Pages

28 Aralık 2008

İlerlemecilik, İslam ve Marksizm


İlerleme fikrinin belli bir tarihinden bahsedilebilir, ancak tersine, tarihin ilerlediği fikri bir yanılsamadan ibarettir. Zaten tarihin ilerlediğine ilişkin fikrin kendisi de ilerleme fikrinin gelişim tarihince koşullanmaktadır. İlerleme, basit anlamıyla bir yer değiştirme ve hareketlilik olarak alınırsa sorun yoktur. Eğer böyleyse, tarihte saptanan ilerleme momentleri tümüyle uzamsaldır. İlerleme fikri temelde hayatın hareket planıyla ve alanıyla ilişkilendirildiğinde hayata tarih üstü bir değersellik yükleniyor olmalıdır (“Aslolan hayatta kalmaktır.” önermesi). Hayatta kalmak ise kesinlikle yaşamak demek değildir.
Hayatın, insan ilişkilerinin ötesinde, metafizik anlamda mutlaklaştırılıp sabitlenmesi, ilerleme fikrinin arka planını oluşturur. İlerleme anlamında kullanılan her türden ifade tarih boyunca belli güç odaklarının kendi canlılıklarını korumalarını anlatır. Gerçekte maddenin hareketliliği ile insanî organizmanın hareketliliği arasında yapılan bir kısa devre, yani bir tür animizm ile ilerleme fikrinin fikrî temeli oluşmuş olur.
Savaşan unsurların hareketini koşullayan güdüsel itimler hareketin büyüsünü kendi içinde gizler. Yani savaşan her unsur hareketin bir anlamda tanrısı gibidir. Her bir ân Tanrı gibi “ol!” (kûn) denilerek var edilir. İlerleme fikri bu hızın yarattığı bir yanılsamadan başka bir şey değildir. Oysa diğer yandan gücün kırıldığı, etkisizleştiği momentlerde zaman ân denilen bir askıda asılı kalır. Tarih incelemesinin zamanı yoktur. Lâkin diğer yandan zaman fikrinin (Tanrı’nın tarihi gibi) bir tarihçesi yazılabilir.
İlerleme burjuvazinin yarattığı mitolojiye âittir. Uruk kralı Gılgamış gibi aynı ölümsüzlüğü arayan burjuvazi, kapitalizmin neden olduğu hareketliliğin hem öznesi hem de nesnesidir. Kendi iç diyalektiğini işlettiği süreç boyunca adı geçen sınıf hem kendisini hem de kendisi gibi nesne olan diğer sınıfları inandıracak bir masal arayıp bulmuştur. Bu masalı destekleyen önemli olaylar arasında Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi gösterilebilir. Bu olaylar sadece o günü anlamak için elzemken, sözkonusu olayların bugüne âit tarih aşırı bir sabiteye dönüştürülüyor olması ortaklaşan, kamusallaşan ve makûlleşen yalanın hâlihazırda güncel olduğunu ele verir.
Marx için bu iki devrim elbette ki önemlidir. Marx o günün atmosferini solumuş devrimci bir kişilik, bu iki devrimin koşulladığı devrimci kişiliğini teoride ve pratikte sınamış bir öncüdür. Gene de bu önerme marksist olmanın Marx gibi olmaktan geçtiğini söylemez. Sanayi Devrimi tecrübe etmemiş bir ülkenin insanı da marksist olabilir; Fransız Devrimi'ne paralel bir devrimi görmemiş aydın da marksist mücadele verebilir. Kendi öznelliğine yer açmak adına Marx’ı tarihsel anlamda göreceleştirmek ilerleme ise eğer bu ilerleme (burjuva siyasetine teslimiyet anlamında) esarette bir ilerlemedir.
Doğulu, doğulu olmakla doğuya has ideolojik atmosferi soluyan, milliyetçi ve Müslüman olan çevrelerin marksizmle ilişkilenmesi bu açıdan sorunlu olmuştur. Bu durum doğal bir sürecin sonucudur. Batıdan öğrendiği terennümlerle “enternasyonalist”liğini ülkesine dayatan marksistin milliyetçilerle çatışması kaçınılmazdır. Sadece Fransa’nın laik bir ülke olduğu göz önünde tutulursa, batı tipi laisizmi ve modernizmi ülkeye pazarlayan bir marksistin İslamî güçlerle çatışması doğaldır. Elbette örneğin Türkiye’de halk İslam’ının kavgacı yönüne işaret eden bir Nâzım; ya da bizzat Kur’an’da “kula kulluk etmeyi” yasaklayan İslam’ın komünalist etkilerine vurgu yapan bir Kıvılcımlı mevcuttur. Ancak bunlar yetmez. İlerlemeci kafaların batı ve Avrupa merkezli düşündükleri dünya ve insanlık tarihinden sıyrılmaları zorunludur. Doğunun geri kalmışlığı ile fikir düzeyinde savaşa tutuşan bir kişi, öncelikle doğuyu tarih boyunca mağdur eden ve ezen emperyalizme karşı mücadele etmelidir. Onlar geri kalmışlığın nedeninin emperyalizm olduğunu bilmektedirler, lâkin işlemi tersten yaparak, düşünceden maddeye doğru ilerleyerek, önce geri kalmışlıkla mücadele edilmesi gerektiğini düşünürler. Bu anlamda “minareler süngümüz, camiler kışlamız” diyebilme potansiyeli barındıran savaşçı bir “halk komünizmi” geleneğinin eksikliği aşikârdır. Bu sözün maddî imkân bulduğu koşullar illâki bu düzen içinde yaşanacaktı ve bu söz tüm kaçınılmazlığıyla dillendirilecekti. Ancak adres başkaları oldu. Genel anlamda doğa, özelde siyasetin doğası gene bir biçimde boşluk kabul etmedi.
Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin birer kışla ve karargâh olarak inşa edilen mescidlerin keyif amaçlı kullanımına kızıp bazılarını yıktırdıkları söylenir. Eğer gerekli güç hem teorik hem de politik anlamda üretilmiş olsaydı, İslamî düşüncenin ve eylemin doğal ve kaçınılmaz üretimine müdahale edilebilirdi. Süreç ters yönde işlemiştir. İslamî değerlerin, inançların, akidelerin ve pratiklerin politikleşmesi solu kırmıştır. Alevîlerle ilişkilere bakıldığında bu görülür. Ülkenin komünist partisinin bir kanadı dinsizleştirme amacıyla Alevîci olabilmiş, Cem Evleri bir başka bağlamda kullanılabilmiştir. Din dışına düşen Alevîlik sudan çıkmış balığa dönmüş, egemenlerin masalarına servis edilmiştir.
İlerleme fikrine karşı olmak her türlü hareketliliğe, yer değiştirmeye karşı olmak anlamına gelmez. Bunun sonucu muhafazakârlık değildir. Genelde sol siyaset belli temel konularda kendisini muhafazakâr olarak niteleyenlerden daha net bir biçimde korumacıdır. Ahlâkın, ülkenin, değerlerin, koşulların korunması vb... Örneğin, Muhafazakâr Parti yönetiminde ABD'nin Demokrat Parti iktidarına nazaran daha fazla ilerlediği, hareket alanını genişlettiği söylenebilir. Bu noktada ilk elden şu sorular akla gelebilir: İkinci Dünya Savaşı boyunca komünistlerin ABD'de işçi sınıfına grev ya da eylem telkin etmemiş olması nasıl açıklanabilir? Savaşın ihtiyacı açısından ülkedeki sınıf mücadelesinin askıya alınmasının teorik açıklaması olabilir mi? Sömürü koşulları karşısında öznelerin kendi meşruiyet alanlarını kollamaları doğru mudur?
Bu açıdan muhafazakâr politikalar sol açısından yaygın bir nitelik arz eder. Bunun nedeni, sol öznelerin kendi varlık koşullarını kollamalarıdır. Devrim fikri de ilerleme fikri üzerinden tanımlandığında sözkonusu muhafaza politikaları gelişimin motor gücünün kendilerinde ya da teorik olarak anlam yükledikleri güçlerde olduğunu söylemeye denk düşer. Sol kendi meşru konumunu ve koşullarını korumalıdır, bunun için siyaset ülkenin uluslararası konumuna dayalı yürütülmelidir. Soğuk Savaş olarak nitelenen dönemde özneler bu açıdan önemli bir alan bulabilmişlerdir. Soğuk Savaş koşullarında sol özneler resmîleşmiş bir revizyonizmin izinden gitmişlerdir. Ekim Devrimi Fransız Devrimi ile ikame edilmiştir. Fransız Devrimi’ne dönük genel burjuva felsefî, ideolojik ve politik kanaatlerin yerini Ekim Devrimi almıştır.
Sermayenin toplumsal bir olgu ve güç olduğunu söyleyen Marx, emeğin de aynı ölçüde toplumsal bir olgu olduğu, ancak güç olamadığı, komünistlerin bu sınıfın güç olması için mücadele etmesi gerektiği üzerinde durur. Bu açıdan her iki toplumsal olgu ve gücün arasında Çin Seddi yoktur. Sermaye savunusu, yandaşlığı ne tür argümanlar üretiyorsa, emeğin sermayeyle simbiyotik bir ilişki içinde olması gerektiğini söyleyen sınıfçılar da benzer argümanlar üretebilirler. Marx’ın hiçbir yazısında işçi sınıfının hareketi ile komünist hareketi özdeşleştirdiğine dâir bir söz bulunmaz. Komünist siyaset sınıfın hareketini hangi momentlerde önemseyeceğini, öne çıkaracağını bilmek zorundadır. İki hattın arasında yapılan ayrım sınıfın genel tarihsel süreç dâhilinde, pratikte verdiği mücadele ile belli bir politik dönem dâhilinde, sınıfın ve geniş emekçi kitlelerin iktidarı için verilen mücadelenin bir ve aynı şey olmamasına dayanır. Nesnel olarak sosyalizm kendi iktidarını bu toplumsallıkta bulur.
Sınıfın toplumsallığının belli bir tarihsel hattı ve bu hattın hem teoride hem de pratikte belirli bir karşılığı olmalıdır. Sınıfa ideoloji yüklemeye çalışanlar bu sayede savaşabileceğini zannederler. Oysa sınıfın tarihten getirdiği bir savaş gerekçesi ve birikimi zaten mevcuttur. Sınıfın hangi ideolojik yükle hareket ettiği politik süreçlere müdahalesi açısından önemlidir. Din hareketi engelliyorsa ezilmelidir, motive ediyorsa desteklenmelidir. Dinin bir ideoloji olarak kendi politik pratik savaşçılarını üretmesine katkı sunmak marksist devrimci mücadelenin bu noktada üzerinde durması gereken bir husustur.
Sosyalistler tüm toplumu gözetirlerken onu kendi ölçekleri dâhilinde parçalamaya; komünistler tüm tarihi gözetirlerken onu kendi öznel ölçekleri dâhilinde parçalamaya çalışırlar. Marksist devrimciliğin bu “yanlış”a devrimci anlamda müdahale etmesi zorunludur. Sosyalistlerin pratiği toplumun tarihsel ölçü ve hareketle politik anlamda ayrışmasına; komünistlerin pratiği ise verili politik dönemin tarihsel boyutunun toplumsal ölçek ve hareketle ayrışmasına izin vermez.
“Komünistler, öteki işçi sınıfı partilerinden yalnızca şunlarla ayrılırlar: 1. Farklı ülke proleterlerinin ulusal savaşımlarında, her türlü milliyetten bağımsız olarak, tüm proletaryanın ortak çıkarlarına işaret eder ve bunları öne sürerler. 2. İşçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımının geçmek zorunda olduğu çeşitli gelişme aşamalarında, her zaman ve her yerde tüm hareketin çıkarlarını temsil ederler.” [Marx-Engels, Komünist Manifesto, 1993, s. 123]
Demek ki komünistler, bir yandan pratikte bütün ülkelerin işçi partilerinin tüm diğer partileri ileri iten en ileri ve en kararlı kesimidir, öte yandan ise komünistler, teoride proletaryanın büyük yığınına âit hareket hattını, koşulları ve proleter hareketin nihaî, genel sonuçlarını açıkça anlama üstünlüğüne sahiptir.
“Komünistlerin vardıkları teorik sonuçlar, hiçbir biçimde, şu ya da bu sözde dünya reformcusu tarafından icat olunmuş ya da keşfedilmiş düşüncelere ya da ilkelere dayandırılmamıştır. Bunlar yalnızca, var olan bir sınıf savaşımından, gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten doğan ilişkilerin genel ifadeleridir. Mevcut mülkiyet ilişkilerine son verilmesi, hiç de komünizmin ayırt edici özelliği değildir.” [K. Manifesto, s. 124]
Bu alıntı oldukça önemlidir. “Onlar mülkiyet ilişkilerinin değişmesini istemiyor” diye komünistlerin neden İslamî halk dinamiklerinden uzak duramayacağını söylüyor bu cümleler. Ayrıca komünist hareketin, sınıf hareketinin ve sınıf siyasetinin devrimci anlamda politikleştirilmiş biçimi olduğunu ifade ediyor. “En kararlı ve en ileri” ifadeleri reformcuların icat ettiği düşünce ve ilkelerden uzakta, somut durumun somut tahliline yönelmek gerektiğini vazediyor.
Koşulların, akışın ve genel sonuçların kavranması için belli bir ölçeğin belirlenmesi gerekir. Gençlik döneminden itibaren Marx’ın belirlediği ve zaten somut bir gerçek olan ölçek Avrupa’dır. Bugünün marksistleri ise bugüne ilişkin bir ölçek tarif edemiyor; bir gerçek olarak orada olan ölçeğe ya sırtını dönüyor ya da onu küçümsüyor.
İçinde bulunduğumuz atmosferde oluşan temel ideolojik etmenler solu etkiliyor. Sol bu yönden kendisinin marksizm, sosyalizm gibi olguları nasıl ideolojikleştirip onları dinî anlamda edindiğinin farkında değil. İslam’dan ve dinden kaçış, ideoloji ve teorik üretim alanında dincileşmeyi ve dinselleştirmeyi beraberinde getiriyor. Esasında sol, iki maddenin aynı ânda, aynı yerde olamamasına binaen, kendi dinini ve mistik ideolojik dünyasını korumak adına İslam’a saldırıyor, özce yaşanan bu.
Elbette sınıfçı mânâda “doğu proleterleşmiştir” denilemez. Özellikle iki Irak savaşı sonrası yaşanan süreçte kimi çevrelerin yaptığı gibi, metinlerde işçi sınıfı görülen yerlere “doğu halkları” ikâme edilemez. Aksine işçi sınıfını vurgulayan, onun iktidarını savunan metinlerin ve teorik çalışmaların bağlamıyla bugünün öne çıkan öznelerinin anlaşılması için gerekli olan bağlam arasında köprü kurmak gereklidir.
Çartist hareket ve diğer işçi partileriyle ilişki içinde gelişen ilk dönem marksizm için "işçilerin birliği" önemliydi. Devrimci geleneğin parçaladığı Rusya gerçeğinde işçilerin birliği değil, "devrimci işçiler"; Mao için "köylü hareketi", Che için "köylü halkın silâhlı mücadeleleri" önemliydi. Tüm bunlar arasında ortak bir köprünün olduğu gerçektir.
Leninist marksizm, maoist marksizm, guevarist marksizm, troçkist marksizm gibi indirgemeci kaba yaklaşımlardan kurtulup ortak bir hatta buluşmanın gerekliliği savunulmalı. Bu hattın bugünün gerçekliğinde savaşan unsurları görmezden gelmesi mümkün değildir. İslamcı hareketlere “işçi” ya da “ezilen” yaftası yapıştırmak tabiî ki yanlıştır. Lâkin onların maddî koşullarını, akış yönünü ve genel sonuçlarını irdelemek zorunludur.
Bir mahalde, örneğin bir sanayinin yoğun olduğu bir ilçede yürütülecek mücadelenin bölge ölçeği ile kesişeceği noktaları önceden belirlemek mümkün değildir. Belki de ilçede yürütülen mücadele bölgeyi saracak, bölgedeki genel mücadele o ilçeyi içine alacak. Bu noktada ne bölgecilik ne de o ilçenin mutlak hâkimiymiş gibi, onu bölgenin karşısına çıkarmak doğru değildir. Bu anlamda sol kendisini mutlak parça gördüğü yerde bütünleşme eğilimlerine karşı, kendisini mutlak bütünlük gördüğü yerde parçalama eğilimlerine karşı körleşiyor. Bu çifte körleşme solun devrimciliğini iğdiş ediyor, devrimin kendi içindeki fiilî seyrini bir biçimde etkisizleştiriyor.
Sol, liberalizmin ideolojik ve politik açıdan hâkim olduğu alanlarda at koşturuyor. Bu durum solun bu alanlardaki görece hâkimiyetini diğer mahallere ve bölgelere karşı çıkartmasını getirir. Batı düşmanlığı kadar doğu düşmanlığı vardır ve sol giderek batı hattında meşru zemin bulmanın kavgasını vermektedir. Liberallere ve burjuvaziye yaranmak adına bölgede gelişen öfkenin karşısında durmaktadır.
Ortadoğu ya da Avrasya Devrimi değil, Ortadoğu’da ya da Avrasya’da devrim üzerinde durulmalıdır. İlki devrimin reçetesini batılı anlamda zaten biliyor ve onu bölgeye dayatıyordur. Devrim teorik açıdan bitmiş, tamamlanmış, kapatılmış, çitlenmiş, koruma altına alınmış bir şeydir. Bu yaklaşım politikleşen, bu yönüyle devrimcileşme eğilimi içinde olan bölgenin devrim hattını göreceleştirme, etkisizleştirme, silme ve ondan bu gerekçelerle uzaklaşma niyeti ile yüklüdür.
Bu anlamda bölgede gelişen olayların en küçük mahallede, okulda ya da fabrikada oluşan yansıması ciddiyetle ele alınmalıdır. Bu yapılmazsa, bu dar alanlardaki mücadelenin bölgeye dönük karşılıklı etkileme imkânları anlaşılamaz.
Politikadan kopartılıp soyut, politika dışı, özel, bireyci bir fanusa kapatılmış bir İslam’dan ziyade, tümüyle politikleşmiş ve devrimci kollarını çıkartmış bir İslam üzerinde durulmalıdır. Bu yönde yaşanan bir gelişmenin, örneğin küçük bir mahalledeki camide verilen vaazı nasıl etkilediği dikkate alınmalıdır. Sonuçta mahalledeki küçük iktidar alanlarından çekilmek yerine oralara girmek somut sonuçlar doğuracaktır (teslim edilmelidir ki mahalle halkının çalıştığı fabrikada yaşanan grevin çağrısının camide imam tarafından yapılması önemlidir!).
Solun ülkedeki ideolojik atmosferde hâkim bir ton olabilmesinin tek yolu, verili ideolojik argümanlarla devrimci mânâda uzlaşmasıdır. Uzlaşma kör bir reddiyeye karşı maddî bir kabule muhtaçtır. Kurulacak ilişki genel havayı da değiştirecektir. Somut bir veri olarak ortada duran ideolojik tonların politikleşme imkânlarına karşı sol bu sayede tetikte olacaktır. Verili karşılıklı ilişki ve ideolojik etkileşim, düne kadar düşman safta konum almış ideolojik-politik unsurların dönüşmesini de getirir.
Sol devrimcidir, yani niteliksel anlamda dönüştürücüdür. Böyle olmalıdır. Her solcu hata yapmayan insanın hiçbir şey yapmayan insan olduğunu bilir, lâkin gene de bu tip konulardan uzak kalmanın gerektiğini vazedip durur. Elini ateşin içine sokmaksızın halka onun ideolojik yönelimlerini karalar. Oysa solun kendi varlık nedeni tam da bu genel ideolojik haritayı değiştirmektir.
Peki, bu harita nasıl dönüştürülecek? Burada hâlihazırda faal olan güçlerin toplumsal-tarihsel zemini incelenmelidir. Teolojik, felsefî, bilimci vb. yaklaşımlar yerine salt politik değerlendirme elzemdir. Politik değerlendirmenin felsefe ya da bilim temelli olması başka bir şeydir, sonuçların felsefe ve bilim zannedilmesi başka bir şeydir. Politik öncünün felsefe ve bilim üzerinden yaptığı analizler verili durumun politik olma koşullarını inceler. Genel bir çerçeve sunar. Öncü için bu veriler içinde hareket edilecek oyun sahası değil, somut gerçekliğin dönüştürülmesinde kullanılacak temel çıkış noktalarıdır. Yani, felsefe ve bilim üzerinden elde edilen teorik sonuçlara politik özne kendisini kapatmamalı; aksine onları verili gerçeklikteki tıkanıklığı aşmanın aracı olarak kullanmalıdır.
60’lı yıllarda İslam üzerinden politikleşenlerin önlerindeki tek referans noktası marksizmdi. Bu nedenle İslamcılar ya marksist sosyalizmi fikirsel düzeyde benimsemişler ya da ona karşı çıktıktan sonra farklı kurgular oluşturarak İslam’ı bu kurgulara uydurmuşlardır. Bunun nedeni, politikleşmenin en önemli bileşenlerinden birisinin sosyalist hareket olmasındandır. İktidara karşı politikleşmenin giriş kapısında sosyalizmin adı yazılıdır. İslam’ın politikleşmesinin temel ayracı marksizmdir. Mısır’da eğitilen İslamcıların sosyalizm analizleri, Şeriatî’nin İran’da yaptığı marksizm eleştirileri genel çerçeveyi belirler. Bu noktada İslam’ın politikleşmesinde marksizmin önemli payı vardır. Bunun nedeni, İslam’ın politikleşmesini koşullayan gerçekliğin önemli bir bileşeninin marksizm olmasıdır.
Özellikle altmışlarda toplum ve tarih ile ilgili söz etmek ve buradan eyleme geçmek isteyen istisnasız herkes, olumlu ya da olumsuz mânâda, marksizme atıfta bulunmak zorunda kalmıştır.
Bugün durum tersidir. Bugün de marksizmi İslamî anlamda yorumlayanlar çıkabilir. Tersine bir süreç işleyebilir. Özellikle Ortadoğu’da tüm temel kurgularını yitirmiş marksistler İslam’a referansla düşünmeye ya da eylemeye başlayabilirler. Eskiden süreç marksistlerin düştüğü şerhlerle anlaşılıyordu, bugün tersi yaşanabilir. Sahte bir doğu-batı karşıtlığının belirleniminde batıdan kaçanlar İslam’ın kucağına düşebilir.
Gene de bu tip gelişmeler olumsuz addedilip çöpe atılmamalıdır. Bunlar gerçekliğin temel bir öğesi olarak görülmeli, soğukkanlı, objektif bir analizin konusu yapılmalıdır. Marksistler kendiliğinden, kontrolsüz, kaotik dinamiklerden korkmazlar; aksine onları örgütleyip toplumsal-tarihsel sürecin dönüşümüne katarlar.
ABD en az elli yıl olarak öngördüğü savaş sürecini başlatırken marksistler hâlâ eski işlerine devam edemezler. Yeni dönemin gereklerini karşılamak için uygun tahkimatı yapmalıdırlar. Bu noktada on yıldır İslam’ın ideolojik-politik ilerleyişini hiçbir küçümsemeye veya yüksünmeye izin vermeden incelemelidirler. Felsefe ve bilim tarihi içinde yaptıklarının anlamını sorgulayacağına, verili maddî gerçeklik içinde yaptıklarının anlamını ve muhtevasını anlamaya çalışmalıdırlar. Kurtulacak olan felsefe ya da bilim değil, bölgenin mazlum emekçi halklarıdır.
Emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmak, esaretin zincirini kırmak için bu dönem önemli bir fırsat olarak görülmelidir. Marksizmin muhatabı bütün olarak İslam değil, İslamcılardır. Saf, iyi niyetli, kendi hâlinde, vicdanı ile Allah arasında öznel köprüler kuran, namazında niyazında olan Müslüman değil, politik İslam dikkate alınmalıdır. Muhatap konusu bir din, ideoloji, kültür, yaşam tarzı olarak İslam değil, politik İslam’dır. Ayrışmış, saflaşmış, taraf olmuş, parçalanmış, zâlimlere ve sömürücülere karşı cephe almış İslam… Aksi yönde bir çaba dâhilinde hareket edilip genel teorik düzeyde İslam’ın marksizm ile karşılanması zorunlu olarak benzerliklerin ve farkların belirlenmesini beraberinde getirecektir. Boş, teorik bir gevezelik anlamında İslam’ın “materyalist” bir din olduğu iddia edilecek, İslam’daki sosyalizan öğelerin altı çizilecektir. Geleceğe özellikle ahretle ilgili tartışmalar belirleyici olacaktır.
Süreci kimin devrimcileştireceği önceden bilinemez. İslam da yapabilir. Vehabîlik-Şiilik biçimindeki İslam içi politik ve teorik ayrışma marksistler için dönüştürülmesi gereken bir unsurdur. Ya güçlerin farklı bağlamda kolektivize edilmesi için uğraşmalı ya da ayrışma somut bir zemine kavuşturmalıdır.
Lenin de Ekim Devrimi’nin hemen öncesinde kimi çevreler tarafından “Alman ajanı” olarak nitelenmiştir. İslamcıların ABD’yle ilişkilerinin kesilmesine umutla bakılmalı, inatla onların “CIA ajanı” olduğu fikrinden vazgeçilmelidir. Savaşan gerçek ne ise o hakikattir.
Konspiratif analizlerle bir yere varılamaz. İslamî hareketin içinden, Marx’ın söylediği anlamda, “en kararlı ve en ileri” unsurların çıkması imkânsız değildir. Kendi kukla devletlerini savunan İslamî yapıların dışında Kandahar’dan Çeçenya’ya oradan Bosna ve Filistin’e uzanan devrimci bir İslamî gelenek İslamî hareketin “manifesto”sunu pratikte yazmaktadır. Bu her zamankinden daha fazla ciddîye alınmalıdır.
ABD bölgenin haritasını değiştirmeye geldiyse, “eski harita”nın muhafaza edilmeye çalışılması devrimciliğe alan açmaz. O hâlde marksistlerin yeni bir haritayı düşmanın karşısına çıkartmaları gerekmektedir. Uç bir kimlik olarak sunulsa da, El Cezire TV’de Che’ye benzetilen Ladin, “her ne kadar ateist de olsa sosyalistlerle ittifak yapılabilir” demektedir. Bu ifade de önemsenmelidir.
Çeçenya’da ya da Afganistan’da Türk gerillaların varlığı, orada verilen mücadelenin millî (ya da milliyetçi) bir niteliğe sahip olmadığını gösterir. Benzer bir durum, geçmişte Filistin’de mücadele eden Türk devrimcilerinin İslam’ın ya da Arapların kurtuluşu için mücadele etmemiş olmalarında da görülür.
Sonuç olarak sol, kendi kafasında çizdiği ilerleme hattına toplumsal-tarihsel olgu ve olayları yerleştirmekten vazgeçmelidir. Kolektif hayat farklı telden ve farklı dilden akmaktadır. Sosyalizmi ya da devrimi bu ilerleme hattı ölçüsünde anlamamalıdır. 1871’de Parisli işçilerin öfkesindeki irrasyonaliteyi, kaosu ve kontrolsüzlüğü sevmelidir. Bugünün öfkesiyle buluşarak o öfkenin tarihsel kesişimini somutlamalıdır. “Biz yaparsak sosyalist devrim yaparız” saplantısından uzak olunmalıdır. “Saf bir işçi devrimi (sosyalist devrim) ummak aptallıktır” diyen Lenin’in sözünü dikkate almak gerekir. Kendi varoluş nedenini ortadan kaldıracak ölçüde biat ettiği ilerleme hattının aslında ezenlere, burjuvalara ve emperyalistlere âit olduğunu görmelidir.
Eren Balkır
28 Aralık 2008

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder