Lenin, Mart 1919’da “Yahudi Karşıtı Pogromlar”
isimli bir makale kaleme alır. Burada Yahudi düşmanlığının sınıfı böleceğinden
söz eder. Benzer bir tavrı Yahudi Bund’unun partiden ayrıldığı dönemde de
gösterir. Onları partiye geri çağırır ve işçileri Yahudi düşmanlığına karşı
uyarır. Lenin’e göre, karşı devrimci güçler işçi sınıfını bu noktada bölmek
istemektedirler.
Aradan doksan sene geçti ve Yahudi karşıtlığı
farklı çevrelerde ses vermeyi sürdürüyor. Ama bugün Lenin’in gördüğü manada
birleşik bir işçi sınıfımız ya da birleşik devrimci işçilerin iktidarı da yok.
Bu noktada anti-semitizm eleştirileri ne anlama gelir? Ya da Siyonizm ve onun
emperyalizmle organik ilişkilerine karşı olmakla anti-semitizmi bir tutmak ne
demektir? Bu karşıtlığın, tarihin belli bir kesitinde anlamlı, devrimci ya da
politik olmuş bu tavrın, bugünde yinelenmesi mücadele için ne ifade eder?
Yaklaşık doksan sene evvel Anadolu’da M. Kemal
yanlıları yükselen işçi hareketini yabancı düşmanlığı ile bölüp ulusal harekete
çekiyorlar ve bu işleme paralel, Rum ve Ermeni işçi önderleri tasfiye
ediliyorlar. İşçilere, Türk işadamlarının mülkiyetindeki işyerlerinde grev
yapmamaları telkin ediliyor.
ABD’nin yüzyılın başlarında formüle ettiği bir
sendikal mücadele anlayışı var ve tümüyle Avrupa karşıtlığı ile malûl. Avrupa
emperyalizminin sömürgesi olan ülkelerde bu sendikal anlayış yerleşiyor ve
sınıfı bağımsızlıkçı, yerelci bir hatta çekiyor. Bu anlayıştan bizim Türk-İş
doğuyor.
İsrail Komünist Partisi üyesi Lübnan işgali
esnasında Komünist gazetesine mülâkat
veriyor ve “üyelerimizin büyük bölümü Filistinli Arap.” diyor. Bizim solcu
işçilerin ve örgütlü emekçilerin önemli bölümünün Alevî ve Kürt olması gibi.
Bütün bunlar bir şeyi gösteriyor: işçilerin
politik gücü birilerince daha fazla değer görüyor. Ama işçiler bu politikleşme
meselesine düşmanları kadar değer vermiyorlar.
Öncelikle bu nokta üzerinde durmak gerekiyor.
Politikanın sulandırılması, iktidar meselesinin içinin boşalması, sınıfın
politize oluşunu da etkiliyor. Apolitize olan işçiler ne hareket edebiliyorlar,
ne de mücadele verebiliyorlar.
İşçi devriminin öncüsü olarak Lenin, Yahudi
karşıtlığını doğru tespit ediyor ve ona karşı uyarısını yapıyor. Ama bir ülke
ya da bölgede, Yahudi işadamlarına karşı ortak refleks geliştirmek üzerinden
kendi politik hattını belirleyen bir işçi sınıfı var olursa ne yapılacak?
Lenincilik, her daim “aman Yahudileri sınıf düşmanı bellemeyin.” demek midir?
Ya da gayrimeşru, korsan bir devletin varlığını tanıyan İsrail KP’si gibi,
Filistin direnişini çorak topraklarda boğmak için onun enerjisini farklı kanallara
akıtmak mıdır? Ya da salt ulusal bağımsızlık için ABD sendikacılığına “evet”
demek midir? Ya da kemalist politik hattın karşı devrimciliğini bir ânlığına
görmezden gelerek, bağımsızlık adına, patronları milliyete göre ayırmak ve ona
göre politika belirlemek midir? Özetle, politika teorinin sınırlarına tâbi mi
olmalıdır?
Esasında bu sorularda dillendirilen örneklerin
hepsinin ortak bir özelliği var: tümünde de ortak bir hegemonyaya biat etme söz
konusu. İşçilerin birliği de, sınıf hareketinin politizasyonu da, bu
hegemonyayla uyum içinde gelişiyor. Yani, işçilerin birliği ve hareketi belli
bir ufku ve söylem/eylem alanını aşmıyor. İşçilere, kapitalizmin birebir yol
açtığı çatışma, gerilim ve mücadele dönemlerinde sunulan politika, kuşatıcı ve
bütünleyici bir nitelik arz ediyor.
İşçilerin salt ekmek yokluğu, işten çıkartma ya da
ücret azlığı nedeniyle birleşeceği bir ütopyadan ibaret. İşçilerin bu tip
olgular üzerinden birleşmesi bile politik-ideolojik bir zemini varsayar. Bu
zemin olmadan dillendirilen birlik anlamsız. Gelişen politik zemin işçileri
böldüğü ölçüde, birliğin gerçekleşmesine izin verir. Birlik bölünmeden
gerçekleşmez; işçi sınıfı, sınıf ve politik olmayı burjuvaziden öğrendiği
yönlerini parçalayıp kendi devrimci hattını açmalı, bu hat diğer
toplumsal-tarihsel dinamiklerin devrimciliği ile kolektivize olabilmelidir.
İşçiler, basit bir meslek örgütlenmesi ve bu örgütün siyasîleşmesine âit
sınırları çizenlerin sınıfsallığı ile hesaplaşabilmelidir. Bu bile tek başına
sınıfın öne doğru devrimci bir kol çıkartmasının zorunlu olduğunu gösterir.
İşçilerin doğuştan, kendinden menkul, özsel
anlamda politik, hattâ devrimci olduğu koca bir yalandır. Bu yalan, solculuğu
meslekleriyle malûl, mesleklerini ideolojik bir güç olarak gören, işçiliği
kendi meslekleriyle zımnen eş düzlemde granit, kendinden menkul, kendinden
mesul, su sızdırmaz soyut bir özne olarak anlayan orta sınıf solcularının ortak
zırhıdır. Bu zırh delinmeden, sınıfın, birilerinin kafasına sıkışmış, olmuş
bitmiş, başı sonu belli soyut bir özne olmaktan çıkıp, hakikî manada
devrimcileşmesi mümkün değildir.
Söz konusu zırhın günümüzde “kadın”, “etnik
kimlik”, “ezilen”, “gençlik” gibi olguları kapsayacak biçimde genişletilip
kalınlaştırıldığı görülmektedir. “Kendi kaderini tayin hakkı”na oturtulmuş
küçük burjuva solculuğu kaderin tek yazıcısı (Allah’ı), aralarındaki
sınırların, hukukun oluşturulması hususunda yegâne mercii olduğunu zannetmekte,
ama takdir-i ilâhi başka yönde işlemektedir.
Marx, anarşistlerle tartışmasında, her ekonomi
temelli hareketin aynı zamanda politik nitelikte olduğunu söyler. Bunu tersten
anlayanlar ise, “hareket” olgusunu sıyırıp atarlar ve işçilerin politika dışı,
sermaye ile kurdukları birebir ilişkilere dayalı eylemselliklerini kutsarlar.
Oysa Marx hareketin politik olduğunu söyler, ama işçilerin verili, önsel,
kendinden menkul politik olduğunu iddia etmez. Aksi yönde iddia, işçi sınıfını
metafizik yöntemle ele almak ve onu idealize etmektir. Sınıf, tarihî
ilerlemenin sırrını bağrında taşıyan, günü geldiğinde bu sırrı bir ışık misali
dünyaya yayacak olan ilâhi-mesihî bir güç değildir.
Ekonomik gelişmelerin incelenmesinde marksistlerin
düştüğü hata budur. Eski solcuların bugün TV köşelerinde borsa
hareketlenmelerini inceleyerek varlık alanı bulmaları şaşırtıcı değildir.
Onlara yönelik eleştiriler de aynı anlayış üzerinde durmaktadır. Rekabet,
yarış, ekonomizmi daha iyi kimin yapacağı ile ilgilidir.
Emek yanlısı bir konum alan kişi, emeğe göre
gelişmeleri değerlendirir. Sermaye yanlısı bir kişi de süreci kendi mantığına göre
anlar. Oysa burada dikine, devrimci bir hattın takipçisi olmak gerekmektedir.
Kimsenin, kendini aşan kolektif dinamiğin aşkın sözcüsü ya da kurtarıcısı olma
hakkı yoktur. Emeğin kutsallaştırılması marksizm dışıdır. Bu kutsallık,
tanrının şeytana muhtaç olması gibi, diyalektikçi bir üslupla emeği sermaye ile
uzlaştırmanın yollarını ister istemez arayacaktır.
Emeği de sermayeyi de liberal mantıkla
değerlendirmek mümkündür. Devrimci sınıf hareketi olarak formüle edilebilecek
bir ayracı olamayanlar, liberalizmin engin ufkunda geniş bir serbestiyet imkânı
bulurlar. Her iki tarafın soldan seslenen isimleri vardır. Ama bu isimlerin
eleştirisini yapanların, onların varlık alanlarını sorgulama ve imha etme
yoluna gitmediği görülür. Zira karşılıklı, simbiyotik bir ilişki söz konusudur
aralarında.
Sınıftan kaçanlar, sınıfın birleşemeyecek kadar,
ideolojik-politik-iktisadî anlamda atomize olduğu fikrine yaslanırlar ve daha
bütünsel ideolojik-kültürel formlar içinde hareket eden mikro unsurlara
kayarlar. Kafadaki ideolojik-teorik kurgu genleştikçe, pratikteki politik
anlamda muhatap alınan nesne de en küçük parçalarına ayrıştırılır.
İşçilerin birliği meselesi doğrudan örgütçülüğe
indirgenmektedir. Zaten birliğin kendi örgütlüğünü ve ona âit alt hiyerarşik
örgütlenme alanlarını yaratacağını kimse görmez. İşçilere bir tür hiyerarşi
formu dayatılır ve onların bu hiyerarşik eksen/model etrafında bir araya
gelmesi vazedilir. Sonuçta işçi de, örgütü de ekonominin belirlenimi
altındadır, ekonomi bilgininin bilgisinin ya da onun soyutta kurduğu kulenin
değil.
Sınıftan kaçanlar da sınıfçılar da, sınıfa
dayatmacı yaklaşırlar. Aradaki fark, yönteme ilişkindir. Birisi kaçar, diğeri
onun içine saklanır. Meselenin, örneğin kapitalizmin başını ve sonunu bilmek,
her şeyin başı ve sonunu kendisinin tayin ettiği inancıyla ilişki içindedir.
Sınıftan kaçan, farklı dinamiklerin çoğulluğunda, sınıfa kaçan, sınıfın
ideolojik belirsizliğinde kaybolur. İlki antipolitizmin, ikincisi apolitizmin
sığınağıdır.
Sınıfçılar, işçi sınıfının ideolojik
belirsizliğinden beslenirler. Her söze “işçi” diye başlamak her şeyi halleder
görünür, ama bu politik mücadelede sadece zaman kaybına neden olur. İdeolojik
belirsizliği gidermek, ana siyaset hattı hâline gelir. Bu plan dâhilinde,
sonuçta elde edilecek “sınıf” bağımsız, özgül, tekil, akmaz kokmaz, kendinden
menkul bir bütünlüktür. Zamanla bu bütünlük için politika rahatsız edici bir
hâl alır ve genel siyasî seyre biat eder. Hiçbir güne salt iktisadî bir özne
olarak uyanmayan somut işçi soyut bir kurguya kapatılır, diğer meslek sahibi
öznelerin yanına iliştirilir ve demokrasi sahnesinde rolünü bekler.
Bu “işçi” ile burjuvazinin felsefî “birey”i
arasında niteliksel anlamda fark yoktur. Birey, işçi donunda kendisini farklı
düzlemde tekrar örgütlemiştir. Her türlü gerilim, çelişki ve çatışmadan kaçmanın
adı hâline gelen birey, sınıf, halk ve ezilenler donunda, yeniden siyaset,
ideoloji ve teori alanında arz-ı endam eder. Bu anlamda soyut “insanlık”ı somut
1848’e yürüyen somut işçi sınıfı ile bölmek Marx ise soyut “işçi
sınıfı”nı 1917’ye yürüyen somut devrimci işçilerle bölmek Lenin’dir.
Bu yönüyle, bir tür bölme ve parçalama işlemine
sadık kalması gereken marksistlerin önemli bölümü, teorik ve politik
mücadelenin aslî zeminini kaçırmıştır: devrimcilik. Devrimciliği, geçmişte
yaşanmış bir ya da birkaç devrimin sıkı savunusuna indirgeyenler, esasta
reformisttirler. Zira devrim, fikir olarak devrim sonrası yazın aracılığıyla
bütünlenmiş, kendisine kapatılmıştır. Genelde hâkim olan, 1915’teki bir
konferansta “bu salonda bulunanlar asla devrimi göremez.” ümitsizliği içinde
olan Lenin’in ümitsizliği ümide dönüştürme iradesine sahip Lenin değil,
1920’inin muzaffer devrimcisi Lenin’in söylemsel bir siluetidir.
Devrimi de sınıf gibi kendinden menkul bir
bütünlüğe kapatıp ipotek altına alan reformistler, işçi sınıfının
ideolojik-politik hattı namına kıllarını kıpırdatmazlar.
Sınıfın akademide iktisadî ya da sosyolojik bir
özne değil, savaş alanında salt politik bir mevzi oluşturması önemliyken, bir
dizi “üretim güçleri-üretim ilişkileri”ne dayalı teori üretirler. Herkes özde
şunu söyler: “elbet bizim de günümüz gelecek!” Bu söz bir yalandır ve söylenen
binlerce yalanı gizlemek gibi bir işleve sahiptir. Ama gerçekler yalanlarla
örtülmez. Gerçek dönüşümler yalanları paramparça eder.
“Gerçek, bireyin kendince ürettiği bir
tasarımdır.” Bugünün solcuları büyük ölçüde bu sözün esrik dünyasına kaçmakta,
bu sayede gerçek hareketlerden ve mücadelelerden uzak durma imkânı
bulmaktadırlar.
Kapitalizm, tüm kolektif hareketliliği ile
birlikte farklı paylaşım, hiyerarşi ve işbölümü formları üretmektedir.
“Anti-kapitalist” olmak adına, bu formların bütününü görmek doğal bir tepki
biçimi olarak gelişmektedir. Oysa iktidar ilişkileri ve politik hareketlilik
bağlamında oluşan bu formlar farklı dönüşümler yaşarlar ve karşılıklı ilişki içinde
politik düzlemi değiştirirler. Kapitalizmi cepheden, tam boy mücadele ile
aşmayı düşünenler, belli özgüllüklerde oluşan devrim imkânlarını görmezler.
Sistem eleştirisi yapanların devrimcileştiğine tesadüf edilmemektedir. Maddî
bir güç, teorik-düşünsel olan güç tasarımı ile yıkılamaz. Pusulasını
kapitalizmin üzerine yerleştirenlerin devrimcileştiğine tesadüf edilmemiştir.
İşçi sınıfı Marx ve marksizm nezdinde sistemi,
sistem içinde olmakla, parçalama potansiyeline sahip olduğu için önemlidir.
Burada sınıf yalnız değildir, nesnel olarak yaşanan sınıf mücadeleleri
kapitalist sistemi belli bir mecraya zorlar ve ona temel bir form kazandırır.
Sistemin parçalanmasının bizzat kendisi de önemli değişimlere yol açar. Bu
süreçte sınıf da değişir, parçalanır, kendisini belli formlara doğru zorlar.
Nesnel bir bakış açısıyla, sistem analizi yapanlar, sınıfsal hareketin
devrimciliğini anlamazlar. İşçi sınıfı yanlısı-öznel bir bakış açısından
bakanlar da, sistemin fiilî parçalanmasındaki devrimci imkânları gözardı ederler.
Örneğin Türkiye iktisadının meyli konusunda yapılan analizlere göre kendi
politik konumunu belirleyenler ya sendika liderliği peşinde koşarlar ya da
kendisinin bulunduğu sendika veya işçi örgütüne gün doğmasını beklerler.
Analojiler bazen işe yarar, ama çoğunlukla
tehlikelidirler ve gerçeğin üzerini örterler. Örneğin “silâh” ve “savaş” gibi
kavramlar bu türdendir. Sınıf mücadelesini Clausewitz ya da Machiavelli’den
alınan bilgiler ışığında, bir savaş gibi anlamak böylesi bir yanılgıdır.
Sınıfın, sendikaların ya da işçi hücrelerinin bir
silâh olduğunu düşünmek de analoji istismarına örnektir. Sınıf mücadelesinin
bir savaş durumuna benzetilmesi noktasında ciddî kafa karışıklıkları
yaşanmıştır ve hâlâ yaşanmaktadır. Sınıfın kendinden menkul bir bütünlük olduğu
fikri ve hissiyatı kısa devre yaparak silâha sarılacak ve politikayı savaş
kuramlarının ışığında anlayacaktır.
Kapitalist sistemin belli bir hiyerarşiye ve
işbölümüne doğru daraldığı momentlerde sınıfın öznel ve nesnel konumunu ayrı
ayrı ve bütün olarak incelemek gerekir. Sınıfın hareketliliğinin (ki
hareketsizlik bile bir hareket biçimidir) bu daralma sürecindeki etkileri
anlaşılmalıdır. Bu süreçte oluşan politik-ideolojik konumlanmaları ve
billurlaşmaları nesnel veri olarak kabul etmek zorunludur.
Bir bölgede Yahudi sermayesi işbölümü ve hiyerarşi
oluşumunda öne çıkıyorsa, sınıfın Yahudi karşıtlığı meşrudur. Ki sonuçta sınıf
içindeki Yahudi olanlar ya da Yahudi maddî imkân, kültür, inanç ve anlayışından
beslenenler varsa, sınıf mücadelesi zemininde bunlar zaten düşman safa
geçecektir. “Safları sıklaştıralım” derken saflaşma unutulmamalıdır. Sınıf
hareketinin her politik dinamik gibi belli bir ölçüye ve ölçeğe ihtiyacı
vardır. Ölçü uyarınca sınıfın Yahudi karşıtlığı temelinde hareketlendirilmesi
mümkünse, bu yola girilebilmelidir. Siyaset, gökten inip çizmelerin çamura
bulanmasını gerektirir. Küçük burjuva apolitizmi ve antipolitizmi, bu çamuru
kendi kriminal laboratuvarında tahlil etmeyi kendince iş sayacaktır.
Sınıf kinini en üstte tutmak zorunludur. Bu kinin
belirmesini önleyecek soyut saflaşmalara ve cepheleşmelere izin verilmemelidir.
Bugün sendikal dayanışma teraneleri ışığında
sınıfın kini kapalı kapılar arkasında köreltilmektedir.
Sınıf, basit demokrasi içi dönüşümlere kul ve âlet
edilmektedir.
Küçük burjuvalar, ideolojik rasyonalizasyonlara
ihtiyaç doğarlar. İşçilerin ise böylesi rasyonaliteleri yoktur. Herhangi bir
fabrikada çalışan tekil bir işçiyi ele alırsanız, onun rasyonalitesi işten
atılmamak ve ücret artışı ile sınırlıdır. Ama sınıf hareketi, zaten bu tip
basit ideolojik rasyonel kalıpları kırabildiği ölçüde hareket olabilmiştir. O
adsız, adressiz ve sözsüzdür.
Harekete tarihdışı ya da tarihötesi anlamlar
giydirmek, küçük burjuvalara özgüdür. Marksistler, hareketin fiilî, verili,
somut maddî gerçekliği ile ilgilenirler. Onun toplumsal-tarihsel ilişkilerde
yol açtığı dönüşüm imkânlarının sıkı takipçiliğini yaparlar.
Sınıfın nesnel, kendiliğinden mücadelesi içinde de
sınıf mücadelesi fiilî olarak işler. Bu sınıf mücadelesi, soyut metafizik, idealist
terennümler ışığında işlemez. Sınıf, kendi iktidarının ipuçlarını, işaretlerini
kendi fiilî, maddî mücadelesinde gösterir; aydın sohbetlerinde, masa
başlarında, bürolarda ya da sendikaların kapalı kapıları arkasında değil.
Buralardan bakıp, sınıfın ne tür bir devrim yapacağı, devrim sonrasını nasıl
biçimlendireceği anlaşılamaz.
Burada geçmiş devrimlerin tarihsel bilgisi gerekli
katkıyı sunmayacaktır. Bu bilgi belli bir mücadele dizgesinden damıtılmıştır ve
büyük ölçüde, doğal olarak, sürecin kanı ve barutundan (post festum)
arındırılmıştır. Bu bilgi işin sadece bir boyutunu verir. İşçi ya da geniş
emekçi katmanların yapacağı devrimin tarihsel düzlemde homojen, düz doğrusal ve
bütünsel bir yol izleyeceği yanılsamadan ibarettir. Sınıf hareketinin tarihsel
boyutu, bu varsayılan yol metaforunu bile parçalar, devrime uğratır.
Fransız Devrimi’nden Komün’e oradan da Ekim’e düz
bir çizgi çizen aklı evveller bu nedenle Lenin’i ve Sovyetler’i anlamazlar.
Başlangıç noktasını 1789’a çekmek, iktidara gelir gelmez emekçi halk hareketini
ve işçi sınıfını ezen burjuvaziye devrimciliği hibe etmek demektir.
Proleter devrimcilik, tarihin her momentinde zuhur
etmiş her türlü kalkışmayla işçi disiplini ve örgütlülüğü ile kolektif bir
ilişki kurabilmektir.
M. Kemal işçi-emekçi kitlelerin önderi olsaydı,
bağımsızlık mücadelesi dönemecinde salt yabancılara âit fabrikalarda grev
çağrısı yapmak politik açıdan haklı olabilirdi; savaş durumu yaşanıyordu ve
öncelikler konusunda hiçbir belirsizliğe izin verilemezdi. Ama Anadolu’nun fiilî
devrimciliği, işçi sınıfı ve emekçi halkın mücadelesinde somutlanmadığından M.
Kemal’in politikası sınıfı bölmek ve böldüğü kısmı Anadolu’nun eşraf ve
komprador burjuvazisine peşkeş çekmekle sonuçlandı.
Sınıfı bölmek politik meseledir ve bu, politik mücadelenin
öznesi olana dek sürdürülmelidir. Bu özne oluş süreci işçilerin sınıf oluşundan
beslenmelidir. “Ben oldum” diyen yalan söyler ve bu yalan uyarınca sınıfı da
“olmuş” kabul ederek, onun politikleşme ve devrimcileşme dönemeçlerini es
geçer.
Sınıfı politika alanının bütünü olarak görmek
yanıltıcıdır. Diğer taraftan, sınıfın belli bir bölmesini işgal ettiği politik
mücadele alanında, sınıf dışından gelen ideolojik ve politik hareketlenmelerin
ölçü ve ölçeklerini sınıfa dayatmak da büyük bir hatadır. Bugün İşçi Partisi,
geçmişte TİP ve MDD bunu yapmıştır. Asıl parçalanması gereken mutlak, bütün
kabul edilmiş, bütünlenmesi gereken yer parçalanmıştır. (Örneklerde bahsedilen
unsurlar parlamento (demokrasi) ve devlettir.)
Sınıfı bölerken birleştirmek fikri, sınıfın
kapitalizme karşı saf, masum ve homojen olmadığı düşüncesine yaslanır. Sınıf
devrimcileşmek ve süreci devrimcileştirmek için kendi özgünlüğü ve
özgüllüğünden devrimci bir işçi sınıfı hareketi çıkartabilmelidir. Marksistler,
sınıf hareketi dâhilinde, işte bu devrimci işçi dinamiğinin oluşma imkânları
ile kendi politik hareketliliğini tanımlamalı, bu hareketin sınıfsal-politik
gücünü diğer toplumsal-tarihsel dinamiklerle bütünlemelidir.
* * *
1970’te Gebze’den İstanbul’un Avrupa yakasına
kadar geniş bir alanda yüz elli bin işçi bu ülkenin sınıf hareketinin en
devrimci eyleminin altına imzasını attı.
Peki, sonra ne oldu?
Devrimcilerin bir bölümü eylemin sonuçsuzluğunu
görerek farklı dinamiklere yüzünü çevirdiler. Bir diğer bölümü, “şehirlerde
işçiler hazır, artık köylülüğü hazırlama vakti” diyerek kırlara yöneldi.
Birinci kısımdakiler işçilerin bu eylemle ileriye sıçradığını görmediler,
geriye dönüşsüz olarak onlardan umudunu kestiler. İkinci kesimdekiler, giderek
kırda oluşturdukları alanların cazibesine kapıldılar ve fabrikaları unutmaya
yüz tuttular. Sol ekonomizm sağ ekonomizmin yerini aldı.
Türkiye’de sol devrimcilik, teorik faaliyeti
pratiğe koştuğundan kitaplarda edindiği şablonları dönüştürmeden, bu dönüşüme
ihtiyaç dahi duymadan bu şablonları uygulamaya kalkmıştır. Genç önderlerin
doğal, hakikî çıkışlarını da kitaba vurma ihtiyacı duymuştur. Bu ihtiyaç belli
tercihleri getirmiştir. Söz konusu ihtiyacın arkasında belirleyici olan
zorunluluğun sınıfsallığı anlaşılamamıştır. Sınıf dışı, doğal olarak tarih ve
toplum dışı bir yere sıkışılmış, halktan ve sınıftan devşirilen kadrolar da
köklerinden kurtarılıp bu mekâna örgütlenmiştir. Sol, bu noktada, kafasındaki
ezberlerin takipçisi olmanın sonuç verici olacağını düşünmüştür. Oysa
devrimcilik, her şeyle birlikte içtekini dönüştürme meselesidir.
İşçileri devrimin yedeğine mi yoksa merkezine mi
koyacağını tartışan sol, zamanla işçilerin politizasyon sürecinin dışına
düşmüştür. 15/16 Haziran ayaklanması, solun tarihindeki bir kırılmanın hem
nedeni hem de sonucu olmuştur. Bu açıdan tarihsel öneme sahiptir. Salt işçi
hareketini alırsak ve 31 Aralık 1961 Saraçhane Mitingi’ni başlangıç noktası
olarak belirlersek, sınıf sınıfsal niteliğini bu tarihte bulmuştur. Ancak
devrimci bir parti önderliğinin mevcut olmaması nedeniyle de eline geçen bu
tarihî fırsatı heder etmiştir. Sol, Avrupa pratiğine bakmak suretiyle işçilere
güvenilmeyeceğine inanmış, süreç içinde politik açıdan işçilerden
uzaklaşmıştır. Fabrika duvarlarını aşan marksist siyasetin olumlu örnekleri
Avrupa dolayımı ile ülkeye giriş yapmıştır. Solun belli bir bölümü Haziran’ın
düşmesi sonucu yüzünü bu akımlara çevirmiş, önderlerin düşmesi sonrasında ise
Avrupa patentli siyasetler kurumsallaşmıştır.
Tarihsel olarak bakıldığında, sol devrimci
odaklar, kendi düşünce karargâhlarında işçileri nereye yerleştireceklerinin
hesabını yapmış, ama net bir sonuca ulaşamamışlardır. Haziran’ı basit bir
sendika meselesine indirgemiş, işçi hareketini öznel ve dar kapsamlı kabul
etmişlerdir. Yani işçilerin bu sınıf merkezci, dar bakışlarıyla ülke siyasetine
müdahale edemeyeceği düşünülmüştür. Mademki ülkede tarım ve köylülük hâkim, o
hâlde artık devrimciler köy yollarını aşındırmaya başlamalıdır. Düşünce
karargâhlarında oluşturulan strateji ve taktikler bu minvaldedir. Yönetsel
siyaset açısından alınan devrimci politika zamanla kendine kapanmış ve kendi iç
argümanlarını üretmiştir. Orduda üç-beş devrimci subaya güvenilmiş, CHP’nin
solcu yönelimleri abartılmış, ne işçiler ne de köylüler politik bir özne olarak
örgütlenmiş, bu sınıflar yönetsel siyasî aranışlarda figüran düzeyine
indirgenmiştir.
Ülkede tarımın ekonomideki yerini önemseyenler,
basit bir ekonomizmle tarım alanlarına devrimcilik aşılamaya çalışmışlardır. Bu
da, kendine kapalı üç beş bölgede sınırlı kalmıştır. Teorik “köylülük” ayracı,
somut maddî Haziran ayracını silmiştir.
Devrimciler TİP’li yöneticilere “köylere gidelim”
teklifi getirdiğinde “bizi dövdürtecek misiniz?” cevabı alınmıştır. Ama
devrimciler oralarda kendilerince olumlu sonuçlar üretmeyi bilmişlerdir. Ancak
gene de solun “köylülük”ü kendi Haziran’ını var edememiştir.
Kendinden emin olmayan, hazırlıksız yakalanma
korkusuyla her şeye cevap bulmaya çalışan sol, Haziran olaylarına da aynı ortak
psikolojiyle yaklaşmıştır. Türk-İş’in işçi düşmanı, Amerikancı-devletçi
sendikacılığına doğal bir tepki olarak gelişen DİSK’in savunulması için
ayaklanan işçiler, sadece devleti/burjuvaziyi değil, bazı sol içi unsurları da
korkutmuş, tedirgin etmiştir. Tedirginlik daha çok, solun
modernist-aydınlanmacı bir kafayla düşünmesinden kaynaklanmıştır. Bu
tedirginlik, yaşanan kalkışmanın düşünsel, teorik dizgede uygun yeri bulamamış
olmasının sonucudur. Örneğin TİP’liler, en fazla, işin hukukî boyutuyla
ilgilenmiş, TKP’liler rüşt ispatı peşinde koşmuşlardır.
Sanılanın aksine Dev-Genç’in olaylardaki konumu
talidir. Onlar büyük bir yüreklilikle reformist ağabey ve ablalarının aksine,
yanan ateşin içine girmişlerdir.
O günün tanıkları, Valilik binasının önüne
gelindiğinde bir grup işçinin binayı işgal etmek istediğini söylemektedirler.
Yaşanan pratiği Paris Komünü ile benzeştirenler de vardır. Demek ki bu
ayaklanma, işçi sınıfı tarihindeki bu önemli kırılma, devrimci sonuçlara
gebedir. Ancak o hâlde neden sol devrimcilik atıl kalmıştır?
Yaşanan süreçte önemli bir dönüşümden ve
sıçramadan bahsedebilseydik, bugün gelinen noktada, hatayı o günün faillerinin
beceriksizliğine bağlayabilirdik. Ancak bugün gelinen nokta itibarıyla solun
işçi sınıfı ile ilişkilerine bakıldığında, o gün yapılan hatanın kurumsallaşmış
olduğu söylenebilir.
Tarım toplumunda köylere gitmek doğaldır. Ama
İstanbul gibi bir metropolde ayaklanan işçiler varsa, pratikte yazılan kitabı
okumak yeğ tutulmalıdır. Pratikte işçiler üretimdeki güçlerini örgütleyebilmiş,
onu gerekli hedeflere teksif edebilmişlerdir.
Yapılan hata, bir yönüyle, parti bürokrasilerine
ve dergi bürolarına hapsolan çevrelerin işçileri tanımamalarından
kaynaklanmıştır. Birileri topluma sosyalizm anlatıp ezberletirken, işçiler
sosyalizmi fiiliyata dökmüşlerdir. Birileri kır-kent tartışması yaparken,
kırdan gelip işçi olan, geldiği yeri dönüştüren insanlar, öfkelerini dosta
düşmana göstermişlerdir. Burada yapılacak işler, işçiler kadar basit ve net
iken, birileri kendilerini merkeze koydukları ölçü ve ölçek tartışmalarını
güncelleştirmekle meşguldürler.
Bu tip kolektif çıkışlarda kolektif olanın ölçü ve
ölçeğine tâbi olmak zorunludur. Haziran olaylarını hâlâ 12 aydan birinin adıyla
anılması ve Gebze-İstanbul hattına sıkıştırılması, solun ufkunun dar olduğunun
bir göstergesidir.
Unutulmamalıdır ki, Türk-İş gibi bir yapı
toplantısını Erzurum’a kaçırma ihtiyacı duymuştur. O gün devlet içi yazışmalara
bakıldığında olayların tüm ülkeye sıçramasından korkulduğu görülür. Ama bu
korkuyu ve korkunun somut sonuçlarını göremeyen, kendisini salt
entelektüel-bilişsel bir özne olarak var etmeye çabalayan bir sol vardır
ortada. Yaşanan olayları birileri aydınlar cephesine, birileri gençlik,
birileri köylülük, birileri Sovyet ya da Çin siyaseti, birileri Avrupa işçi
hareketine bağlamaya çalışmıştır. Bu durum, hem neden, hem de sonuçtur. Yani,
olaylar ve öncesindeki gelişmeler küçümsenmiş, ona daha anlamlı ve daha geniş
bir değer bulunmaya çalışılmıştır. Avrupacılık, Sovyetizm ve Çin meselenin
bulanmasını getirmiştir. Kimileri de Haziran olaylarını aydın ve gençlik
cephesiyle birleştirmek istemiştir. Oysa masummuş gibi görünen bu çaba, aydın
ya da gençlik sosyalitesinin mutlak, ezelî-ebedî, temel ölçü olduğunun düşünülmesinden
kaynaklanmıştır. Bu anlayışa göre, işçiler söz konusu odaklara tâbi olmalı ya
da her daim, onlarla eş özne ilişkisinde, mesafesinde kalmalıdır. O günün “daha
özne”si işçiler, eşitlikçi bir üslupla aşağıya çekilmiştir.
Bu noktada gerekli kılıfı, okunan marksist
klasikler sunmuştur. Paris Komünü, 1905 Devrimi gibi yaftalar hazırdır. Oysa
yaşanan tüm basitliği ve yalınlığı içinde ilerler; onu bu düzlemde
değerlendirmek esastır. Sol, iyi niyetli olarak, yaşanan olaylardan duyduğu
tedirginliği kendi içinde yaşadığı hareketlenmeyle aşmaya çalışmıştır.
Nesnel olarak bakıldığında Haziran Ayaklanması,
solun kendi içinde değişime-dönüşüme dayalı bir hareketlenmeye girmesine neden
olmuştur. Olayları bütün olarak, tüm cepheleriyle karşılayamayan sol, hareketin
dinamizmini kendi içinde eritmeye çalışmıştır. Bu da belli birimlerin
atılmasına, bazılarının dönüşmesine, bazılarının ölmesine neden olmuştur.
Yaşanan bu kolektif çıkışı kendi bileşenleri ölçüsünde genişletemeyen ve onu
zaman-mekânsal açıdan süreklileştiremeyen sol, hesabı kendisine ödetmiştir.
Kendisini parçalayıp bölmüş ve farklı mecralara akmıştır. Sol, denize ulaşmak
isteyen, ama karşısına sert bir toprak katmanı çıktığında deltalanan nehir
misali, ayrışmıştır. Ve tabiî ki sıra her bir kolun kendisini
tarihsel-toplumsal düzlemde rasyonalize edilmesine gelmiştir. Tüm kolları
içeriden besleyen damarlarda artık Haziran’ın kanı yoktur. O, bugün üç-beş işçi
emeklisinin hatırasındadır sadece.
Her bir kolun geriye dönük olarak yaptığı Haziran
okumasına bakıldığında ayrışma gerekçeleri görülebilir. Sonuçta hepsi de, biraz
da çocukça bir yaklaşımla, olaylar esnasında kendisi gibi bir yapının
bulunmamasının başarısızlığı ve sonuçsuzluğu getirdiğini
söylemiştir/söylemektedir. Başarıcılığa kilitlenmiş meslekî solculuk, sol
meslek ideologları, yani orta sınıf solculuğu, Haziran’ın başarısızlığına bakıp
onu teorik ve pratik açıdan istismar etmiştir.
15/16 Haziran’dan öğrenmek…
Temel mesele budur. Paris Komünü, 1905 Devrimi
gibi örneklere nazaran daha çok bakmamız gereken tarihsel dönüm noktası
burasıdır.
Bu dönüm noktası, bugüne dek gelen sol
devrimciliğin işçi sınıfı ile kurduğu ilişki biçimini belirlemiştir. Solda o
güne ilişkin mistik bir bakış açısı hâkimdir. Sol bu bakış açısından kurtulmak
zorundadır. İşçilerin kendilerinden “sosyalizm ya da devrim” öğreneceğini
zannetmekten kurtulmalıdır. O tip somut maddî durumlarda yaşanan “sosyalizm ya
da devrim”den sol, kendisi bir şeyler öğrenmeyi bilmelidir.
Sol bildiklerini gören, gördüklerini bilen ilâhi
özne pozlarından sıyrılıp somut, maddî fiiliyatta ilerleyen devrime ve
sosyalizme kendisini örgütlemelidir. Bir tür anofel sinek gibi, şeflerin
dediklerini sağa sola enjekte ederek zaman geçireceğine, salt adam örgütlemeye
teksif edilmiş bir pratiğe kendisini kapatacağına ya da burjuva anlamda bir tür
“ikna siyaseti” güdeceğine, örgütleyenin örgütlendiğini de görmeli, o
örgütlenme pratiğinde öğrenmelidir. “Biz örgütlenmeyi işçi sınıfından öğrendik”
diyen Lenin’e kulak vermeli, onu ve sınıfı kendi rekabetçi ve mülkiyetçi
ideolojik reflekslerine kurban etmemelidir.
En gelişkin işçi bilinci, parti, örgüt, teori,
program, sendika bir hayâlden ibarettir. Hakikat en gelişkin olandır ve ona
bakmak zorunludur. Bu noktada sürekli bir devrimci bakışın, dönüştürücülüğün
devrede olması gerekir.
15/16 Haziran Ayaklanması, kolektif hafızamızdaki
yerini korumalı, ama onun yeniden harekete geçip kafamızdaki işçi ve siyaset
ilişkilerini dönüştürmesine izin verilmelidir. O günün solcuları olayların
kendilerini dönüştürmesine direnmiş, bize de bu direnişin hatırası kalmıştır.
Bu hatıradan kurtulmak için Haziran yaşatılmalıdır. Aksi takdirde işçiler
politikleşme ihtiyaçlarını kendi düşmanlarında gidereceklerdir.
Sendikalar, tabiî ki, büyük ölçüde sistemin
kendine örgütlediği kurumlar hâline gelmiştir. Ama gene de devrimci işçi
politikasını sürdüren sendikalar varsa, gözümüz kulağımız orada olmalıdır.
Hattâ kimi dönemeçlerde gözümüz kulağımız onlar olabilmelidir.
Evet, işçiler işlerini kaybetme korkusuyla
eylemselliği lüks kabul etmektedirler. Böyle diye, onların siyasî arenadaki
nitel ve nicel konumları berhava olmaz. Siyasî alanın dönüşümünde devrimciliğin
en önemli mevzii hâlâ ve ısrarla işçi sınıfıdır. Çünkü kapitalizm hâlâ faal ve
hâkimdir; “başka” değil, bu dünyada söz konusu faaliyetten ve
hâkimiyetten bağımsız bir siyaset alanı yoktur. Mücadele edilmeden elde edilen
bağımsızlık ise esasen esarettir.
Devrim, sosyalizm ve komünizm noktasında her şeyin
bilindiği ve bu başlıklarla ilgili olarak her şeye vakıf olunduğu hissi
yaygındır. Soldaki yaygın bu kanı, marksizmi salt bu üç kavramı öğrenmek
noktasında bir başvuru kaynağına indirgemektedir. Oysa marksizm bir anlamda
kavga demektir. Marx gibi, devrim’ci, sosyalist ve komünist öğeleri her fiilî
durum ve dönemde ilişkilendirmeyi ya da temel ayrımları ortaya koyabilmeyi
gerektirir. O bir başvuru rehberi değildir. Bu anlamda marksizm, her durum ve
dönemde kavgada hazır ve nazır olabilmelidir.
Devrimci, sosyalist ve komünist fikirler, ancak
marksizm aracılığıyla kavga alanına çekilebilir. Bu yönüyle, marksizmin sınıfla
ilişkisinde devrimi merkeze almaktansa marksizmin devrimle ilişkisi üzerinde
durmak doğrudur. Ve bu noktada her iki olgu arasındaki ilişkinin sınıf ve sınıfsallık
dolayımıyla kurulması zorunludur. Bu sayede, sınıfın her sabah yeniden oluşan
dinamizmi etkinleşecek ve marksizm ile devrim mutlak, sabit birer
teorik-düşünsel değer olmaktan kurtulacaktır.
Bu ilişki hem teorik hem de pratik marksizm için
geçerlidir. Sınıfa çeşitli idealist anlamlar yüklemeden, ona onu aşan tarihsel
sorumluluklar giydirmeden ilerlenmelidir. Söz konusu dolayım tümüyle teoriktir
ve bunun birebir politik karşılıkları olacağının somut garantisi yoktur.
İşçicilik hastalığının temel dayanağı, tüm zamanı ve zemini kucaklayan “işçi”
denilen bir özün var olduğuna ilişkin inançtır. Bu inanç katıdır, sabittir ve
mutlaktır. Burada politika imkânsızdır. “İşçi” miti öylesine her yeri kaplar ki
düşman dâhil, kendisini sınırlandıran hiçbir şey kalmaz. Bu da mücadeleyi,
politikayı siler. Her yerde olan yoktur. Bu anlamda feminizm kadının intiharı
ise, işçicilik de işçinin intiharıdır.
15/16 Haziran, solun yeniden devrimci anlamda
kolektivize olabilmesi noktasında bir yığın ipucuyla yüklüdür. Sendika, öğrenci
derneği, platformlar ve diğer ortak alanlara tedirginlik ve tereddütle
yaklaşanlar, bu tip yapıları kendileri ölçüsünde kurumsallaştırarak onların
toplumsal-tarihsel seyir dâhilinde edindikleri devrimci niteliklerini kendi
içlerinde boğmak niyetindedirler. Bu her zaman da böyle olmuştur. DİSK’i
sonradan CHP’nin kucağına iten TKP, yönetsel siyaset arzu ve talepleri uyarınca
devrimci politik açılımları ya görmezden gelmiş ya da onların aktive olmasını
engellemeye çalışmıştır. Mücadele döneminde mücadele etmeyen bir sendikanın
önemi yoktur. Benzer bir durum savaş döneminde de geçerlidir. Devrimciler
harekete bakarlar, ama baktığı ve gördüğü yer hareketin devrimcileştiği
momentler ve dönemeçlerdir. Toz duman geçtikten sonra kasaba meydanında sadece
mezarcılar dolaşır. Onların işi, yaşanan durumdan nemalanmaktır.
Bugün hâlihazırda, bir biçimde yaşayıp işçilerle
ilgili laflar edenler 15/16 Haziran’a uzak oldukları ölçüde mezarcıdırlar ve
sınıf hareketini odalara, bürolara, pankart arkalarına hapsetmeye çalışmaktadırlar.
Mücadelenin iki ucu da keskin olmalıdır: düşmanı keserken, bu tip sınıf içi
düşman unsurları da kesebilmelidir. Haziran’dan öğreneceğimiz bir olgu budur.
Diğeri de sınıfın devrimci
kolektif öncü bir partiye muhtaç olduğudur.
Eren Balkır
1 Ekim 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder