Hayatın, insan ilişkilerinin ötesinde, metafizik
anlamda mutlaklaştırılıp sabitlenmesi, ilerleme fikrinin arka planını
oluşturur. İlerleme anlamında kullanılan her türden ifade tarih boyunca belli
güç odaklarının kendi canlılıklarını korumalarını anlatır. Gerçekte maddenin
hareketliliği ile insanî organizmanın hareketliliği arasında yapılan bir kısa
devre, yani bir tür animizm ile ilerleme fikrinin fikrî temeli oluşmuş olur.
Savaşan unsurların hareketini koşullayan güdüsel
itimler hareketin büyüsünü kendi içinde gizler. Yani savaşan her unsur hareketin
bir anlamda tanrısı gibidir. Her bir ân Tanrı gibi “ol!” (kûn) denilerek var edilir. İlerleme fikri bu hızın yarattığı bir
yanılsamadan başka bir şey değildir. Oysa diğer yandan gücün kırıldığı,
etkisizleştiği momentlerde zaman ân denilen bir askıda asılı kalır. Tarih
incelemesinin zamanı yoktur. Lâkin diğer yandan zaman fikrinin (Tanrı’nın
tarihi gibi) bir tarihçesi yazılabilir.
İlerleme burjuvazinin yarattığı mitolojiye âittir.
Uruk kralı Gılgamış gibi aynı ölümsüzlüğü arayan burjuvazi, kapitalizmin neden
olduğu hareketliliğin hem öznesi hem de nesnesidir. Kendi iç diyalektiğini
işlettiği süreç boyunca adı geçen sınıf hem kendisini hem de kendisi gibi nesne
olan diğer sınıfları inandıracak bir masal arayıp bulmuştur. Bu masalı
destekleyen önemli olaylar arasında Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi gösterilebilir.
Bu olaylar sadece o günü anlamak için elzemken, sözkonusu olayların bugüne âit
tarih aşırı bir sabiteye dönüştürülüyor olması ortaklaşan, kamusallaşan ve
makûlleşen yalanın hâlihazırda güncel olduğunu ele verir.
Marx için bu iki devrim elbette ki önemlidir. Marx
o günün atmosferini solumuş devrimci bir kişilik, bu iki devrimin koşulladığı
devrimci kişiliğini teoride ve pratikte sınamış bir öncüdür. Gene de bu önerme
marksist olmanın Marx gibi olmaktan geçtiğini söylemez. Sanayi Devrimi tecrübe
etmemiş bir ülkenin insanı da marksist olabilir; Fransız Devrimi'ne paralel bir
devrimi görmemiş aydın da marksist mücadele verebilir. Kendi öznelliğine yer
açmak adına Marx’ı tarihsel anlamda göreceleştirmek ilerleme ise eğer bu
ilerleme (burjuva siyasetine teslimiyet anlamında) esarette bir ilerlemedir.
Doğulu, doğulu olmakla doğuya has ideolojik
atmosferi soluyan, milliyetçi ve Müslüman olan çevrelerin marksizmle
ilişkilenmesi bu açıdan sorunlu olmuştur. Bu durum doğal bir sürecin sonucudur.
Batıdan öğrendiği terennümlerle “enternasyonalist”liğini ülkesine dayatan
marksistin milliyetçilerle çatışması kaçınılmazdır. Sadece Fransa’nın laik bir
ülke olduğu göz önünde tutulursa, batı tipi laisizmi ve modernizmi ülkeye
pazarlayan bir marksistin İslamî güçlerle çatışması doğaldır. Elbette örneğin
Türkiye’de halk İslam’ının kavgacı yönüne işaret eden bir Nâzım; ya da bizzat
Kur’an’da “kula kulluk etmeyi” yasaklayan İslam’ın komünalist etkilerine vurgu
yapan bir Kıvılcımlı mevcuttur. Ancak bunlar yetmez. İlerlemeci kafaların batı
ve Avrupa merkezli düşündükleri dünya ve insanlık tarihinden sıyrılmaları
zorunludur. Doğunun geri kalmışlığı ile fikir düzeyinde savaşa tutuşan bir
kişi, öncelikle doğuyu tarih boyunca mağdur eden ve ezen emperyalizme karşı
mücadele etmelidir. Onlar geri kalmışlığın nedeninin emperyalizm olduğunu
bilmektedirler, lâkin işlemi tersten yaparak, düşünceden maddeye doğru
ilerleyerek, önce geri kalmışlıkla mücadele edilmesi gerektiğini düşünürler. Bu
anlamda “minareler süngümüz, camiler kışlamız” diyebilme potansiyeli barındıran
savaşçı bir “halk komünizmi” geleneğinin eksikliği aşikârdır. Bu sözün maddî
imkân bulduğu koşullar illâki bu düzen içinde yaşanacaktı ve bu söz tüm
kaçınılmazlığıyla dillendirilecekti. Ancak adres başkaları oldu. Genel anlamda
doğa, özelde siyasetin doğası gene bir biçimde boşluk kabul etmedi.
Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin birer kışla ve
karargâh olarak inşa edilen mescidlerin keyif amaçlı kullanımına kızıp
bazılarını yıktırdıkları söylenir. Eğer gerekli güç hem teorik hem de politik
anlamda üretilmiş olsaydı, İslamî düşüncenin ve eylemin doğal ve kaçınılmaz
üretimine müdahale edilebilirdi. Süreç ters yönde işlemiştir. İslamî
değerlerin, inançların, akidelerin ve pratiklerin politikleşmesi solu
kırmıştır. Alevîlerle ilişkilere bakıldığında bu görülür. Ülkenin komünist
partisinin bir kanadı dinsizleştirme amacıyla Alevîci olabilmiş, Cem Evleri bir
başka bağlamda kullanılabilmiştir. Din dışına düşen Alevîlik sudan çıkmış
balığa dönmüş, egemenlerin masalarına servis edilmiştir.
İlerleme fikrine karşı olmak her türlü
hareketliliğe, yer değiştirmeye karşı olmak anlamına gelmez. Bunun sonucu
muhafazakârlık değildir. Genelde sol siyaset belli temel konularda kendisini
muhafazakâr olarak niteleyenlerden daha net bir biçimde korumacıdır. Ahlâkın,
ülkenin, değerlerin, koşulların korunması vb... Örneğin, Muhafazakâr Parti
yönetiminde ABD'nin Demokrat Parti iktidarına nazaran daha fazla ilerlediği,
hareket alanını genişlettiği söylenebilir. Bu noktada ilk elden şu sorular akla
gelebilir: İkinci Dünya Savaşı boyunca komünistlerin ABD'de işçi sınıfına grev
ya da eylem telkin etmemiş olması nasıl açıklanabilir? Savaşın ihtiyacı
açısından ülkedeki sınıf mücadelesinin askıya alınmasının teorik açıklaması
olabilir mi? Sömürü koşulları karşısında öznelerin kendi meşruiyet alanlarını
kollamaları doğru mudur?
Bu açıdan muhafazakâr politikalar sol açısından
yaygın bir nitelik arz eder. Bunun nedeni, sol öznelerin kendi varlık
koşullarını kollamalarıdır. Devrim fikri de ilerleme fikri üzerinden tanımlandığında
sözkonusu muhafaza politikaları gelişimin motor gücünün kendilerinde ya da
teorik olarak anlam yükledikleri güçlerde olduğunu söylemeye denk düşer. Sol
kendi meşru konumunu ve koşullarını korumalıdır, bunun için siyaset ülkenin
uluslararası konumuna dayalı yürütülmelidir. Soğuk Savaş olarak nitelenen
dönemde özneler bu açıdan önemli bir alan bulabilmişlerdir. Soğuk Savaş
koşullarında sol özneler resmîleşmiş bir revizyonizmin izinden gitmişlerdir.
Ekim Devrimi Fransız Devrimi ile ikame edilmiştir. Fransız Devrimi’ne dönük
genel burjuva felsefî, ideolojik ve politik kanaatlerin yerini Ekim Devrimi
almıştır.
Sermayenin toplumsal bir olgu ve güç olduğunu
söyleyen Marx, emeğin de aynı ölçüde toplumsal bir olgu olduğu, ancak güç
olamadığı, komünistlerin bu sınıfın güç olması için mücadele etmesi gerektiği
üzerinde durur. Bu açıdan her iki toplumsal olgu ve gücün arasında Çin Seddi
yoktur. Sermaye savunusu, yandaşlığı ne tür argümanlar üretiyorsa, emeğin
sermayeyle simbiyotik bir ilişki içinde olması gerektiğini söyleyen sınıfçılar
da benzer argümanlar üretebilirler. Marx’ın hiçbir yazısında işçi sınıfının
hareketi ile komünist hareketi özdeşleştirdiğine dâir bir söz bulunmaz.
Komünist siyaset sınıfın hareketini hangi momentlerde önemseyeceğini, öne çıkaracağını
bilmek zorundadır. İki hattın arasında yapılan ayrım sınıfın genel tarihsel
süreç dâhilinde, pratikte verdiği mücadele ile belli bir politik dönem
dâhilinde, sınıfın ve geniş emekçi kitlelerin iktidarı için verilen mücadelenin
bir ve aynı şey olmamasına dayanır. Nesnel olarak sosyalizm kendi iktidarını bu
toplumsallıkta bulur.
Sınıfın toplumsallığının belli bir tarihsel hattı
ve bu hattın hem teoride hem de pratikte belirli bir karşılığı olmalıdır.
Sınıfa ideoloji yüklemeye çalışanlar bu sayede savaşabileceğini zannederler.
Oysa sınıfın tarihten getirdiği bir savaş gerekçesi ve birikimi zaten
mevcuttur. Sınıfın hangi ideolojik yükle hareket ettiği politik süreçlere
müdahalesi açısından önemlidir. Din hareketi engelliyorsa ezilmelidir, motive
ediyorsa desteklenmelidir. Dinin bir ideoloji olarak kendi politik pratik
savaşçılarını üretmesine katkı sunmak marksist devrimci mücadelenin bu noktada
üzerinde durması gereken bir husustur.
Sosyalistler tüm toplumu gözetirlerken onu kendi
ölçekleri dâhilinde parçalamaya; komünistler tüm tarihi gözetirlerken onu kendi
öznel ölçekleri dâhilinde parçalamaya çalışırlar. Marksist devrimciliğin bu
“yanlış”a devrimci anlamda müdahale etmesi zorunludur. Sosyalistlerin pratiği
toplumun tarihsel ölçü ve hareketle politik anlamda ayrışmasına; komünistlerin
pratiği ise verili politik dönemin tarihsel boyutunun toplumsal ölçek ve
hareketle ayrışmasına izin vermez.
“Komünistler,
öteki işçi sınıfı partilerinden yalnızca şunlarla ayrılırlar: 1. Farklı ülke
proleterlerinin ulusal savaşımlarında, her türlü milliyetten bağımsız olarak,
tüm proletaryanın ortak çıkarlarına işaret eder ve bunları öne sürerler. 2.
İşçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımının geçmek zorunda olduğu çeşitli
gelişme aşamalarında, her zaman ve her yerde tüm hareketin çıkarlarını temsil
ederler.” [Marx-Engels, Komünist
Manifesto, 1993, s. 123]
Demek ki komünistler, bir yandan pratikte bütün
ülkelerin işçi partilerinin tüm diğer partileri ileri iten en ileri ve en
kararlı kesimidir, öte yandan ise komünistler, teoride proletaryanın büyük
yığınına âit hareket hattını, koşulları ve proleter hareketin nihaî, genel
sonuçlarını açıkça anlama üstünlüğüne sahiptir.
“Komünistlerin
vardıkları teorik sonuçlar, hiçbir biçimde, şu ya da bu sözde dünya reformcusu
tarafından icat olunmuş ya da keşfedilmiş düşüncelere ya da ilkelere
dayandırılmamıştır. Bunlar yalnızca, var olan bir sınıf savaşımından,
gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten doğan ilişkilerin
genel ifadeleridir. Mevcut mülkiyet ilişkilerine son verilmesi, hiç de
komünizmin ayırt edici özelliği değildir.” [K.
Manifesto, s. 124]
Bu alıntı oldukça önemlidir. “Onlar mülkiyet
ilişkilerinin değişmesini istemiyor” diye komünistlerin neden İslamî halk
dinamiklerinden uzak duramayacağını söylüyor bu cümleler. Ayrıca komünist
hareketin, sınıf hareketinin ve sınıf siyasetinin devrimci anlamda
politikleştirilmiş biçimi olduğunu ifade ediyor. “En kararlı ve en ileri”
ifadeleri reformcuların icat ettiği düşünce ve ilkelerden uzakta, somut durumun
somut tahliline yönelmek gerektiğini vazediyor.
Koşulların, akışın ve genel sonuçların kavranması
için belli bir ölçeğin belirlenmesi gerekir. Gençlik döneminden itibaren
Marx’ın belirlediği ve zaten somut bir gerçek olan ölçek Avrupa’dır.
Bugünün marksistleri ise bugüne ilişkin bir ölçek tarif edemiyor; bir gerçek
olarak orada olan ölçeğe ya sırtını dönüyor ya da onu küçümsüyor.
İçinde bulunduğumuz atmosferde oluşan temel
ideolojik etmenler solu etkiliyor. Sol bu yönden kendisinin marksizm, sosyalizm
gibi olguları nasıl ideolojikleştirip onları dinî anlamda edindiğinin farkında
değil. İslam’dan ve dinden kaçış, ideoloji ve teorik üretim alanında
dincileşmeyi ve dinselleştirmeyi beraberinde getiriyor. Esasında sol, iki
maddenin aynı ânda, aynı yerde olamamasına binaen, kendi dinini ve mistik
ideolojik dünyasını korumak adına İslam’a saldırıyor, özce yaşanan bu.
Elbette sınıfçı mânâda “doğu proleterleşmiştir”
denilemez. Özellikle iki Irak savaşı sonrası yaşanan süreçte kimi çevrelerin
yaptığı gibi, metinlerde işçi sınıfı görülen yerlere “doğu halkları” ikâme
edilemez. Aksine işçi sınıfını vurgulayan, onun iktidarını savunan metinlerin
ve teorik çalışmaların bağlamıyla bugünün öne çıkan öznelerinin anlaşılması
için gerekli olan bağlam arasında köprü kurmak gereklidir.
Çartist hareket ve diğer işçi partileriyle ilişki
içinde gelişen ilk dönem marksizm için "işçilerin birliği" önemliydi.
Devrimci geleneğin parçaladığı Rusya gerçeğinde işçilerin birliği değil,
"devrimci işçiler"; Mao için "köylü hareketi", Che için
"köylü halkın silâhlı mücadeleleri" önemliydi. Tüm bunlar arasında
ortak bir köprünün olduğu gerçektir.
Leninist marksizm, maoist marksizm, guevarist
marksizm, troçkist marksizm gibi indirgemeci kaba yaklaşımlardan kurtulup ortak
bir hatta buluşmanın gerekliliği savunulmalı. Bu hattın bugünün gerçekliğinde
savaşan unsurları görmezden gelmesi mümkün değildir. İslamcı hareketlere “işçi”
ya da “ezilen” yaftası yapıştırmak tabiî ki yanlıştır. Lâkin onların maddî
koşullarını, akış yönünü ve genel sonuçlarını irdelemek zorunludur.
Bir mahalde, örneğin bir sanayinin yoğun olduğu
bir ilçede yürütülecek mücadelenin bölge ölçeği ile kesişeceği noktaları
önceden belirlemek mümkün değildir. Belki de ilçede yürütülen mücadele bölgeyi
saracak, bölgedeki genel mücadele o ilçeyi içine alacak. Bu noktada ne
bölgecilik ne de o ilçenin mutlak hâkimiymiş gibi, onu bölgenin karşısına
çıkarmak doğru değildir. Bu anlamda sol kendisini mutlak parça gördüğü yerde
bütünleşme eğilimlerine karşı, kendisini mutlak bütünlük gördüğü yerde
parçalama eğilimlerine karşı körleşiyor. Bu çifte körleşme solun devrimciliğini
iğdiş ediyor, devrimin kendi içindeki fiilî seyrini bir biçimde
etkisizleştiriyor.
Sol, liberalizmin ideolojik ve politik açıdan
hâkim olduğu alanlarda at koşturuyor. Bu durum solun bu alanlardaki görece
hâkimiyetini diğer mahallere ve bölgelere karşı çıkartmasını getirir. Batı
düşmanlığı kadar doğu düşmanlığı vardır ve sol giderek batı hattında meşru
zemin bulmanın kavgasını vermektedir. Liberallere ve burjuvaziye yaranmak adına
bölgede gelişen öfkenin karşısında durmaktadır.
Ortadoğu ya da Avrasya Devrimi değil, Ortadoğu’da
ya da Avrasya’da devrim üzerinde durulmalıdır. İlki devrimin reçetesini batılı
anlamda zaten biliyor ve onu bölgeye dayatıyordur. Devrim teorik açıdan bitmiş,
tamamlanmış, kapatılmış, çitlenmiş, koruma altına alınmış bir şeydir. Bu
yaklaşım politikleşen, bu yönüyle devrimcileşme eğilimi içinde olan bölgenin
devrim hattını göreceleştirme, etkisizleştirme, silme ve ondan bu gerekçelerle
uzaklaşma niyeti ile yüklüdür.
Bu anlamda bölgede gelişen olayların en küçük
mahallede, okulda ya da fabrikada oluşan yansıması ciddiyetle ele alınmalıdır.
Bu yapılmazsa, bu dar alanlardaki mücadelenin bölgeye dönük karşılıklı etkileme
imkânları anlaşılamaz.
Politikadan kopartılıp soyut, politika dışı, özel,
bireyci bir fanusa kapatılmış bir İslam’dan ziyade, tümüyle politikleşmiş ve
devrimci kollarını çıkartmış bir İslam üzerinde durulmalıdır. Bu yönde yaşanan
bir gelişmenin, örneğin küçük bir mahalledeki camide verilen vaazı nasıl
etkilediği dikkate alınmalıdır. Sonuçta mahalledeki küçük iktidar alanlarından
çekilmek yerine oralara girmek somut sonuçlar doğuracaktır (teslim edilmelidir
ki mahalle halkının çalıştığı fabrikada yaşanan grevin çağrısının camide imam
tarafından yapılması önemlidir!).
Solun ülkedeki ideolojik atmosferde hâkim bir ton
olabilmesinin tek yolu, verili ideolojik argümanlarla devrimci mânâda
uzlaşmasıdır. Uzlaşma kör bir reddiyeye karşı maddî bir kabule muhtaçtır.
Kurulacak ilişki genel havayı da değiştirecektir. Somut bir veri olarak ortada
duran ideolojik tonların politikleşme imkânlarına karşı sol bu sayede tetikte
olacaktır. Verili karşılıklı ilişki ve ideolojik etkileşim, düne kadar düşman
safta konum almış ideolojik-politik unsurların dönüşmesini de getirir.
Sol devrimcidir, yani niteliksel anlamda
dönüştürücüdür. Böyle olmalıdır. Her solcu hata yapmayan insanın hiçbir şey
yapmayan insan olduğunu bilir, lâkin gene de bu tip konulardan uzak kalmanın
gerektiğini vazedip durur. Elini ateşin içine sokmaksızın halka onun ideolojik
yönelimlerini karalar. Oysa solun kendi varlık nedeni tam da bu genel ideolojik
haritayı değiştirmektir.
Peki, bu harita nasıl dönüştürülecek? Burada
hâlihazırda faal olan güçlerin toplumsal-tarihsel zemini incelenmelidir.
Teolojik, felsefî, bilimci vb. yaklaşımlar yerine salt politik değerlendirme
elzemdir. Politik değerlendirmenin felsefe ya da bilim temelli olması başka bir
şeydir, sonuçların felsefe ve bilim zannedilmesi başka bir şeydir. Politik
öncünün felsefe ve bilim üzerinden yaptığı analizler verili durumun politik
olma koşullarını inceler. Genel bir çerçeve sunar. Öncü için bu veriler içinde
hareket edilecek oyun sahası değil, somut gerçekliğin dönüştürülmesinde
kullanılacak temel çıkış noktalarıdır. Yani, felsefe ve bilim üzerinden elde
edilen teorik sonuçlara politik özne kendisini kapatmamalı; aksine onları
verili gerçeklikteki tıkanıklığı aşmanın aracı olarak kullanmalıdır.
60’lı yıllarda İslam üzerinden politikleşenlerin
önlerindeki tek referans noktası marksizmdi. Bu nedenle İslamcılar ya marksist
sosyalizmi fikirsel düzeyde benimsemişler ya da ona karşı çıktıktan sonra
farklı kurgular oluşturarak İslam’ı bu kurgulara uydurmuşlardır. Bunun nedeni,
politikleşmenin en önemli bileşenlerinden birisinin sosyalist hareket
olmasındandır. İktidara karşı politikleşmenin giriş kapısında sosyalizmin adı
yazılıdır. İslam’ın politikleşmesinin temel ayracı marksizmdir. Mısır’da
eğitilen İslamcıların sosyalizm analizleri, Şeriatî’nin İran’da yaptığı
marksizm eleştirileri genel çerçeveyi belirler. Bu noktada İslam’ın
politikleşmesinde marksizmin önemli payı vardır. Bunun nedeni, İslam’ın
politikleşmesini koşullayan gerçekliğin önemli bir bileşeninin marksizm
olmasıdır.
Özellikle altmışlarda toplum ve tarih ile ilgili
söz etmek ve buradan eyleme geçmek isteyen istisnasız herkes, olumlu ya da
olumsuz mânâda, marksizme atıfta bulunmak zorunda kalmıştır.
Bugün durum tersidir. Bugün de marksizmi İslamî
anlamda yorumlayanlar çıkabilir. Tersine bir süreç işleyebilir. Özellikle
Ortadoğu’da tüm temel kurgularını yitirmiş marksistler İslam’a referansla
düşünmeye ya da eylemeye başlayabilirler. Eskiden süreç marksistlerin düştüğü
şerhlerle anlaşılıyordu, bugün tersi yaşanabilir. Sahte bir doğu-batı
karşıtlığının belirleniminde batıdan kaçanlar İslam’ın kucağına düşebilir.
Gene de bu tip gelişmeler olumsuz addedilip çöpe
atılmamalıdır. Bunlar gerçekliğin temel bir öğesi olarak görülmeli, soğukkanlı,
objektif bir analizin konusu yapılmalıdır. Marksistler kendiliğinden,
kontrolsüz, kaotik dinamiklerden korkmazlar; aksine onları örgütleyip
toplumsal-tarihsel sürecin dönüşümüne katarlar.
ABD en az elli yıl olarak öngördüğü savaş sürecini
başlatırken marksistler hâlâ eski işlerine devam edemezler. Yeni dönemin
gereklerini karşılamak için uygun tahkimatı yapmalıdırlar. Bu noktada on yıldır
İslam’ın ideolojik-politik ilerleyişini hiçbir küçümsemeye veya yüksünmeye izin
vermeden incelemelidirler. Felsefe ve bilim tarihi içinde yaptıklarının
anlamını sorgulayacağına, verili maddî gerçeklik içinde yaptıklarının anlamını
ve muhtevasını anlamaya çalışmalıdırlar. Kurtulacak olan felsefe ya da bilim
değil, bölgenin mazlum emekçi halklarıdır.
Emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmak, esaretin
zincirini kırmak için bu dönem önemli bir fırsat olarak görülmelidir.
Marksizmin muhatabı bütün olarak İslam değil, İslamcılardır. Saf, iyi niyetli,
kendi hâlinde, vicdanı ile Allah arasında öznel köprüler kuran, namazında
niyazında olan Müslüman değil, politik İslam dikkate alınmalıdır. Muhatap
konusu bir din, ideoloji, kültür, yaşam tarzı olarak İslam değil, politik İslam’dır. Ayrışmış, saflaşmış,
taraf olmuş, parçalanmış, zâlimlere ve sömürücülere karşı cephe almış İslam…
Aksi yönde bir çaba dâhilinde hareket edilip genel teorik düzeyde İslam’ın
marksizm ile karşılanması zorunlu olarak benzerliklerin ve farkların
belirlenmesini beraberinde getirecektir. Boş, teorik bir gevezelik anlamında
İslam’ın “materyalist” bir din olduğu iddia edilecek, İslam’daki sosyalizan
öğelerin altı çizilecektir. Geleceğe özellikle ahretle ilgili tartışmalar
belirleyici olacaktır.
Süreci kimin devrimcileştireceği önceden
bilinemez. İslam da yapabilir. Vehabîlik-Şiilik biçimindeki İslam içi politik
ve teorik ayrışma marksistler için dönüştürülmesi gereken bir unsurdur. Ya
güçlerin farklı bağlamda kolektivize edilmesi için uğraşmalı ya da ayrışma
somut bir zemine kavuşturmalıdır.
Lenin de Ekim Devrimi’nin hemen öncesinde kimi
çevreler tarafından “Alman ajanı” olarak nitelenmiştir. İslamcıların ABD’yle
ilişkilerinin kesilmesine umutla bakılmalı, inatla onların “CIA ajanı” olduğu
fikrinden vazgeçilmelidir. Savaşan gerçek ne ise o hakikattir.
Konspiratif analizlerle bir yere varılamaz. İslamî
hareketin içinden, Marx’ın söylediği anlamda, “en kararlı ve en ileri”
unsurların çıkması imkânsız değildir. Kendi kukla devletlerini savunan İslamî
yapıların dışında Kandahar’dan Çeçenya’ya oradan Bosna ve Filistin’e uzanan
devrimci bir İslamî gelenek İslamî hareketin “manifesto”sunu pratikte
yazmaktadır. Bu her zamankinden daha fazla ciddîye alınmalıdır.
ABD bölgenin haritasını değiştirmeye geldiyse,
“eski harita”nın muhafaza edilmeye çalışılması devrimciliğe alan açmaz. O hâlde
marksistlerin yeni bir haritayı düşmanın karşısına çıkartmaları gerekmektedir.
Uç bir kimlik olarak sunulsa da, El Cezire TV’de Che’ye benzetilen Ladin, “her
ne kadar ateist de olsa sosyalistlerle ittifak yapılabilir” demektedir. Bu
ifade de önemsenmelidir.
Çeçenya’da ya da Afganistan’da Türk gerillaların
varlığı, orada verilen mücadelenin millî (ya da milliyetçi) bir niteliğe sahip
olmadığını gösterir. Benzer bir durum, geçmişte Filistin’de mücadele eden Türk
devrimcilerinin İslam’ın ya da Arapların kurtuluşu için mücadele etmemiş
olmalarında da görülür.
Sonuç olarak sol, kendi
kafasında çizdiği ilerleme hattına toplumsal-tarihsel olgu ve olayları
yerleştirmekten vazgeçmelidir. Kolektif hayat farklı telden ve farklı dilden
akmaktadır. Sosyalizmi ya da devrimi bu ilerleme hattı ölçüsünde anlamamalıdır.
1871’de Parisli işçilerin öfkesindeki irrasyonaliteyi, kaosu ve kontrolsüzlüğü
sevmelidir. Bugünün öfkesiyle buluşarak o öfkenin tarihsel kesişimini
somutlamalıdır. “Biz yaparsak sosyalist devrim yaparız” saplantısından uzak
olunmalıdır. “Saf bir işçi devrimi (sosyalist devrim) ummak aptallıktır” diyen
Lenin’in sözünü dikkate almak gerekir. Kendi varoluş nedenini ortadan
kaldıracak ölçüde biat ettiği ilerleme hattının aslında ezenlere, burjuvalara
ve emperyalistlere âit olduğunu görmelidir.
Eren Balkır
28 Aralık 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder