Amerikalılar, kendilerinden nefret eden insanlara
karşı sürekli savunma hâlinde olmaları gerektiğinden söz ediyorlar, ama bu
nefrete neden maruz kaldıklarını anlamaya hiçbir zaman çalışmıyorlar. Bu
nefretin sebebi, sahip olduğumuz laik demokrasi mi? Ya da petrole olan
iştahımız mı? Dünya üzerinde ABD’den daha laik demokrasiler (İsveç, Fransa…) ve
Ortadoğu’da bu türden bir nefreti açıktan hiç üzerlerine çekmeden, mümkün olan
en iyi fiyata petrol satın alan (Çin) ülkeler de mevcut.
Tüm Üçüncü Dünya Ülkeleri'nde Amerikalıların ve
Avrupalıların küstah bulunup pek sevilmedikleri, elbette ki doğru. Fakat birçok
insanı 11 Eylül gibi bir olayı alkışlamaya itecek nefret de Ortadoğu’ya özgü.
Esasında bu olayın politik önemi, öldürülen insan sayısı ya da saldırganların muazzam
başarılarından değil, saldırının Ortadoğu’nun birçok yerinde halktan gördüğü
destekten kaynaklanıyor. Amerikan liderlerinin bildikleri bu gerçek, onları
çileden çıkartıyor. O hâlde böylesi bir nefret belli bir açıklamaya da ihtiyaç
duyuyor.
Tüm bunların tek bir açıklaması olabilir: Birleşik
Devletler İsrail’i destekliyor. İsrail, ileride izah edeceğimiz sebeplerden
ötürü, nefretin esas hedefi olarak duruyor, ancak ABD, hemen hemen her konuda,
eleştiriye gerek duymaksızın İsrail’i destekliyor, onun “Ortadoğu’daki yegâne
demokrasi” olduğunu sürekli ifade ediyor ve bu ülkeye, nefret “aktarım”ına yol
açan muazzam bir malî yardım yapıyor.
Peki İsrail’den neden bu kadar nefret ediliyor?
Daha fazla yerleşim ve savaş adına sürekli oyalanan “barış planları” nefreti
körüklüyor, ancak esas neden, İsrail devletinin kurucu ilkeleri. Filistin’de
İsrail devletinin kurulmasını meşrulaştırmak için iki temel iddia ortaya
atılıyor: ilki, Tanrı’nın bu toprağı Yahudilere verdiğini söylüyor, ikincisi
ise Holokost üzerinde duruyor. İlk iddia, Araplar gibi başka bir dine ait olan
dindar kesimleri fazlasıyla aşağılayan, horgören bir niteliğe sahip. İkinci
iddia ise işlemedikleri bir suç sebebiyle bir halkın cezalandırılması
gerektiğini söylüyor.
Derinlemesine ırkçı olan her iki iddia da Ürdün ya
da Lübnan gibi Araplara ait olduğu açık olan bir toprak üzerinde sadece
Yahudilerin devlet kurma hakkı bulunduğuna işaret ediyor. Oysa bu, yavaşça
ilerleyen bir Siyonist işgal olarak gerçekleşiyor. Bu durumu en iyi resmeden
şey, “geri dönüş yasası”: dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan ve Filistin ile
hiçbir bağı olmayan bir Yahudi zulme maruz kalıyorsa, isteği dâhilinde İsrail’e
göç edip vatandaş olabiliyor, oysa 1948’de, orada ikamet edenlerin ya da
onların çocuklarının bugün böylesi bir hakkı bulunmuyor. Buna ek olarak, üç din
tarafından kutsal addedilen bir yer (sadece) “Yahudilerin ebedî başkenti”
oluyor. Tüm bunlar, Arap Müslüman dünyasının neden öfkelendiğini açıklıyor.
Filistin ile kişisel mânâda ilişkisi olmayan
Araplar bile (meselâ Fransız banliyölerinde yaşayanlar) bu ırkçılık karşısında
çileden çıkıyorlar. Bu durum, Siyonizm karşısında güçsüz kalan Arap
rejimlerinin meşruiyetini zedeliyor ve özellikle bölgenin iki laik liderinin,
Nasır ve Saddam’ın yaşadığı yenilgiler sonrasında (ki Saddam’ın yenilgisi ABD
sayesindedir.) dinî köktencilik yükselişe geçiyor.
Şimdilerde insanlar, çoğunlukla ırkçılığı, “saf”
ekonomik sömürü ve sefalete nazaran daha kabul edilemez buluyorlar. Bu noktada
Güney Afrika’dan bahsetmek yeterli olacak: ırk ayrımcılığına tanık olan ülkede
Siyahların yaşam koşulları diğer Afrika ülkelerindeki Siyahlardan (ya da en
azından bugünkü Güney Afrika’dan) daha kötü değildi, ancak sistem esas olarak
ırkçıydı ve bu, ABD dâhil her yerde yaşayan Siyahlar tarafından hakaret olarak
addediliyordu. Filistin ile ilgili çatışmanın, İsrailli Arapların ikinci sınıf
bir statüye sahip oluşlarının ya da İşgal Altındaki Topraklar’a yönelik
muamelenin ötesinde bir mesele hâline gelmesinin nedeni bu.
İşgal altındaki Bölge’de bir Filistin devleti
kurulup, İsrailli Araplara eşitlik verilse bile 1948’in açtığı yaraların hızla
iyileşmesi mümkün değil. Arap liderler, dindar olanlar bile, elbette İsrail ile
barış anlaşmaları imzalayabilirler, ancak bu liderler, Arap halkının onları
haksız bulup tüm kalpleri ile kucaklamadıkları sürece hassas bir zeminde
duracaklar. Arap dünyasının Alsak Loren’i ya da Tayvan’ı olan Filistin’de,
geçmişte yaşananları unutmak pek kolay değil. (Burada “İsrail’in haritadan
silinmesi” ya da “tek devletli çözüm” lehine bir tartışma yürütmüyorum. Sadece
meselenin kökeni ve merkezî olduğunu düşündüğüm yerin altını çiziyorum.
Esasında burada kısmî bir çözüm üzerinde de durmuyorum, çünkü hiçbir çözümün
kısa vadede elde edilebileceğini düşünmüyorum, ancak daha temel bir ifade
olarak Ortadoğu dışında yaşayanların bu tarz çözümler önerebileceklerini
söylüyorum.)
Tüm bu meselelerin, birkaç kişi dışında, İsrail’de
pek fazla idrak edildiğini gösteren bir işarete de rastlanmıyor; eğer Araplar
kendilerinden nefret ediyorlarsa, demek ki herkes aslında Yahudilerden nefret
ediyor, bu da onların gerekli olan her araçla “kendilerini savunmaları” (yani
başkalarının saldırılarını önleyecek biçimde onlara saldırmaları) gerektiğinin
ispatı oluyor. Bu bile yeterince kötü aslında, ancak bu gerçek neden ABD’de pek
idrak edilemiyor? Bunun klasik açıdan verilebilecek iki cevabı var: ilki,
İsrail’in stratejik müttefik olması sebebiyle, ABD’de halkın İsrail’e destek
verilmesi yönünde hükümet, silâh tüccarları ve petrol endüstrisi tarafından
maniple edilmesi; diğeri ise ABD’nin İsrail lobisince maniple edilmesi.
İsrail’in stratejik, özellikle solda yaygın olarak
kabul gören hâliyle (en geniş biçimiyle anlaşıldığı kadarıyla petrol çıkarları
için) yararlı bir müttefik olduğu fikri eleştirel bir incelemenin varlığını
tehdit ediyor. Her ne kadar 1967’de, hatta Soğuk Savaş süresince mesele Arap
devletlerinin Sovyetler Birliği’nden etkilenmiş olduğu, Sovyetlerin etkin
biçimde olmasa da İsrail’e karşı mücadeleyi destekleyebileceği üzerinden
tartışılabilse de bu mesele, sözkonusu dönemde bahsi geçen müttefiklik üzerinden
ele alınabilirdi. Ancak hem 1991’de, hem de 2003’te ABD Irak’a İsrail’in
herhangi bir fiilî yardımı olmaksızın saldırdı, 1991’da İsrail Arap
koalisyonunun çökmemesi adına müdahale edilmemesi için ABD’ye neredeyse
yalvardı. Ya da 2003 Irak işgali sonrası dönemi ele alalım ve bu işgalin
hedefinin petrolün kontrolü olduğunu varsayalım. İsrail, hangi anlamda bu sürece
katkı sunmuştur? Gazze’ye ve Lübnan’a yönelik saldırıları dâhil tüm yaptıkları
sonrasında Arapları iyice soğuttu ve ABD’nin İsrail desteği, petrolün
kontrolünü kolaylaştırmak şöyle dursun, onu daha da zorlaştırdı. Irak
parlamentosunda ABD’nin bölgede bulabileceği en iyi müttefikler olan Maliki ve
Sistani bile İsrail’in eylemlerini kınadı.
Sonuç olarak, ABD’nin anîden 180 derecelik bir
dönüş yapıp, İsrail’e benzer biçimde, Arnavut düşmanlarından daha zengin ve
daha “Batılı” olan Sırplara karşı mücadele eden Kosovalılara yaptığı gibi
birden Filistinlilerin safına geçtiğini hayâl edelim. Böylesi bir politika
değişimi kesinlikle mümkün değil: Endonezya 1975’te Doğu Timor’u istilâ
ettiğinde, ABD Endonezya’ya ciddî miktarda silâh temin ederek işgali destekledi.
Ancak 25 yıl sonra da aynı ABD, Doğu Timor’un bağımsızlığını destekledi ya da
en azından buna itiraz etmedi.
Bunu ne etkilemiş olabilir? Böylesi bir politika
değişiminin ABD’nin petrol bölgelerine girişini kolaylaştıracağından ve
Müslüman dünyasında (eğer hâlâ buna muhtaç olan varsa) herhangi bir stratejik
müttefik bulmasına yardım edeceğinden şüphe eden var mı? Ortadoğu’da ABD’ye
yönelik en önemli suçlama, onun İsrail yanlısı olması, zira bu ülke, kendisinin
“Yahudiler tarafından maniple edilmesi”ne izin veriyor. Bu nedenle eğer
Washington taraf değiştirirse, petrol kontrolü dâhil, ABD’nin varlığına dönük
herhangi bir düşmanlığın temeli de kalmaz. Dolayısıyla İsrail’in “stratejik
müttefik” olduğunu söyleyen anlayışın hiçbir anlamı yok.
Bu tespit bizi tüm gerçekliğe değilse de kısmî bir
gerçekliğe yakınlaştıran “İsrail lobisi” ile ilgili cevaba götürüyor. Resmin
tamamına vakıf olabilmek için lobinin neden bu denli etkili bir biçimde
çalışabildiği ve lobinin eylemlerinin dışında yatan temel faktörlerin
anlaşılması gerekiyor. Nihayetinde lobiyi teşkil eden militan Siyonistlerin
sayısı Amerikan toplumda azınlık durumunda bulunan Yahudiler içinde bile çok
az. İsrail lobisi, silâh ve petrol endüstrisi lobileri gibi çalışmıyor (ki bu
da onun konu dışı tutulmasının sebeplerinden biri olduğundan, kimsenin, sahip
olduğu etkiyi gerçekte nasıl kullandığını tam mânâsıyla anlayamamasına neden
oluyor.).
Elbette İsrail lobisi, seçim kampanyalarını finanse
ediyor ve elindeki güç, kısmen kendi “hat”tından sapan Kongre mensuplarını
yönetme becerisinden geliyor. Fakat tüm gücü bu ise onun alt edilmesi de aynı
ölçüde kolay görünüyor, zira ortalıkta büyük endüstri lobileri gibi seçimleri
finanse eden başka kaynaklar da mevcut. Eğer İsrail yanlısı adayların başka
bir devlet çıkarına hizmet etmeleri için finanse edildiği açığa çıkarılırsa, muhalifler, başka bir gücün bir tür ajanı olarak hareket eden lobiden para alan
insanları kınama imkânı bulmuş olurlar. ABD Kongresi’ni etkilemeye çalışan
Fransız, Çin ya da Japon yanlısı bir lobi olduğunu varsayalım, bu noktada
paranın kesin olarak yetersiz kalacağı açıktır.
İsrail lobisini koruyan şey, esasta yabancı bir
gücün sözde ajanı olarak hareket eden lobi tarafından finanse edilen bir
muhalifi eleştirmenin antisemitizm suçlamasına maruz kalmasıdır. Bir anlığına
Büyük İş Dünyası’nın fiilî ABD politikalarından hoşnutsuz olduğunu (ki bunun
olması olası) ve sözkonusu politikaları değiştirmek istediğini varsaysak bile, bu değişiklik nasıl gerçekleşecek? ABD siyasetini etkileyen lobiye yönelik her
türlü eleştiri hızla “antisiyonizm antisemitizmdir” suçlaması ile
karşılanacaktır.
Dolayısıyla İsrail lobisi, gücünü kısmen medya
üzerindeki etkisine bağlı olarak biçimlenen bu ikinci savunma hattından alıyor.
Fakat bu güç, tüm medya onların kontrolü altında olmadığından kolaylıkla
ezilebilir nitelikte, daha da önemlisi, medya, artık o kadar da güçlü değil:
medya, Venezuela’da Chavez karşıtı idi, fakat Chavez seçimleri kazandı. Fransa’da
medya, Avrupa Anayasası’na “evet” oyu verilmesi için bastırdı, ancak “hayır”
kazandı. Sorun şu ki İsrail lobisinin oldukça etkili olmasının sebebi de bu,
medyanın birçok Amerikalı tarafından kolaylıkla kabul gören bir dünya görüşü
sunuyor olması. Her şeyin ötesinde Amerika’nın çıkarlarını İsrail’in çıkarları
üzerinde gördüğü için eleştiride bulunan herkesin antisemitizm ile suçlanması
ise gerçekten saçmalık. Ama gene de suçlama oldukça etkili; zira ABD, “çıkarlar”dan, İsrail, “değerler”den söz etmesine karşın, her iki ülkeye mensup
halk, yıllardır beyin yıkama yöntemleri ile kıvama getirilerek ülkelerinin
çıkarlarının özdeş olduğuna inandırılıyor.
Bu ortaklaşma, Arap ve Müslüman’ı düşman olarak
tanımlıyor, bu tanımlama, lobinin, kısmen de yürütülen propagandanın gücünü
artırıyor. Irkçılık karşıtlığı ve “politik doğruluk” ile ilgili edilen onca lafa
rağmen Filistin'e dair Arap bakış açısına ve özelde meselenin ırkçı
doğasına yönelik yaklaşımda ciddî bir eksiklik sözkonusu. Lobiye kendine has
kudretini veren, üç katmanlı bir kontrol mekanizması: özenli kaynak aktarımı,
antisemitizm kartı ya da doğru bir ifade ile antisemitizm hilesi ve içselleştirme. Örneğin,
Yahudilerin ABD’yi kontrol etmediklerini açıktan söyleyerek lobinin kudretini
inkâr etmek bu sayede kolaylaşıyor, ancak lobinin doğrudan kontrolle işlemediği
görülmüyor.
Dış politika ile ilgili hususlarda Washington’daki
gösteriyi silâh ve petrol endüstrisinin yönlendirdiğini söyleyen insanlar, bir
şekilde şu soruyu da cevaplamak zorundalar: Bütün bu işler nasıl dönüyor?
Örneğin petrol endüstrisinin Irak Savaşı’nı dayattığına, İran’ın tehdit
edilmesini telkin ettiğine ve Lübnan’a yönelik bir saldırı için emir verdiğine
dair herhangi bir kanıt yok. (Oysa İsrail lobisinin Irak Savaşı’nı dayattığına
dair birçok kanıt var elimizde: bakınız: Jeff Blankfort, A War for Israel (İsrail İçin Savaş). Elbette lobi, işlerini gizlice
yürütüyor, ama bunu yaptıklarının kanıtı nerede? Ayrıca elde, dolaylı bile olsa,
herhangi bir kanıt da yoksa, bu işler nasıl bilinebilir? Savaştan temin edilen
kârlar, en azından büyük şirketler için toplanmış olanlar, henüz maddîleşmedi,
dahası, ABD ekonomisinin savaş bağlantılı harcamalar ve bağlantılı olarak
oluşan açıklar sebebiyle fazlasıyla yıpranacağına dair birçok gösterge mevcut.
Diğer yandan, sisteme hizmet eden ABD gazetelerine ve TV’lerine bakmak
suretiyle, Siyonistlerin daha fazla savaş isteyen düşüncelerini okuyup dinlemek
yeterli olacaktır. Savaş, savaş propagandasına ve destekleyici bir ideolojiye
muhtaçtır, oysa genel anlamda Büyük İş Dünyası, özelde petrol endüstrisi, bu
ihtiyaçları karşılama gayreti içinde değilken, bu ihtiyaçlar Siyonistler
tarafından gidermektedir.
Bu noktada akla, ellilerde ve altmışlarda (1949 sonrası
dönemde Çinli sürgünlerin ve eski misyonerlerin yereldeki kiliselerin desteği
ile) yürüttükleri lobi faaliyeti bir örnek olarak geliyor. Lobi, üzerinde
hiçbir kontrolü olmamasına rağmen, Tayvan hükümetinin bir milyar insanı temsil
ettiğine ilişkin o saçma iddianın ABD tarafından desteklenmesini sağladı. Bu
faaliyet, Vietnam Savaşı’nın çıkışı noktasında da etkili oldu. Bu lobi kimin
çıkarlarına hizmet ediyordu? Amerikalı kapitalistlerin çıkarlarına mı? Oysa
Nixon’ın Çin’i tanıması sonrası sözkonusu kapitalistler muazzam kârlar elde
ettiler. Benzer bir durum Vietnam için de geçerli.
Esasında her iki ülke de, hattâ neredeyse tüm Asya, sömürge karşıtı, anti-emperyalist ve anti-feodaldi (bunun kısmî nedeni, yabancı
işgallerine karşı direnmelerine izin vermeyen feodal yapı idi.) Ancak sözkonusu
ülkeler, kendilerine saldıran Batılı ülkelerin kapitalist olmaları sebebiyle
(kapitalizmin şu veya bu şekilde mevcut olmasına bağlı olarak, söylemsel
düzeyde) anti-kapitalistti. Dolayısıyla Çin lobisinin trajik tarihinden çıkartılması
gereken ana ders, lobinin ABD politikalarını Amerika’yı yönetenlere yabancı
olan, ayrıca kapitalist Amerika’ya fiiliyatta zarar verecek intikamcı feodal ve
dinî güçlere karşı husumet besler konumda tutmak olduğu gerçeğidir. Ancak öte
yandan lobi, “Asyalı aklı”na ilişkin ırkçı aşağılama ile korkuyu harmanlamış
olan ideolojisinin Batılı önyargılarla uyum içinde olması için çabaladı. Çin
lobisinin yerine İsrail lobisini, Asyalı aklın yerine Arap aklını koyun,
ABD-Ortadoğu ilişkilerine dair âdilane bir resim elde edeceksiniz.
Sol ne yapmalı? Esasında çok basit: İsrail’e, onun
Güney Afrika’ya yönelik tavrına benzer biçimde yaklaşmalı ve Lobi’ye
saldırmalı. İsrail’in tavrının esas nedeni, onun kendisini güçlü hissetmesi; bu
hissin iki dayanağı var: çok güçlü bir ordu (ki fiiliyatta bu Lübnan’da sınandı
ve o kadar da güçlü olmadığı görüldü), ikinci dayanak ise İsrail’in
Washington’un, özellikle Senato’nun siyaset tarzı üzerindeki kontrolü.
Ortadoğu’ya barış, sadece İsrail’in bu üstünlük hissi sarsıldığı takdirde
gelebilir ve Amerikalıların düşünülmeden verilen ABD desteğini kesmek suretiyle
işin yarısını halletme noktasında büyük bir sorumlulukları var.
Bugün önümüzde esas olarak iki yol duruyor: ilki,
Amerikan halkının âlicenaplığına ve sahip olduğu özçıkarlara başvurmak. Her iki
yol da denenmeli. Sol, özellikle ikincisine, yani halkın özçıkarlarına vurgu
yapma hususunda eksik kalıyor (Bu tercihin ahlâkî yönleri ile ilgili bir tartışma
için bkz.: Michael Neumann, What is to be
Said? -Ne Söylenmeli?). Soldaki ilgisizliğin muhtemel nedeni, özçıkarın pek
“asil” olmayışı ve “ABD’nin ulusal çıkarı”na dönük vurgunun çoğunlukla ilerici
hükümetlerin yıkılması, seçimlerin satın alınması vb. olarak yorumlanıyor
oluşudur. Ancak özçıkarın alternatifi bir tür dinî fanatizm ise o hâlde özçıkar
tercih edilmekten oldukça uzaktır: eğer Almanlar, otuzlarda kendi
özçıkarlarını, hatta emperyalist politikalarını, ama en aklî olanlarını takip
etmiş olsalardı, İkinci Dünya Savaşı yaşanmamış olabilirdi. Ayrıca eğer ABD
İsrail’den çok uzak dursaydı, geleneksel politikalara aykırı olan politikaları
takip eder ve daha insanî bir nitelik arz ederdi. Diğer bir mesele de
(Buchanan’dan Brzezinski’ye) Sağ’ın önemli bir bölümünün Amerika’nın
çıkarlarının İsrail’inkilerle çatıştığını doğru biçimde görmesine karşın,
Sol’un (anlaşılır biçimde) bu tip insanlarla işbirliği yapmaktan
hoşlanmamasıdır. Ancak eğer bu dava, âdil (ve bu mesele ile ilgili olarak acil)
ise berbat isimlerin onu destekliyor oluşu onu daha az âdil yapmaz (benzer bir
iddia, İsrail’e yönelik saf antisemitist düşmanlık için de uygulanabilir).
Sol’un yapabileceği en kötü şey, böylesine âdil
bir davayı Sağ’ın tekeline bırakmaktır. Sol, Amerikan halkının bir gecede
radikal anlamda değişmesini, dinî köktenciliğini terk etmesini, petrole olan
düşkünlüğünden kurtulmasını ya da sosyalizmi kucaklamasını bekleyemez. Fakat
Ortadoğu ile ilgili bakış açısının değişmesi mümkün: lobinin gücü, aynı zamanda
onun zayıflığı, yani çıplak kralın etkisi herkesi ürkütüyor, ancak bu lobiyi
korkutmanın tek sebebi, etrafımızdaki herkesin onu korkutması. Onu tek başına
bırakalım, çünkü o gerçekten de güçsüz. Değişime katkı sunmak için herkesin,
genel politik görüşüne bakmaksızın, lobinin hedefi olan her politikacıyı, köşe
yazarını ve öğretmeni ortaya koydukları ifade ve görüşler noktasında sistematik
olarak desteklemesi gerekiyor.
Savaş karşıtı harekette, dikkatlerini İsrail’den
Büyük Petrol Şirketleri ya da Büyük İş Dünyası’na çevirip onları savaşlarla
(özellikle Lübnan’daki savaş ya da İran’a yönelik tehditlerle) ilgili olarak
suçlayan insanlardan suçlamalar ile ilgili kanıt talep edilmeli. Bu noktada
İsrail’i savunanlara, onun adına özür dileyenlere ve ilerici çevreler içindeki
lobi uzantılarına karşı mücadele etmek gerekiyor.
Politikacılar ve gazeteciler, İsrail ve ABD’nin
ortak çıkarları olduğunu söylediklerinde, onlara İsrail’in bugün ABD’ye ne tür
hizmetlerde bulunduğu sorulmalı. Elbette bu noktada (ufak) kimi hizmetlerden
söz edilecektir, o zaman da onlara ne türden bir soğukkanlı kâr-zarar analizi
ortaya çıkacağı sorulmalı, böylesi bir analizin sorumluluğunun kamuoyu önünde
alınamayacağı gösterilmeli. Eğer bu insanlar, (son çare olarak) ortak
değerlerden söz ederlerse, yüzlerine Yahudi olmayanlara yönelik ayrımcı İsrail
yasaları çarpılmalı.
Lobinin gücünü kırmak, tıpkı Vietnam Savaşı’nda
Asyalılara yönelik bakışın değişmesine ihtiyaç duyulmasında olduğu gibi, Amerika'nın Ortadoğu
halkları ve İslâm ile ilgili zihniyetinde bir değişime ihtiyaç duyar.
Bu bile tek başına Amerikan kültürünü insanîleştirici bir etkiye yol açacaktır.
İsrail-Filistin çatışması
ile ilgili ABD siyasetinde yaşanacak bir değişim, geleneksel emperyalizmde
hiçbir şeyi değiştirmeyecek, ABD, her yerde geleneksel seçkinleri desteklemeyi
ve “müsait bir yatırım iklimi” temin etmek amacıyla diğer ülkelere baskı
uygulamayı sürdürecektir. Irak, İran, Suriye, Lübnan ve Filistin’i içine alan
Ortadoğu’daki çatışma, bir ucunda İslâm’ın, diğer ucunda laik bir Batı dini olarak
Siyonizmin durduğu dinî bir savaşın tüm özelliklerine sahiptir. Din savaşları, tüm savaşlar içinde en vahşi ve kontrol edilemeyen olanlarıdır. Amerikan
aklının Siyonizmsizleşmesi, sadece Filistin’deki talihsiz halkın kaderi değil,
ayrıca bölgenin, hattâ geri kalan tüm dünyanın kelimelere sığmayan sefaleti ile
ilgili bir meseledir. En nihayetinde buradaki ironi, tüm dünyanın ortak kaderi,
Amerikan halkının bir biçimde yapmaya mecbur olduğu, kendi kaderini eline alma
noktasında göstereceği gayrete bağlıdır.
Jean Bricmont
12-13 Ağustos 2006
[Belçika’da fizik eğitimi veren Jean Bricmont’un
Türkçede Alan Sokal ile birlikte kaleme aldığı Son Moda Saçmalar adlı bir kitabı bulunmaktadır.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder