakla maddî olmak, farklı şeyler. Diyalektikçilik arabuluculukla, maddîcilik ise teslimiyetle sonuçlanıyor. Arabuluculuk
ve teslimiyet, birbirilerini süreçte tamamlıyor.
Maddenin kaotik niteliğinden
kaçıp diyalektikçi, kendi eşit düzlemini muhafaza etmek için paralel, eski
dünya algısındaki tepsi misali, düz bir maddiyat tasavvur ediyor; bu tasavvur, maddîcinin vatanı oluyor ve oradaki huzura teslim oluyor.
Devlet ve burjuvazi, birlikte ya da ayrı olarak,
sola saldırıyor. Bu saldırı, solda bazen arabulucu, bazen de teslimiyetçi tepkilerin
verilmesine, zamanla bu tepkilerin kurumsallaşmasına sebep oluyor. Devletin ve
burjuvazinin sınıfsal-politik saldırılarına karşı sol, doğası gereği, belli bir
sınıfsal-politik cevap üretiyor, ancak bu cevap, örgütlerin bekası, kendini
savunma refleksleri içinde eriyip gidiyor.
Saldırı sonunda sağ salim çıkmak için bazen
maddiyat, bazen de diyalektik askıya alınıyor ve arabuluculuk ya da
teslimiyetçilik, genel siyasetin adı oluyor. Örgüt bekası ile kendi
yaşamsallıkları arasında doğal, organik ilişki bulunan şefler, düşmanın
saldırısına karşı solun içinde adsız, sözsüz verilen sınıfsal-politik cevabı
içeride boğuyorlar ve bu cevabın sol dâhilinde devrimci bir sonuç üretmesine
mani oluyorlar.
Sol içindeki sınıflar mücadelesinden daima orta
sınıflar galip çıkıyorlar. Bu da bütünleyici ve parçalayıcı kolektif faaliyeti
akamete uğratıyor. Sol denilen olgu, gerisin geri, ana rahmine dönüyor,
kendisinin döllendiği altmışların diliyle konuşuyor ve bu üç devrimci genç
önderin kopuşlarını anlamsızlaştırıyor. Onların sınıfsal, devrimci faaliyeti
by-pass edilip, tekrar altmışların dünyasına hapsolunuyor. Sol, kendi öznelci
çıkarları adına, kendisini millî ve dinî olana yabancılaştırıp, onlar içinde
devrimci bir hat açmayarak ve demokrasi marketinde duran özel bir mamul
niyetine kendisini satarak var olabileceğini zannediyor.
Sol, sadece temsiliyetlere bakıyor, birebir,
öznelerarası muhataplığa kul oluyor. Bu, kendisinin bir biçimde örgütlemeye
çalıştığı tarihsel-toplumsal kesimleri de aynı anlayışla görmesini getiriyor.
Bu temsiliyet anlayışı, ister istemez, burjuva siyaset anlayışına bağlanıyor.
Teslimiyet, kendi temsiliyetini buluyor.
Solun iç sınıfsal devrimini
gerçekleştirip bu fasit daireyi kırması için kendi rahmini, altmışları, TİP’i
ve onun teorik/pratik zemini TKP’yi parçalaması tek koşulmuş gibi görünüyor.
IV
Mahir’in diyalektik devrimciliği, teoride
“devrimci diyalektik”le mümkün olabiliyor. Bu olmadığında Mahir, dikine
devrimci bir hat çekerek eleştiriye tâbi tuttuğu altı isimlik iki ayrı teorik
ve politik hatla paralel düzleme yerleştiriliyor ve bu da onun diğer altı isimle
yatay ilişki kurmasını koşulluyor. Mahir’in devrimciliğinin diyalektik niteliği, belli maddî çıkarlar adına askıya alınınca, onun iki hattı dikine kesen seyri
yatay düzleme yerleştiriliyor ve bu, sözkonusu devrimciliğin tarihsel anlamda
yaptıklarının içini boşaltıyor: biraz Mahir, biraz Kıvılcımlı ya da biraz
Mahir, biraz Boran vs… Bu formüllerin fiilî geriliminden kaçanlar ise ülke
dışından esen rüzgârlara saçlarını bırakıyorlar. Oysa üç genç önderin,
özellikle Mahir’in sağ ve sol TKP ile savaşarak marksist devrimci özgün bir hat
açtığı ve bu hattın gelecekteki devrimin ayak izlerini açığa çıkarttığı görülmüyor.
Görmeyenlerin sınıfsal-politik nitelikleri sorgulanmayı bekliyor.
Yol tasavvurunda psikolojik ve teorik bir
maraz mevcut: sorunlar, sanki o yol üzerinde bir tümsek gibi karşılanıyor, her
şeyi ile sorunsuzluğu temsil eden yol, zamanla bu yanılsamayı
kitleselleştiriyor. O, sadece kendi toplumsal-tarihsel çelişkilerinden kaçıp, kendilerine güvenli sığınaklar arayanların hayat planı hâline geliyor. Burada
sınıfsız-sınırsız, çelişkisiz bir seyir hayat vaat ediliyor. Yol tasavvuru,
esasında Mahir’i bir tümsek olarak görüp aşıyor, onun devrimini metafizik âleme
fırlatıp atıyor.
Yol tasavvuru, belirli bir başlangıç noktasını ve
öznesini de ön gerektiriyor: bu Deniz, Mahir ya da İbrahim oluyor, ama onlar, yolun her kesintisinde geriye doğru parçalanıyorlar, eziliyorlar, istismar
ediliyorlar ve geçersizleştiriliyorlar: her yolculuk, kendi içinde başka bir
yolculuk barındırıyor. Her yol soyutlaması, alttaki aslî güzergâhı gizliyor, bu
güzergâh, sorunsuz, düz, kesintisiz, çelişkisiz bir sürecin sınıftan-sınırdan
münezzeh özneleri olduğunu zannedenlerin yolu oluyor. Bu yolda Mahir
Mahir’likten, Deniz Deniz’likten, İbrahim İbrahim’likten çıkıyor ve özel
mabetlerin köşesine yerleştirilmiş ikonalara dönüşüyor. Kurumsal kilisenin
hükümdarlar adına İsa ve havarilerinin komünal hayat tarzları dâhilinde
somutladıkları teorilerini toprağa gömmesi gibi, bu isimler de kurumsallığa
kurban ediliyorlar.
Mahir’in diyalektik devrimciliği, ortaya vurup
süreci parçalıyor, Mahir’ciler içindeki ana eğilim ise onun maddiyatını ruhanî,
diyalektiğini metafizik bir alana fırlatıp orta yolcu oluyor. Mahir, Marx
misali, altmışlardan yetmişlere geçişte orta sınıf siyasetine kılıç sallıyor,
ancak onun izinden gittiğini söyleyenlerin önemli bir kısmı, o kılıcı orta
sınıfların eline teslim ediyor ya da kitleyle bu sınıfsal kesimler arasında
arabuluculuk yapıyor. Bu da TİP ve TKP siyasetinin geriye dönüşsüz olarak
devrime uğratılmasına mani oluyor. Salt belli kesimlerin temsilcisi olmaya
indirgenen bir tür siyaset zuhur ediyor. Halk da bu şekilde kompakt bir “özne”
nesne statüsünde tanımlanıp bireyin mecazı olarak kullanılıyor, buradan da yeri geldiğinde devlete, yeri geldiğinde
demokrasiye âlet ediliyor. Halkçılık döne dolaşa liberalizmi yeniden üretiyor.
Mahir, diğer genç önderler gibi, “TİP”teki hayâlî,
sahte kurguya saldırıyor. Aydınlar, gençlik ve işçi sınıfı (halk) arasında
kurulduğu varsayılan yanılsamalı dengeyi önemli ölçüde gençlik hareketinin
burjuva temsiliyetine, özgül varlığına vurarak bozuyor. İlgili denge içinde
gençliğin kireçleşmesine bu şekilde mani oluyor.
Burada kılıcını öncelikle orta sınıf siyasetinin temsilciliğine soyunmuş olan aydınlara vuruyor. Bu, marksizmi doğrudan halkla,
sınıfla baş başa bırakmanın yöntemi olarak somutlanıyor ve Türkiye marksizmi
masa başında, kapalı kapılar ardında değil, somut mücadele alanında devrimci
anlamda özgülleşme imkânı buluyor.
Gençlik hareketinin devrimci harekete doğru
sıçraması bu sayede oluyor. Ama sonrakiler, onları yeniden sağ ve sol TKP’nin
TİP içinde ve dışında kurdukları okul dersliklerine oturtuyorlar. Diğer bir
eğilim ise onları Çin, Küba ve Arnavutluk menşeli okullara sokmak oluyor.
V
Türkiye solu denilen özgül varlığın toplum ve
tarih içi, doğal sınırları olmalıdır. Her ne kadar şu veya bu biçimde tarih,
toplum ve doğa dışı olduğu zannıyla hareket eden bileşenleri varsa da bu,
gerçeği değiştirmez. Sözkonusu zannın da gerçeği değiştiren bir yanı yoktur,
sadece bu zannın, gerçeğin dönemsel değişimlerine ayak uydurmasından söz
edilebilir.
Türkiye solunun bir sınırını Kürt hareketi, diğer sınırını Müslüman
hareket, diğer bir sınırını ise AB
siyaseti çiziyor. Bu üçüne ayrı ayrı ya da bütünlüklü bir saldırı içinde
kendi solunu tarif edenler, ister istemez kendilerini kemalizme, oradan da
Fransız Devrimciliğine bağlıyorlar. Bunun görece mutlak bileşkesi altmış
solculuğu oluyor ve sol, ana rahmini hiç mi hiç parçalamıyor. Ancak bu kadar
dirence rağmen bahsi geçen sınırlar, solu daha fazla kendi içine büzüyor.
Her
kabuk, kendi içine doğru büyüyor. Bu kabuk, sömürü ve zulme karşı mücadele ile
parçalanmayı bekliyor. Bu noktada solun birilerinin nazarında gerçek olduğunu
zannettiği özgül varlığından hukukî ve ahlâkî manada vazgeçmesi gerekiyor. Bu
da onun kendi ana rahmini parçalaması ile mümkün. Latin Amerika ya da kısmen
(Orta)doğu edebiyatı ile bu zorunluluk görmezden geliniyor, ama zorunlu adımlar
kendilerini her dönem hissettiriyorlar.
Sol, kendi özgül varlığının sınırlarını
birilerine göre çizerken, o varlığın sınıfsal niteliğini de sorgulamak
zorunluluğu ile yüzleşiyor. Sorgulamadığı noktada neyin “sol”u olduğunu
göremiyor. Yatıp kalkıp “sosyalizm”, “işçi sınıfı”, “ezilenler”, “halk” ya da
“örgüt-parti” ile düşünmek, onu kurtarmıyor.
Solun önder yapısı, teorik ve pratik düzlemde
sınıfsız ve sınırsız, soyut bir özne imiş gibi davranıyor. Yukarıdaki sınırları
aşma iradesi gösterenler, belli bir sınıfsallıkla hareket ediyorlar ve bu
hareket, daha çok orta sınıfların güdümünde biçimleniyor.
Sol denilen gövdenin sınırlarını genişletmek için
sınırın öte yanıyla muhabbet kurma niyetinde olanlar da aynı dertle hareket
ediyorlar. Solu bitmiş, tamamlanmış, granit, su sızdırmaz, tam bir özne olarak
tasavvur eden bu kesimler, kendilerini sınırladıkları bu üç unsurla kavgalı ya
da onlarla çift dinlilik yaparak uzlaşma yolları arıyorlar.
Oysa aradaki sınırların sınıfsal temeli, seyri,
niteliği incelenmeli, sorgulanmalı. “Biz iktidar olursak Kürtlerle barış olur,
Müslümanlar bireysel vicdanları ile Allah'larını bulurlar ve ülke, bizim
sayemizde AB’ye girer.” türünden kripto niyetlerle bir yere varılamaz. “Bu
sınırlar biz varız diye var” ön tespiti ile tüm sürece, o sınırların seyrine,
başlangıcına ve bitim noktasına kendisini dayatmasının bir anlamı yok.
Sol, kendi öznel sınırlarına saldıranların
sınıfsallığına tâbi. Bunlar, her daim özgürlük timsali olmuş laik özneler.
Dolayısıyla, solun kendi “iç” sınıfsal devrimi ile hakiki, kolektif sınırlarını
görmenin yollarını bulmalı. Bu devrim, belli bir örgüte, kişiye, dergi bürosuna
ya da yayına bağlı bir durum değil. Sol, gelecekteki devrimin seyrini içinde
duyuyor, yaşıyor olmalı. Devrim gökten zembille inmeyecekse bu “iç” devrim
hakikat olmalı. Devrimciler, hakikatin savaşçılığını yapmalılar.
Bu hakikatin kimi boyutları Kürtlerde ve
Müslümanlarda görülebilir. Onların vurdukları yerler, solun iç sınıfsal
mücadelesi ile göreceği sınırları ele veriyor.
Solun sınırlarını muhafaza etmek isteyenle, o
sınırları aşmak isteyen, aynı yerde duruyor. Sınırlarla tanımlı siyaset, sömürüyü
ve sınıfı unutuyor, sınıfsallaşma eğilimlerini törpülüyor. Bu anlamda o
sınırlardaki cereyan eden sınıflar mücadelesinin “burjuva” tarafına hizmet
ediyor.
Her fiilî durumda “sol diye bir şey yok!” diye
bakılmalı ve eyleme geçilmeli. Kamuoyuna ya da solun bütününe seslenen
ideolojik gevezeliklerin politik-devrimci sonuçları olmadığı görülmeli. Öznel
faaliyet, salt politik ve devrimci olanda tanımlı kılınmalı. Politikanın ve
devrimciliğin teorik ve pratik imkânları verili sol denilen şeye göre
belirlenmemeli. Bu imkânlar, sol-sağ ayrımının oluştuğu tarihsel-toplumsal
momentleri nesnelleştirecek teorik ve pratik faaliyetle görülebilmeli.
Solun gördüğü yerde politika ve devrimcilik yok,
bu görü, kısmen sınıfa, kısmen devrime, kısmen de iktidara kör. Bunlar arasında
uygun, masa başı kombinasyonları kurmanın anlamı kalmadı. Öncelikle solun bu üç
unsuru ayrı zaman ve uzamlara fırlatan niteliği sorgulanmalı. “Sınıf partisi”,
“devrim partisi” ya da “iktidar partisi”, solun bu burjuva politik ve devrimci
gerçeğinde oluşmuş hipermarketinde basit bir reyon olmanın ötesine gidemez.
Ayrı ayrı ya da bütün olarak “sınıf, devrim ya da iktidar benimle başlar ve
biter” diyen solun bileşenleri, her şeyden önce kuru ideolojik laf yığınlarıdır
ve asla proleter anlamda politik ve devrimci değildirler.
VI
Köylülük, sunî denge, öncü siyaset gibi Mahir’in
alâmet-i farikası olan unsurlar devrimcidirler, ama Mahircilik başlığı altında
köylücüleşmek, sunî dengecilik ve öncücülük, eni sonu apolitiktir ve devrimcilik
dışıdır.
Genel seyir itibarıyla Mahir’e ait bu unsurlar,
kopuşu belirginleştiren bileşenler. Köylülük vurgusu, Lenin’le başlayan,
sınıflar mücadelesinin politik, ideolojik ve teorik tezahürlerini fabrika
duvarlarının dışında karşılama iradesi Mahir’de somutlanıyor. Sunî denge,
toplumsallığını toplumculuğa indirgeyen eski solun hatasını devrimcileştiriyor
ve söz konusu toplumsallığın dönüşmesini sağlıyor. O zamana dek dışsal, yabancı
birer unsur olarak kurgulanan emperyalizmin ve devletin toplum içindeki
etkilerine mesafe alınmasını koşulluyor. Halkın şiddet aygıtlarını kendi
içinden üretebilmesinin imkânlarını araştırıyor. Taşıma suyla değirmen
döndürülmüyor ve o şiddet aygıtları bilfiil örgütleniyor. Öncü siyaset ise
halkın kendi gücünü iktidar mücadelesine teksif edecek hattın oluşmasına katkı
sunuyor. Halka ya da sınıfa önsel, mutlak, kendinden menkul uhrevî bir
politiklik ve devrimcilik atfedilmiyor, onların öne doğru çıkardığı politik ve
devrimci kolun siyasî ve ideolojik alana müdahale etmesi sağlanıyor.
Mahir, basit tercüme yanlışlarını sorgularken
bile, sınıfsal bir güç olarak hareket ediyor. Bu, onun teorinin, kendi pratiğine
paralel biçimde, adsız, sözsüz, kolektif, ezelî ve ebedî niteliğine dâhil
olmanın kavgasını verdiğini gösteriyor. Mahir, tercümelerdeki öznelci
rötuşların hesabını sorarak, teorinin herkese açık hâle gelmesi için uğraşıyor,
entelektüel mastürbasyon yapmak için değil! (“Çünkü biz, marksizmi entelektüel
gevezelik ve dünya devrimci hareketinin trafik polisliğini yapmak için okuyup
öğrenmiyoruz. Biz, dünyayı değiştirmek için, dünyanın Türkiye’sinde devrim
yapmak için marksizmi öğreniyoruz.” (Mahir Çayan) “Dünyanın Türkiye’si”
ifadesi bile, başı sonu net belli olmayan dünyanın Türkiye kesitine koşulsuz
dâhil olan bir devrimciliği anlatıyor. Bu, kimi milliyetçi, kemalist
Türkiyeciliklere, Türkiye merkezli bölge ve dünya anlayışlarına karşı onu
şerbetliyor.)
Mahir, “barışçıl” yöntemlerle “savaşçıl”
yöntemleri karşı karşıya getirenlerin oportünist olduklarını söylüyor. Bugün
ise millet, birbirini bu karşıtlığı önkabul üzerinden karşı tarafta olmakla
eleştiriyor. Toplumsal devrimcilerle politik devrimciler, karşı karşıya
geliyorlar. Tarihte güçlü dayanakları olanlarla toplumsal bağları olanlar
çatışıyorlar. Doğucularla batıcılar birbirlerini yiyorlar.
Marx'çılarla Lenin'ciler, Stalin, Mao ve Che
bağlamında birbirlerini eleştiriyorlar. Politik devrimi ve toplumsal devrimi
ayrı ayrı düzlemlerde, metafizik âlemde, uhrevî boyutta kuran ve kendisine
kapatan, girişi kendisinin verdiği izne tâbi kılan özneler, kendi koltukları
için kavga ediyorlar. İki ekibin kavgası, politikleşen dinamiklerin
toplumsallığını, toplumun belli kesimlerinin politikleşmesini çöpe atıyor.
Kısacası, bir taraf politikayı, diğer taraf toplumu kendisine kapatıyor.
Her ikisinin politik-devrimci ayrışması ve farklı
bir düzlemde kolektivize edilmesi noktasında, Mahirler önemli bir miras
bırakıyorlar. Sağ ve sol oportünizm ile ilgili olarak yaptığı ayrımın da
gösterdiği üzere, öznelciliğin ve nesnelciliğin devrimci-politik hareketin
karşısında tel tel dökülmesi gerekiyor.
Mahirler, bir avuç gencin isyanını aşan nitelikte, marksist devrimci bir faaliyet yürütüyorlar. Onları dar anlamda gençlik
hareketi başlığı altında inceleyip çöpe atanların, hâlâ onların mirası ve fiilî
devrimciliği ile nefes alabildikleri görülüyor.
Kopuş devrimcidir ama kopuşçuluk, o kopuşun
devrimci etkisini ve niteliğini siler. Mahirler, kopuşçuluk edebiyatı ile
koptukları yere yeniden bağlanmakta ve orada boğulmaktadır. Salt kendi
öznelliğini pragmatik, oportünist bir üslupla korumaya, bu koruma siyasetini
tüm sola mal etmeye çalışma, solun sınırlarını verili hâliyle kabul etme ya da
onu kendi öznelliği adına aşıp sınır ötesindeki unsurları istismar etme, Mahir’in devrimciliğinde yazılı olan şeyler değildir. Politika, hele ki
devrimci politika, sorumluluk, elini taşın altına koyma meselesiyse -ki
Mahir'lerin hiçbir şey değilse bile öğrettiği bu olmalı- sınırların
muhafazasına ya da öznenin bekasına kilitlenip o sınırların aşılarak sınırötesi
operasyonlar yapılması, sadece kendinden menkul, kendine mesul, kendi evinin
önünü süpüren, “kendine Müslüman” birey-özneler üretilmesi, apolitiktir, hattâ
sürdürüldüğü takdirde antipolitiktir.
Bizi bugün böylesi bir
apolitizmden ve antipolitizmden kurtaracak olan, Mahirleri de kesip bugüne
gelen proleter devrimci akıl ve iradedir.
Eren Balkır
5 Ekim 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder