“Yenilgici
[Defeatist] Düşünceye Yanıt”, genel olarak yenilgi zihniyetini, özel olarak
da Arap ve Filistin koşullarında yenilgiyi meşrulaştırmak için kullanılan sahte
argümanları ele alan bir çalışmadır.
Zalimlerin
boyunduruğu altına girdikçe, ezilenler, içinde bulundukları durumu rasyonel ya
da kaçınılmaz saymaları yönünde telkinlere maruz kalırlar. Statükonun
sözcüleri, bu yöndeki rasyonalizasyonları teşvik etmek ve zihinsel köleliğin
zincirlerini oluşturmak için ortaya atılırlar.
Bu
nedenle, gerçek kurtuluş yoluna girmek için yenilgici argümanları tespit etmek
ve çürütmek gerekli hale gelmektedir.
Aşağıdaki
yazı, “yenilgiciliği yenmeye” yönelik bir girişimdir. Her ne kadar amacı ve
incelenen argümanların çoğu siyasi nitelikte olsa da, yaklaşım son derece
alışılmadıktır ve psikoloji, askeri bilim, tarih, ekonomi ve çocuk
edebiyatından serbestçe yararlanmaktadır. Dizinin bazı bölümleri çocuklarınız
veya küçük kardeşleriniz için de çok faydalı olacaktır. Diğer bazı bölümler ise
daha doğrudan ve politiktir. Ancak bu seri, yenilgici düşünceye verilmiş tek
bir bölünmez bütün olarak da görülebilir.
Yazı,
İbrahim Alluş tarafından kaleme alınmış, başta Nebile Harb, Ziad Cişi ve Fadia
Rafidie olmak üzere Free Arab Voice [“Özgür Arapların Sesi”]
dostları ve editörleri tarafından redakte edilmiştir.
* * *
Psiko-Politik
Bir Hastalık Olarak Yenilgicilik
Bugünlerde
bir sirke giderseniz, sadece ince bir iple bağlanmış bir noktada, şikâyet
etmeden duran çok büyük bir fil görebilirsiniz. Bu file biz X diyelim...
Fil
X’in sadece o küçük ipten değil, bundan çok daha kalın ve güçlü iplerden
kurtulacak kadar kas gücüne sahip olduğuna şüphe yoktur.
“Ama
bu herhangi bir ip değil” mi diyorsunuz? Hayır efendim! Bu, X’in genç ve
güçsüzken bağlandığı ipin aynısı ya da ona çok benzeyen bir ip.
Zamanla
bu ipin fikri bile caydırıcı olmaya başladı. Sadece onu görmek bile teslim
olmayı ve hareketsiz kalmayı çağrıştırdı. Böyle bir durumda, ip içselleştirilmiş olur. X, yenilgisini (Adil Samara’nın Siyasal İslam
Hakkında isimli broşüründe kullandığı bu terimi kullanacak olursak) içselleştirmiştir.
Başarısızlık
korkusu ya da kendi değersizliğimize olan inanç yüzünden, bireyler ve
ulus-ümmet olarak hayatlarımızdaki ilerleme yeteneğimizi engellediğinde, bu içteki
ip, psiko-politik bir hastalığa dönüşür.
Pek
çoğumuz, Siyonistlerle aramızdaki çatışmada sembolik ya da ahlaki unsurların
önemli olmadığını düşünüyoruz. Aslında X’in ipinden, hiçbir şeyin bu düşünceden
daha saçma olmadığını öğrenebiliriz. Askeri stratejide moral üstünlüğünün en az
donanım, stratejik planlama, disiplin ve lojistik üstünlüğü kadar önemli olduğu
bir gerçektir.
Düşman,
daha işin başında sizin şevkinizi ve direnme isteğinizi yok edebilirse, zafere
ulaşmak daha kolay bir iş haline gelir. Sun Tzu’nun kadim Çin klasiği Savaş
Sanatı’nda bu hakikat şöyle dillendirilmiştir: En iyisi, savaşmadan
kazanmaktır.
Düşmanın
teknolojik üstünlüğü, her yerde casusları bulunduğu ya da sadece
çocukluğunuzdan beri yenilgiye bağımlı olduğunuz için kaybetmeye mahkûm
olduğunuza inanıyorsanız, bu durum düşmanın işini çok daha kolaylaştıracaktır,
değil mi? Biz, işgal ve diktatörlük altında ezilirken sık sık bu şekilde
düşünsek de Vietnamlılar, Cezayirliler ve kendilerini özgürleştirmeyi başaran
(ancak özgürleştikten sonra iyi bir rejim kurmayı beceremeyen!) sayıca az tüm
halkların bu şekilde düşünmediğini unutmayın. Baskı altında kaldığınızda,
ilerleme kaydetmeyi umuyorsanız olasılıklara meydan okumalısınız! Öte
yandan, her zaman olasılıklara göre oynarsanız, boyun eğmeniz üzerine kurulu statükonun
kölesi olursunuz.
“İsrail”in
tanınmasının kâğıt üzerindeki anlamsız bir mürekkep lekesinden başka bir şey
olmadığını mı düşünüyorsunuz? Öyleyse tekrar düşünün! Tanınma, meşruiyet
demektir. Eğer düşmanımıza meşruiyet verirsek, mücadelemiz otomatik olarak
gayrimeşru hale gelir.
Bu
tanıma siyasi anlamda, X’in boynundaki iple aynı şeydir. Bu durum, Siyonizme ve
onun devletine karşı mücadele eden her Filistinli, Arap ya da İslami eylemciye
karşı kullanılacaktır. Bu tanımanın kendisi, bir ulus ve aktivistler olarak
psikolojik yenilgimizden kaynaklanmaktadır ve en zayıf anlarımızdan birinde
bize dayatılmıştır.
Biz
Araplar, savaşmak için kolektif iradeden mahrum olduğumuz için kullanmadığımız
muazzam insani, ekonomik ve siyasi kaynaklara sahibiz. Kolektif iradeden
yoksunluğumuzun nedenlerinden biri, bir zamanlar Nasır’ın sağladığı türden bir
önderlikten yoksun olmamızdır [Bu metnin 20 yılı aşkın bir zaman önce kaleme
alındığını hatırlatalım -Medya Şafak]. Bir diğeri ise çoğumuza farklı
derecelerde bulaşan psiko-politik yenilginin içsel hastalığıdır.
İçimizdeki
yenilgicilikle bilinçli ve kasıtlı bir şekilde yüzleşmeli, kazanma iradesini
ortaya koymalıyız. Kendimize meydan okuyarak, bilincimize gömülü
kendi meşhur X ipimizi oluşturan tüm siyasi gerekçeleri -önceki başarısızlıklar
da dâhil olmak üzere- dikkatle inceleyerek başlayalım.
181,
242, 338 Sayılı Kararlar ve Hâlâ Sayıyoruz…
Bir
ilke meselesi olarak “İsrail”in meşruiyetinin tanınmasına kategorik olarak
karşı çıkılabilir! Ancak farklı siyasi durumları birbirinden ayırt edemeyecek
kadar dar görüşlü olunamaz.
Tüm
siyasi durumlar eşit değildir. Örneğin, Birleşmiş Milletler’in 242 ve 338
sayılı kararlarının Araplara Camp David, Oslo ve Vadi Arabe’den[1] elde ettiklerinin toplamından çok daha fazlasını
sunduğunu anlamak gerekir. BM’nin 242 sayılı kararı “İsrail”in 1967'de işgal
ettiği topraklardan (Sina, Batı Şeria, Gazze ve Golan Tepeleri) çekilmesini
gerektiriyordu. Karar ayrıca bölgedeki tüm devletlerin barış ve güvenlik
hakkını da garanti altına alıyordu.
Ancak
“İsrail”, 1967’de işgal ettiği toprakları iade etmek yerine, bu toprakların bir
kısmını tüm Arap devletleriyle tam bir normalleşme pazarlığı yapmak için
kullanıyor. Siyonist Devlet, topraklarımızı açık pazarlar, diplomatik bağlar ve
güvenlik işbirliği için bir pazarlık kozu olarak kullanırken, aynı zamanda Doğu
Kudüs, Batı Şeria ve Golan gibi vatanımızın diğer bölgelerinde daha da yerleşik
hale geliyor. Oslo ya da Vadi Arabe kapsamında “İsrail” ile normalleşmenin, 242
sayılı kararla garanti altına alınan “Barış” ve “Güvenlik”ten çok daha fazlası
olduğunu, bunun sadece askeri anlamda yorumlanmaması gerektiğini unutmayın.
Kayıtlara
geçmesi açısından, 1967 savaşının ardından, tüm Arap rejimleri (Abdünnasır’ınki
de dâhil olmak üzere) BM’de kabul edildiğinde, 242 sayılı kararı onaylamıştı.
Dolayısıyla, 242’nin uygulanmamasının faturasını “retçilere" çıkaramayız!
1974’te FKÖ’nün o zamanki devrimci liderliği 242’ye olan muhalefetini yumuşattı
ve 242’ye Filistinlilerden kimlik sahibi bir halk olarak değil de mülteci
olarak bahsettiği için karşı çıktığını ilan etti. Görünüşte vatansever olan
Filistinlilerin bu tutumu, FKÖ'nün “İsrail” de dâhil olmak üzere bölgedeki tüm “devletlerin”
barış ve güvenlik içinde yaşamasına karşı olmadığını ima ediyordu.
Eğer
durum böyleyse, neden Batı Şeria ve Gazze iade edilmedi ve neden bugün
bağımsız, vatansever, Filistinli, ancak “gerçekçi” taleplerimizin çıtasını Batı
Şeria’nın sadece %10-13’üne indirdik?
Bunun
cevabı, siyasi oyunda kurnaz oyuncularmışız gibi davranmaya yönelik dar görüşlü
hevesimizde yatıyor olabilir. Ancak buradaki sorun, oyunun kendisinin ve
kurallarının düşmanlarımız tarafından yaratılmış olmasıdır.
Birleşmiş
Milletler’in 242 sayılı kararının kendisi, bize Filistin’i Araplar ve Yahudiler
arasında bölen 181 sayılı BM kararından daha az toprak vermiştir.
Yine
de 1948’de “İsrail”, zaten adaletsiz olan 181 sayılı karar uyarınca kendisine
verilenden %40-50 daha fazla toprağı ele geçirdi. Araplar tarafından 242’nin
tam olarak uygulanmasının talep edilmesi de ne yazık ki 181’i tarihe gömdü.
Benzer şekilde, Netanyahu’dan Oslo’daki yükümlülüklerini yerine getirmesini
talep etmek de nispeten daha elverişli olan 242’yi tarihin tozlu raflarına
kaldırdı! Şimdi Wye’yi[2] uygulamak için bir anlaşma
imzaladık. Kendimizi tamamen yenilginin çukurunda bulana kadar bu böyle devam
edecek.
Sözün
özü, “bir şey hiç yoktan iyidir” diye bu kadar az şeyi kabul etmeye hazır
olmamız, düşmanı bizden daha fazla taviz koparmaya teşvik ediyor. Bu Siyonist
dünyada bırakın aptal bir zayıfı, sadece zayıfın bile gözünün yaşına bakılmaz.
Bağımsız Filistin karar alma mekanizmasının gururlu bayrağı altında, kirlenen
arzumuzu teslimiyetle kurtarmaya koşullandıkça, düşmanımızdan aldığımız her
küçük tavizin tüm zaferlerin anası olduğuna inanmaya yöneltiliyoruz, çünkü
sürekli ‘bir şey hiçbir şeyden iyidir’ deniyor! Aslında, haklarımızın bir
kısmına razı olduğumuzda, neredeyse hiçbir şey elde edemeyiz! Bir şey elde
etmek için her şeyi talep etmelisiniz. Muhtemelen.
Bu
da gösteriyor ki bu bataklığın çözümü, yenilgiye olan bağımlılığımızı
reddetmemizden geçiyor. Bunu yapabilmek için seferber olmak, örgütlenmek ve
mümkün olan her türlü siyasi, ekonomik, bilimsel ve askeri kabiliyet ve
ittifakı elde etmek için çalışmak gibi zor bir seçimi benimsemeliyiz.
Ancak
o zaman, müzakere etmeyi seçersek güçlü bir pozisyondan müzakere edebilir,
zamanı geldiğinde de azgın boğalar gibi savaşabiliriz.
Zafer
kazanmak isteyen uluslar, önce yenilgici liderlerinden kurtulmalıdır.
Yenilgici
Düşünce Olarak Bireycilik
Biz
Araplar, hükümetler olarak tavır almaya cesaret edemediğimiz bir noktaya geldik
ve bireysel tavır alanları da mantıksız ya da deli saymaya başladık.
Filistin
söz konusu olduğunda bunu yapıyoruz ve kuşatma altındaki Arap devletleri
meselesinde de aynı şekilde davranıyoruz. Üstelik bunu tüm Arap ülkelerindeki
diktatörlük rejimleriyle mücadele konusunda da yapıyoruz. küçük düşünme
uyuşturucusuna bağımlı hale geldik. Bu illa korkaklık anlamına gelmese de, aynı
derecede zayıflatıcıdır ve bu eğilimin sonucunda davamız zarar görmektedir.
Küçük
düşündüğümüzde, maliyet ve faydalarımızı Arap veya Dünya Topluluğu’nun üyeleri
şeklinde değil, yalnızca izole bireyler olarak değerlendiririz. İşte buna uygun
bir mesel: Aç bir kurt bir köye gelir. Köyün çocuklarından birini yemek ister.
Köydeki her hane, kendisini diğer hanelerden daha akıllı görerek, kurdu
savuşturmak için dışarı çıkma riskinden kaçınır, bunun yerine, kurdun başkasının
çocuğunu seçeceğini umar. Yani yapılacak en akıllıca şeyin bu olduğunu
düşünerek hiçbir şey yapmaz!
Kurt,
bugün başka birinin çocuğunu seçtiğinde, Allah’a şükreder ve
bilgeliğiniz için kendinizi tebrik edersiniz. Ama kurt yarın ya da
ertesi gün sizin çocuğunuzu seçtiğinde, kurdu ortadan kaldırmak için hiçbir şey
yapmadığı için toplumu lanetleyeceksiniz. Komşuları lanetliyorsunuz ama kurdun
devam eden yırtıcılığının kolektif sorumluluğundaki kendi payınızı asla
görmüyorsunuz. Sonuç olarak, kurt her gün bir köy çocuğunu daha kapıyor.
Bizim
durumumuzda işler çok daha kötü bir hal aldı. Kurt geldiğinde, bazı “akıllı”
köylüler diğer komşularının çocuklarını kurda atmaya başlıyorlar ki kurt, kendi
çocuklarını bulmadan önce onları yesin!
Bu
hikâyenin arkasındaki ibret dersi, küçük düşünmenin hiç de akıllıca
olmadığıdır. Tavır almak yapılacak en akıllıca şeydir. Buradaki sorun, hiç
kimsenin kötü kurtla tek başına savaşamayacağıdır.
Sayı
üstünlüğü bizde olduğundan, bu soruna benim naçizane çözümüm, başka hiçbir
çocuğun kurda yem olmamasını garanti altına almak için 'komşuları' toplu
olarak risk üstlenmeye ikna etmektir.
Birinin
liderliği ele alması gerekiyor. Nasır öldüğüne ve çocuklarının çoğu da kurtlar
tarafından yendiğine göre, geriye kim kalıyor? Siz öne çıksanız nasıl olur?
İşgalcileri
Kültürel Olarak İçimizde Eritebilir Miyiz?
Yani...
Amiral,
alchmey, alchohol, algebra, almanac, arsenal, vs. vs. vs. Bu kelimelerin,
hepsinin 'a' harfiyle başlamalarının dışındaki ortak noktası nedir biliyor
musunuz?
Hepsi
Arapça kökenli İngilizce kelimelerdir ve bu, İngilizce sözlükte 'a' harfi
altında bulunan kelimelerin sadece küçük bir kısmıdır. Amiral=amir el-bahr,
alchmey=kimya, alchohol=el-kuhûl, algebra=jaber, almanac=taqweem, arsenal= dar
as-san’a, vs. vs... (kaynak: İngilizce-Arapça Mawred Sözlüğü’nün sonu, 1992)
Arapların
kültürel olarak daha ileri oldukları ve dünya medeniyetine önemli katkılarda
bulundukları bir dönem vardı. Dil kültürden, düşünce süreçlerinden, bilimden,
teknolojiden ya da bunların ürünlerinden ayrı tutulamayacağı için bu durum dile
de yansıyordu. Şimdi ne yazık ki pek çok Arap, iyi bir Arapça ile iletişim dahi
kuramıyor ya da bir zamanlar olduğu gibi şiiri -bırakın yaratmayı- takdir de
edemiyor!
Bir
zamanlar önemli bir şey öğrenmek ya da yazmak istiyorsanız bunu Arapça yapmak
zorundaydınız. Dahası, Avrupalı prensler evlerini Arap prenslerin tarzına göre
tasarlıyordu ve Arap kıyafetleri en son modaydı.
Durum
böyleyken, kendilerine Haçlılar diyen istilacılar gibi yabancıları kültürel
olarak absorbe etmek mümkündü. Öte yandan şimdi, fark ettiyseniz, biraz daha
gerideyiz. 'Bilgisayar', 'TV', 'VCR', 'izafiyet teorisi', 'nükleer füzyon', vs.
vs. gibi kelimeler Arapça kökenli değil. (Genellikle 'uydu'/’satellite’
dediğimizi, bunun komik bir Arapça çevirisi olan 'endüstriyel ay'ı kullanmadığımızı
unutmayın.) Amerikalılar her zamankinden daha fazla ‘şavurma’ [dürüm] ve
‘felafil’ yiyor olabilirler, ancak Araplaşmıyorlar ve biz, dünyanın geri
kalanıyla birlikte, Avrupalıların üzüntüsüne rağmen, giderek Amerikanlaşıyoruz!
Bunun
nedeni, kültürel etkileşimin tarihi altın kuralıdır: Daha gelişmiş kültürler
daha az gelişmiş kültürleri özümler, tersi olmaz. Arapların geri kalmış
Haçlıları kültürel olarak özümlemesinin (absorbe etmesinin) mümkün olmasının ve
bugün Arapların ‘İsraillilere’ aynı şeyi yapmasının mümkün olmayışının nedeni
budur. Bunu kabul etmek istemeyebilirsiniz ama burada önce neyle karşı karşıya
olduğumuzu bilmemiz gerekiyor. Siyonistlerin arkasında Batı var ve 'biz' ile
'onlar' arasındaki mesafe kendimizi kandırmamıza izin vermeyecek kadar fazla.
Faysal
Hüseyni ve Fetih’ten diğerleri diyor ki: “İsrailliler”i dert etmeyin! Haçlılara
yaptığımız gibi onları da kültürel olarak içimizde eriteceğiz. Bu nedenle,
onlara mümkün olduğunca açılalım [bunu “onlara teslim olalım” diye okuyun!] ve
onları bu şekilde yenelim! Üzgünüm ama bu hiç gerçekçi değil, artık uyanalım.
Bu konuda bir şeyler yapmazsak, tıpkı Amerikan yerlileri gibi kültürel yok oluş
ve kimlik yitimi tehdidiyle karşı karşıya kalacağız.
Uzun
vadede onları kültürel olarak özümleyeceğimizi söylemek, yenilgici projelere
uymayı meşrulaştırmanın siyasi bir yoludur sadece! Bu durum, tarihsel olarak
Amerika’daki beyaz yerleşimcilerin tehdit olmadığını çünkü
Kızılderilileşeceklerini ya da Cezayir’deki Fransızların Araplaşacağını
söylemekle eşdeğerdir!
Haçlılar
topraklarımıza geldiklerinde, şekerin ne olduğunu bilmiyorlardı. Nasıl
kullanılacağını bildikleri tek tatlandırıcı baldı. Biz onlara ‘sukkar’ı
tanıttık ve bu İngilizcede ‘sugar’, Fransızca'da ‘sucre’ oldu ve bu böyle devam
etti. Arap kültürünün yükselişte olduğu o dönemde kültürel özümlemeden
bahsedebilirdik. Bugün aynı şeyi ‘İsrailliler’ için söyleyebilir miyiz? Bence
hayır. Bu arada, Arapların son zamanlarda İngilizceye kazandırdığı birkaç
kelimeden biri de ‘İntifada’ idi. Biz bunun gibi daha fazla küçük kelime icat
etmeye bakalım, çok şey anlatan türden kelimeler…
İnsanların
‘İsraillileri’ kültürel olarak eritmekten bahsederken göz ardı ettikleri ikinci
şey, onların filistin'e diğer kültürlerde erimemek için geldikleridir. Bu
işgalci grubun getto zihniyeti, kültürel olarak daha gelişmiş Avrupalıların
bile onları kendi toplumlarına çekmelerini engellemiştir. 'Asimilasyon' Yahudi
toplumunda kirli bir kelimedir. Aşkenazlar, Avrupa kültürlerine asimile olmaya
yüzlerce yıl direndikten sonra Filistin'e kendi uluslararası gettolarını
yaratmak için geldiler. Siyonizmin arkasındaki tüm fikir, onların Tanrı'nın seçilmiş
halkı olduğu ve Filistin’in onlara vadedildiğidir! Bu, mücadele etmemiz
gereken bir şeydir, özümlememiz değil. bunu özümlemek Siyonistleşmek
demektir ve Siyonist toplumda Yahudiler dışında kimseye -köleler
dışında- yer yoktur!
İşe
Yarar Bir Rasyonel Strateji Olarak Azim, Sabır Ve Direniş
Birçoğumuz,
Filistin'in kurtuluşu ya da Siyonizm karşısında direngenlik fikrinin, ellili ve
altmışlı yıllardan kalma aşırı ağır siyasi bagajlar olduğuna inanmaya başladık.
Artık birçoğumuz bunların slogan, belki de şiir olduğuna ve mevcut siyasi
gerçekliğin ortaya koyduğu zor soruları etkili bir şekilde yanıtlamadığına
inanıyoruz. Ancak direngenlik, azim ve sabır kavramının dikkatli bir analizi,
bunun önümüzdeki yüzyılda da siyasi hedeflerimize ulaşmada etkili, hatta
vazgeçilmez bir strateji olabileceğini kanıtlayabilir.
Bu
sonuç, direşkenliğin (direngenlik, sebatkârlık, kararlılık, azim, sabır; tümü sumûd
kelimesinin karşılığı olarak kullanıldı -Medya Şafak) savaşların kazanılmasında
oynadığı rolün soğuk, keskin ve objektif bir biçimde ele alınmasından
doğmaktadır.
Napolyon
savaşlarında ve sonrasındaki birkaç on yıl boyunca geleneksel askeri strateji,
önce düşman hatlarının top atışlarıyla yoğun bir şekilde bombalanmasını,
ardından da koordineli saldırı dalgaları halinde ilerleyerek düşman direnişinin
kalan ceplerini tüfek ve süngülerle bitirmeyi gerektiriyordu.
Sanayide
montaj hattının ortaya çıkması ve pek çok mermi atabilen makineli tüfeklerin
icadıyla birlikte, ağır bombardıman sonrasında düşmanın hayatta kalan küçük
direniş birimleri, akın akın ilerleyen birlikleri biçebilir hale geldi. Bu da
avantajın hücumdan savunmaya geçtiği anlamına geliyordu. Bu nedenle I. Dünya
Savaşı bir çıkmazlar savaşıydı. Düşmana bir ders verdiklerini düşünerek
saldırıya geçen savunmacılar, kendilerini vahşi makineli tüfek ateşinin
kurbanları olarak benzer bir ders alırken buldular.
Sivil
sanayi daha sermaye yoğun hale geldikçe, Almanlar bu sorunu İkinci Dünya Savaşı’nda
savaş alanına tankları sokarak ve Blitzkrieg (“Yıldırım Savaşı”)
kavramını geliştirerek çözmüştü. Blitzkrieg stratejisinde, Napolyon
savaşlarındaki gibi yoğun bombardıman, iyi tahkim edilmiş bir savunma hattının
(ünlü Magineaux hattı gibi) küçük bir bölümüne yoğunlaştırılıyor, ardından
tanklar bu bölümü ezip geçiyordu. Piyade birlikleri daha sonra bu hareketli
çelik tahkimatın arkasında, düşman makineli tüfek ateşinden korunarak güvenle
yürüyebiliyordu. Bu ilk nüfuz sağlandıktan sonra, savunma hattının diğer
kısımlarındaki birlikler kuşatılacaktı ve onların teslim olmak için pazarlık
yapmaktan başka çareleri kalmayacaktı. Görünüşte aşılmaz olan savunma
hatlarının çökmesi, düşman askerlerinin kaçarak ya da pes ederek hayatlarını
korumanın en akıllıca yol olacağı sonucuna varmalarına yol açacaktı.
Dünya
Savaşı’nda Alman Blitzkrieg’inin stratejik bir silah olarak etkinliğini
ilk kıranlar Sovyetler olmuştur. Sovyet hatlarına ilk sızma gerçekleştikten
sonra -ki bu kadar büyük kuvvetleri uzun savunma hattının sınırlı bir bölümüne
yoğunlaştırdığınızda bu her zaman kolaydır- Sovyet komutanları savunma hattının
diğer bölümlerindeki tüm Kızıl Ordu birliklerine -kuşatılmış olsun ya da
olmasınlar, sağlam ya da darbe almış, erzaklı ya da erzaksız vaziyette
olsunlar- her durumda mevzilerini korumalarını emrediyordu. Diğer yerlerde ne
olduğuna bakmaksızın son savaşçıya kadar direniş. Teslim olmak, müzakere
etmek, hiçbir koşul altında geri çekilmek yok. Sadece hattınızın gerisinde
savaşmaya devam edin ki buralar gelecekteki bir karşı saldırı için üs
olabilsinler ya da en azından Almanların başka yerlerde boşluklar açarak daha
fazla ilerlemesini önleyebilsinler. Stalingrad’daki efsanevi direniş işte bu
rasyonel seçimin ürünüydü.
Ancak
bu strateji, o zamanki geleneksel askeri kabul değildi. Bir Blitzkrieg
veya kuşatma nedeniyle genel savunma hattınız ve planınız çöktükten sonra
savaşmaya devam etmek, dönemin askeri stratejistleri tarafından en iyi
ihtimalle duygusal ve ölümcül, inatçı bir kibir tezahürü addediliyordu. Ama
Sovyetler buna sebatkârlık diyordu. Filistinli bir kulağa hoş gelse de
bu bir şiir ya da slogan değildir.
Azim
ve sebat, Blitzkrieg’lere karşı etkili ve somut bir stratejik savunma
olarak işe yaradı. Elbette Sovyetler Birliği, ayrıca RPG'yi, yani tek
bir piyadenin omzunda taşınıp fırlatılabilen hafif tanksavar roketatarını
geliştirmişti.
Aslında
bu kararlılık o kadar işe yaradı ki, Almanlar, daha sonra Amerikan ve Sovyet
birliklerinin saldırısı karşısında aynı yöntemi benimsediler. Burada Alman
kararlılığının nasıl aşıldığı ve bu süreçte müttefiklere ödetilen bedel
üzerinde durmayacağım. Çünkü sonuçta irade varsa, yol da vardır.
Burada
ve şimdi bizim için önemli olan, Blitzkrieg’in, uçakların ön
saldırılarda modern toplarla birlikte kullanılması farklılığı dışında, bugüne
kadar hâlâ birincil “İsrail” saldırı yöntemi olduğunu bilmektir. “İsrail”
ordusunun hava koruması altında bir Blitzkrieg ile Fas'a kadar
ulaşabileceğine inanıyorum [Köprünün altından çok sular aktı. Siyonist rejim
ordusu 2006’daki 33 Gün Savaşı’nda Hizbullah’ın savunduğu Bint Cübeyl köyünü
bile aşamadı -Medya Şafak] ancak bu bizim için siyasi ya da askeri bir yenilgi
anlamına gelmeyecektir. Tabii ki daha önceki birçok savaşta yaptığımız gibi
“İsrail” karşısında rasyonel bir seçim olan kararlılıktan vazgeçmez isek. Bu
düşünce tarzının siyasi uygulamalarının sonsuz olduğunu lütfen unutmayın.
Ayrıca
RPG’nin yapımının çok basit olduğunu da unutmayın. Öyle ki FKÖ yetmişli
yıllarda fırlatıcıyı kendisini üretiyordu (roket başlığını değil). Bugün SAM7’ler
ve Stinger füzeleri RPG’lerin havadaki eşdeğeridir. Ayrıca 1982 yazındaki
Beyrut’un işe yarayan kararlılığın en iyi örneği olduğunu da unutmayın. savaşmaya
istekli olduğumuzda, Güney Lübnan’da ya da İntifada sırasında Gazze’de
yaptığımız gibi başarmanın bir yolunu da bulacağız.
Bir
Kamu Malı Olarak Özgürleşme
Ekonomi
bilimini öğrendiğim ve öğrettiğim birkaç yıl boyunca, basit ama kullanışlı kamu
malları kavramıyla defalarca karşılaştım. Kamu mallarının aksine ise özel
mallar, bilgisayarınız, saç kesiminiz, kıyafetleriniz ya da restoran veya otel
hizmetleri gibi genellikle satın aldığınız mal ve hizmetlerden ibarettir. Öte
yandan, kamu mallarının ödeme yapmayanlar tarafından tüketimini –bu mallar bir
kez üretildikten sonra- kısıtlayamazsınız. Erişim üzerinde kontrolünüz yoktur.
Ulusal savunma ya da hastalık kontrolü böyledir. Bir kez sağlandıklarında,
parasını ödeyip ödemediklerine bakılmaksızın bir ülkenin tüm sakinlerine
sağlanırlar. Radyo yayınları da bir kamu malıdır çünkü yayıncılar, yayınları
dinleyen herkesten, tam olarak dinledikleri süre boyunca ücret talep edemezler.
(Kamu radyosu, “ücretsiz” yayınlarının reklâmlarla finanse edilmemesi nedeniyle
farklıdır, bu nedenle bağış veya devlet yardımı alırlar).
Ancak
erişimi kontrol edilebilen kamuya açık yollar, parklar, okullar ve hastanelerin
kamu malı sayılmaları daha gevşektir. Aslında bunlara “erdemli mallar” denir.
Hükümet isterse bunları kullananlardan ücret alabilir, ancak genellikle almaz,
bu nedenle kamu malıymış gibi muamele görürler. Ancak yangından korunma (ABD’de)
ve hava trafiği kontrolü kamu mallarının tipik ders kitabı örnekleri olarak
sunulur.
Kamu
mallarının temel sorunu, özellikle Üçüncü Dünya ülkelerinde genellikle
üretilmemeleri ya da az üretilmeleridir, çünkü ne özel şirketler ne de
bireyler, bunlardan herkes faydalanabilecekken maliyetin bu kadar büyük bir
kısmını kendilerinin üstlenmesinin rasyonel olduğunu düşünmezler. Bunu bir de
şöyle düşünün. ABD’de bir otoyolda araba kullandıysanız, her birkaç yüz metrede
bir, genellikle ezilmiş başıboş hayvanların leşlerini bulacağınızı bilirsiniz.
Neden bunlara her rastladığınızda kenara çekip bu leşleri yakmıyor ya da
gömmüyor, sonra da kanlı yerleri süpürüp yıkamıyorsunuz?
Anladınız
değil mi? Sizin sağlamadığınız bu hizmet, bir kamu malı örneğidir.
Birkaç
yıl önce gece geç saatlere kadar mikroekonomi sınavına çalışırken zihnim ciddi
bir erteleme nöbetine (procrastination) tutuldu. Bu da beni sonunda,
genel olarak ezilenlerin kurtuluşunun, özelde de Filistin’in özgürleştirilerek
Arap birliğinin sağlanmasının, bizim Arap örnekliğimizde kamu mallarının en
üstün misalleri olduğu düşüncesine götürdü. Bunlar üretilmeyecekler çünkü tıpkı
diğer kamu malları gibi:
1)
Maliyetleri tek bir birey ya da grup tarafından karşılanamayacak kadar yüksek,
2)
Faydaları, maliyetine katlanmayanlardan kolayca geri alınamaz ve
3)
Şu anda Arap dünyasında, ister hükümet ister siyasi parti ya da hareket olsun,
toplumun geri kalanı adına bu siyasi kamu mallarının üretimini etkin bir
şekilde üstlenmeye istekli ve bunu yapabilecek merkezi bir sosyal kurum
bulunmuyor. Filistin davasına aşina olanlarınız, muhtemelen tükenmiş bir
eylemci ya da savaşçının üzerine aşırı yük bindiğinde öfkeyle şöyle dediğini
çokça duymuştur: “Filistin sadece benim değil ki!”
Aslında
Filistin’in kurtuluşu gibi kamusal bir davaya katkıda bulunmak için hayatını
riske atan, uzun hapis cezalarını, zulmü veya ailesinin refah kaybını göze alan
bir eylemci, kişisel olarak elde etmeyi beklediği faydalardan çok daha fazla
bir maliyeti ortaya koymaktadır. Ancak bu, Filistin’in kurtuluşunun ya da Arap
birliğinin pek çok düşmanının ya davaya olan bağlılığınızdan vazgeçmeniz ya da
sizi hainleştirmek için (işkence altında ya da yenilgici ağızlarıyla) size
hatırlatmaya çalıştığı bir çizgidir. Onlar toplumsal maliyet ve fayda yerine
bireysel maliyetler ve faydalar açısından düşünmenizi sağlamaya çalışırlar.
Bunun
daha kötü bir uzantısı da “herkes böyle yapıyor” çizgisidir. Burada size
herkesin kendi çıkarını düşündüğü, "İsrail" ile normalleştiği, rüşvet
kabul ettiği, para için davasını sattığı, beladan kaçındığı ve “gerçekçi
olmayan” hedefleri bıraktığı söylenir, öyleyse siz neden farklı olasınız ki?
Hem ne değişecek ki? Benzer cümleler, bazı isteksiz kızların, diğer
herkesin de ahlaki açıdan kusurlu olduğu bahanesiyle fuhşu kabul etmelerini
sağlamak için de kullanılmaktadır (ki bu durum doğru olsa bile, yine de fuhuş
için geçerli bir sosyal gerekçe oluşturmaz). Bizim buradaki kaygımız,
bireysel ve kamusal çıkarlar arasındaki çatışmanın, kamusal davalarda
eylemsizliği ve kolektif bilinçte yenilgi duygusunu yaygınlaştırmak isteyenler
tarafından nasıl başarılı bir şekilde vurgulandığını ve manipüle edildiğini
göstermektir.
Bununla
birlikte, ulusal savunma, suçla mücadele, hastalık kontrolü gibi kamu
mallarının sağlandığı toplumların, bu kamu mallarının sağlanmadığı toplumlardan
çok daha iyi durumda olduğu açıktır. Ancak tüm kamu mallarının
maliyeti aynı değildir. Ve tüm maliyetler de mali değildir. Özel
maliyetlerinin özel faydalarını aşacağına inandıkları için hiçbir fedakârlık
yapmamanın mantıklı olduğunu düşünenler, eninde sonunda ödediklerini
alacaklardır: Hiçbir şey! Onlar ve onların çocukları, işgal, bölünme ve
diktatörlük batağına saplanmış bir toplumda yaşamaya devam etmek zorunda
kalacaklar, zira hiçbir şey yapmamanın ve hiçbir fedakârlıkta bulunmamanın
bedeli budur. Bu, küçük düşünmenin fırsat maliyetidir. Yenilgici düşünce
bireysel olarak rasyonel gibi görünse de uzun vadede toplumu mağlup eder, yani
irrasyoneldir.
Bir
Arap Konfederasyonu Olsaydı…
1964
yılında New York’ta Catherine Genovese adlı bir kadın öldürüldü. Yardım
çığlıkları attığı 30 dakika boyunca itilip kakıldı ve defalarca bıçaklandı.
Ancak bu çileye tanık olan kırk ya da daha fazla kişiden hiçbiri yardım etmek
için araya girmemişti.
Bu
olay, Latane ve Darley adlı iki psikologu, Genovese’ye neden kimsenin yardım
etmediğini anlamak için bir dizi deney yapmaya sevk etti. İlk başta, oyun ve
bulmacalara yönelik bireysel tercihlerini belirlemek için bir dizi masum
insandan sahte bir bilimsel ankete katılmalarını istediler. Ancak test odasında
ilgili anketler doldurulurken, psikologlar yan odada sahte bir acil durum
sahnelediler. Bir ses kayıt cihazından kaza sesleri geliyor ve ardından bir
kadının ağladığı duyuluyordu: “Aman Tanrım, ayağım! Hareket ettiremiyorum onu! Ah
bileğim… Bu şeyi üzerimden kaldıramıyorum!” (kaynak: Sosyal Psikoloji,
Robert Feldman, Prentice Hall, Inc., 1995, sayfa 18, 22-24 ve 247). Psikologlar
katılımcıların tepkilerini gözlemleyerek incelediler.
Düzinelerce
deneyden sonra, keşfettikleri şey bilimsel bir yasa otoritesi kazandı ve
sonraki on yıl boyunca birkaç yüz kez de doğrulandı. İnsanlar acil bir durumda
yardım ediyorlardı, ama yalnız olduklarında, başkalarıyla birlikte
olduklarından çok daha fazla yardım ediyorlardı. Bir deneyde, sadece bir
seyirci ve bir “kurban” olduğunda, seyirciler vakaların yüzde 85’inde yardıma
koşmuştu. İki seyirci ve bir “kurban” olduğunda, seyircilerin yüzde 62’si
yardım etmeye çalıştı. Ancak görgü tanıklarının sayısı beşe çıktığında, sadece
yüzde 31’i “mağdura” yardım etmek istemişti (a.g.e., s.247).
Elbette,
ortam, kültür, risk ve yardımın gerektirdiği zahmet yukarıda belirtilen
yüzdeleri etkileyebilir, ancak Sorumluluğun Yayılması İlkesi olarak
adlandırılan temel ilke muhtemelen her iki durumda da geçerli olacaktır.
Bahsi
geçen kitaba göre “sorumluluğun yayılması, insanların eylemde bulunma
sorumluluğunun mevcut kişiler arasında paylaşıldığını hissetme eğilimidir. Acil
bir duruma tanıklık eden kişi sayısı arttıkça, bireylerin sorumluluk duygusu
azalır ve kişinin yardım etmek zorunda hissetmesi daha az olasıdır”.
Şimdi
kurbanın adını (Catherine Genovese) Filistin diye değiştirsek ve görgü
tanıklarını kırk kişiden yirmi küsur Arap devletine çevirsek, aynı ilke bu
durumda da geçerli olur mu? Durum şimdi size tanıdık geliyor mu?
Modern
tarihimiz bunun böyle olduğunu gösteriyor! Görünen o ki, ne kadar çok Arap
devleti varsa, Filistin’in ya da Güney Lübnan’ın alenen tecavüze uğrama
ihtimali –bu devletlerin hiçbiri elini uzatmayacağından- o kadar artıyor.
Dikkatinizi
çekerim, bu konu Arapların bölünmesi yüzünden yaşadığımız stratejik, siyasi ve
askeri zayıflamayla ilgili değildir. Konu, Siyonist harekete karşı mücadelede
yenilgici bir psikolojik unsur rolü oynayan fazla sayıda olma durumuyla
ilgilidir: Bölünmenin bu formu, her Arap devletinin halkı önünde, Filistin'in
kendisinden başka herkesin meselesi olduğunu iddia etmesini sağlıyor. Böylece
sorumluluk duygusu kolaylıkla başkalarına devredilebilir ve müdahil olma
yükümlülüğü de hafifletilmiş olur. Etrafta bu kadar çok insan varken neden bana
bakıyorsunuz ki?
Tek
bir Arap ya da tek bir Müslüman devlet olsaydı, bu eylemsizlik imkânsızdı.
Örneğin, son Osmanlı Halifesi Abdülhamid, diğer birçok hatasına rağmen, belki
de bunun sorumluluğundan asla kurtulamayacağı için Filistin’i sömürgeci
güçlerin emriyle Siyonist harekete vermeyi reddetti. Filistin, sadece kendi
devletinin sorumluluğundaydı. Başka bir İslam devletinin Filistin’i verdiğini
iddia edemezdi. Filistin’den sorumlu başka bir devlet yoktu!
Camp
David Anlaşması’ndan önce resmi medya tarafından Mısır kamuoyuna sunulan
bahane, Mısır’ın Arap-Siyonist çatışmasının yükünü yıllardır tek başına
taşımaktan yorulduğu şeklindeydi. Benzer sesler, Oslo’yu ve “İsrail” ile
yapılan diğer haince anlaşmaları meşrulaştırmak için “Filistinlilerin yalnız
kaldığı” iddiasını kullanan FKÖ liderliği de dâhil, bugün “İsrail” ile barışı
savunan her Arap devleti tarafından çıkarılmaktadır.
Bunun
nedeni, sadece Filistin odaklı düşünmenin mecburen yenilgici olmasıdır. Çünkü
sadece Filistin göz önüne alınarak düşünüldüğünde, “İsrail” ile aramızdaki
siyasi güç matematiğinin altında ezilmek kaçınılmazdır. O zaman 242 sayılı
karar ya da Oslo gibi boş anlaşmalar makul görünecektir. Öte yandan, tüm Arap
potansiyelini göz önünde bulundurarak düşünmek de zorunlu olarak yenilgicilik
karşıtıdır. Filistinli bir devrimci aynı zamanda mutlaka pan-Arapçı olmalıdır.
Ancak
bu analiz doğruysa, Arap bölünmesi ile “İsrail”in varlığı arasında, yani Arap
bölgeciliği (Kutriye) ile Filistin’in işgali arasında bir başka kısır bağlantı
daha ortaya çıkmaktadır. Dahası, Arap bölünmüşlüğünün bir sonucu olarak
Filistin bağlamındaki aynı yenilgici tutum, Irak'a yönelik ölümcül kuşatma,
Libya ve Sudan’ı hedef alan yaptırımlar, Sudan’daki Şifa fabrikasına saldırı ve
diğer birçok örnek karşısındaki sorumlulukları konusunda Arap devletleri
tarafından da benimsenmiştir. Eğer tek bir Arap devleti ya da daha gevşek bir
Arap konfederasyonu mevcut olsaydı, bu devlet ulusal sorumluluklarından kaçamaz
ve sanki dar bir asansörde sıkışmış birçok yabancıdan sadece biriymiş gibi
gökyüzüne bakamazdı!
Ancak
bölünmüş olsak da olmasak da, Filistin, Güney Lübnan, Irak kuşatması, Libya ya
da Sudan’a uygulanan yaptırımlar ve hatta Arap birliği davası gibi büyük
meseleler söz konusu olduğunda siyasi vicdanı olanlar her zaman tek seyirci
kendileriymiş gibi hareket edeceklerdir. Doğal olarak bu tür büyük durumlarda
bir kişi tek başına her şeyi yapamaz ve ihtiyaç duyulan yardım türü uzun vadeli
ve çok çeşitli olabilir. Yine de hiç kimsenin tek başına her şeyi yapamayacağı
gerçeği nedeniyle, eğer etkili olmak istiyorsak, hepimiz sanki
etrafımızdaki tek seyirci bizmişiz gibi davranmalıyız. Belki o zaman, bu
dünyanın kurtları tarafından her taraftan kuşatıldığımızda ve seyirci kalanlar
da birer birer kurbanlara dönüşürken, eski ve yeni sömürgecilere saçma tavizler
vermekte kendimizi haklı hissetmeyiz.
Camp
David Anlaşması: Sina’yı Aldık Ama Mısır’ı Verdik!
Pek
çok kişi Mısır ve “İsrail” arasındaki Camp David Anlaşması'nın Sina Çölü’nü
Mısır’a geri verdiğini ve bunun “İsrail”e karşı savaşın getirisinden çok daha
değerli olduğunu iddia etmektedir. Bu şekilde düşünenler gerçekte,
anti-Siyonist mücadeledeki büyük resmi göremeyenlerdir.
En
büyük ve en önemli Arap devleti olan Mısır, “İsrail” için özellikle can
sıkıcıydı. Bu nedenle Mısır’ı oyundan çıkarmak “İsrail’in” hayatta kalması
büyük önem arz ediyordu: Mısır, Camp David’ı̇n
prangalarına bağlı olduğu sürece ciddi bir askeri Arap
seçeneğinden söz edilemez.
Bazı
stratejist ve analistlere göre, Camp David Anlaşması olmasaydı Irak nükleer
reaktörüne yapılan saldırı ve 1982’de Lübnan'a karşı savaş “İsrail” için bu
kadar kolay olmazdı.
Siyasi
açıdan Siyonistlerin müzakerelerdeki stratejisi, her bir Arap devletini tek
başına kafalamak ve birleşik bir Arap delegasyonuyla müzakere etmeyi reddetmek
şeklinde olmuştur. Mısır’ın aradan çıkarılması, Filistinliler ve diğer Araplarla
yapılan müzakerelerde İsrail’in elini güçlendirmiştir. Tıpkı Oslo’nun ve
ardından [Ürdünlülerle yapılan] Vadi Araba Anlaşması’nın Suriye ve Lübnan'a
karşı “İsraillilerin” elini güçlendirdiği gibi.
Evet,
Sina’yı geri verdiler ama onun yerine Mısır’ı aldılar! Bu arada
bu sadece Arap-Siyonist mücadelesiyle değil, aynı zamanda Sovyetler Birliği’ne
karşı yürütülen Soğuk Savaş ve “İnfitah” [“açıklık”] olarak bilinen bölümde
Mısır ekonomisinin Amerikan ve Batılı şirketlere açılmasıyla da ilgiliydi.
Yenilgici
Bir Retorik Sorunun İfşası
Yenilgicilerin
bize “İsrail”i kabul ettirmek için başvurdukları en aptalca numaralardan biri
de şu de ahmakça retorik soruyu sormaktır: “Siz neyi tanımıyorsunuz ki? Biz,,
son birkaç on yıldır başka neyle savaşıyoruz? Yel değirmenleriyle mi, yoksa
gerçek bir varlıkla mı? ‘İsrail’i olumlu ya da olumsuz bir şekilde ele almanız
gereken bir gerçeklik olarak kabul etmelisiniz!”
“İsrail”
elbette mevcuttur, bunu biz de biliyoruz! Ancak bunu söyleyip duranlar, bu açık
gerçeği her zaman “İsrail”in var olma hakkının tanınmasını
kolaylaştırmak için kullanıyorlar. Bunlar iki farklı şeydir.
Özellikle,
bu durum ilk olarak seksenli yılların başında, Fransa’daki FKÖ temsilcimiz
İbrahim Sus’un “İsrail”in mevcudiyetine dair tumturaklı açıklaması ile ortaya
atıldı! “Filistinliler yel değirmenleriyle savaşmıyordu!” Daha sonra bu
gerçeklik kabul edildiğinde, “İsrail’in” var olma hakkını tanımak için
bahaneye dönüştürüldü.
Ancak
Filistin davasıyla ilgilenen ve “İsrail”in gerçekten de var olduğunu bilenler,
bunun yarattığı acının da farkındadırlar. Onlar, bu gerçekliği aslanın avını
incelemesi gibi dikkatle incelerler ve ardından stratejik saldırı için özenle
hazırlanırlar. Onunla uzun zamandır görmedikleri bir dost ya da kuzen gibi
gülümseyerek el sıkışmazlar!
Bir
Tutamak Noktası mı Elde Ettik Yoksa Aklımızı mı Kaybettik?
Pek
çok ana akım gazeteci ve Filistin Ulusal Yönetimi yetkilisi, bugünlerde “Hiç
yoktan iyidir” ifadesinin bayrağı altında, Oslo’nun tüm eksikliklerine rağmen
Filistin’de bize en azından bir tutamak noktası sağladığı yanılgısını satıyor!
Burada, bu tutamak noktasının bir şekilde Filistin devleti ve kimliğine belirli
bir zemin sunduğu imasında bulunuluyor.
Burada
şu soruyu sorma hakkımız var: Kimin için ve ne için dayanak noktası? Eğer tutamak
noktası FKÖ’nün çürümüş ve yozlaşmış bürokrasisi için varsa, o zaman elbette
doğru; Oslo onlara bir tutamak noktası sağlamıştır.
Ancak
tutamak noktasıyla kastedilen, Filistin’in gelecekteki kurtuluşu yolunda bir
temel, bir üs ise, o zaman hiçbir şey, Oslo’nun bize bir tutamak noktası
sağladığı iddiası kadar gerçeklerden uzak olamaz.
Oslo,
Filistinlilerin sürgünü sorununu çözmedi ve çözme niyetinde de değildi.
Devredilemez
haklarımızı ihlal eden tavizlerden başlayarak Oslo’nun yarattığı koşullar, zemin
inşasını hem zorlaştırıyor hem de neredeyse olanaksız kılıyor. Oslo’da bizi
temsil ettiğini iddia eden bazı Filistinliler, “İsrail’in” var olma hakkını
kabul etmekle kalmayıp “terörizmi” kınadıkları gibi, üstüne bir de
Filistinliler karşısında sözleşmeli zalimler olarak işgalcilerin güvenliğini
savunmada aktif rol üstlendiler.
Buna
Filistin liderliğinin müzakerelerdeki yolsuzluk ve beceriksizliğini,
Siyonistlerle yüzleşmekten hoşlanmamasını da eklerseniz, bir üs kazanma
konusundaki her türlü konuşmanın saçmalık olduğunu görürsünüz.
İntifada,
kurtuluşun sürdürülebileceği gerçek zeminin inşasını başlatmıştı ancak Arafat
ve Oslo’nun yaptıklarından biri de tam olarak bu zemini yok etmekti. Bunun
yerine sokakları yöneten haydutlar ve özel işletmelerden yüzde alan Arafat
dostları var artık.
İşgal
altında bir zemin olamaz ve Filistin hâlâ işgal altındadır. Daha da önemlisi,
eğer demokrasiyi hâlâ işgal aparatlarının egemenliği yerine halkın egemenliği
olarak tanımlıyorsak, işgal altında demokrasi de olamaz.
Dahası,
bir zemin inşa etmek için Filistinlilerin çıkarlarını gözeten bağımsız bir
ekonomik merkeze ihtiyaç vardır. Bu da ne işgal altında ne de Filistin Ulusal
Yönetimi’nin yasal çerçevesi (Filistin-İsrail ekonomik anlaşması diye okuyun)
altında gerçekleşebilir. Oslo, hukuki olarak, Filistin Yönetimi’ni işgalin
uzantısı kılmıştır.
Üstelik
bağımsız karakterimizin gelişmesini ve ekonomik ilerlememizi desteklemek için,
kültürel ve bilimsel bir rönesansa ihtiyaç vardır. Bunun, işgalin sürdüğü ya da
Filistin Yönetimi’nin varlığını sürdürdüğü koşullarda gerçekleşemeyeceği açıktır.
Beni
karamsar ve nihilist olmakla suçlamayın, bir öneride bulunmak istiyorum: İşgal
altındaki diğer halkların kurtuluşu için gerekli zemini nasıl başarıyla inşa
ettiklerine bakalım ve bunları not alalım. Cezayir’den Vietnam’a ve Güney
Afrika'ya kadarki başarılı örnekleri taklit edelim. Arafat’ın yaptığı, İkinci
Dünya Savaşı’nda, işgal altındaki Fransa’nın Vichy hükümetinin ülkelerini
Nazilerin çıkarları doğrultusunda yönetmesiyle eşdeğerdir. Vichy hükümeti,
nasıl Fransa’daki bir Nazi üssü idiyse, Filistin Yönetimi de Filistin’deki
Siyonist üstür! Dolayısıyla, onlara bu şekilde muamele edilmelidir!
Yenilgiciliğin
Sözcüsü Olarak Edward Said
En
baştan şunu açıkça belirteyim ki, entelektüel Edward Said ile onun Filistin ve
Arap meselelerine ilişkin siyasi çizgisi arasında ayrıma gitmemiz gerekiyor.
Eğer birisi harika bir müzisyense, bu onu mutlaka müthiş bir general yapmaz. Birinin
çok yetkin bir sosyal bilimci olması da onu zorunlu olarak harika bir toplum
mühendisi kılmaz.
Edward
Said’in Filistin mücadelesindeki iddia edilen rolü hakkındaki tüm abartılı
yargıları bir kenara bırakarak, onu Filistin’deki mevcut yenilgi durumunun
fiili sözcüsü haline getiren meselelere geçmek istiyorum:
1)
Terminoloji: Said, Arap-Siyonist mücadelesini “Filistin-İsrail”
çatışması olarak adlandırıyor. Bu, bizimle Siyonistler arasındaki mücadeleyi
yalnızca bölgesel, dolayısıyla çözülebilir bir mücadeleye indirger ki bu
mücadele de Filistin’deki Siyonist sömürge varlığının meşruluğunun tanınması
temelinde gerçekleşebilir. Said, “İsrail”in sadece ırkçı değil, aynı zamanda
yerleşimci-işgalci bir devlet olduğunu unutuyor. “İsrail’in” ırkçılığı bunun
dışsal tezahürüdür. Tüm mesele, Filistin’in Arap kimliğinin inkârıyla
mücadeleye, bir azınlık olarak Filistinlilerin hak mücadelesine dönüştürülmek
isteniyor. Elbette Said, Arap milliyetçiliğine de şiddetle karşı çıkıyor ama bu,
başka bir konu.
2)
Holokost: Said, bizden Holokost’u asla sorgulamamamızı talep ediyor.
Holokost ile Filistin’e tecavüz arasında gerekli bağlantı olduğuna dair
Siyonist argümanı tüm kalbiyle benimsiyor ve bunu satıyor. (Dünya Siyonist
Konferansı 1897’de, Balfour Deklarasyonu 1917’deydi, ne Holokost’u?) Said, ana
akım medya ile dayanışma içinde, Siyonist propagandanın dünya çapındaki ezici
hâkimiyetine cesurca karşı çıkma cesaretini gösteren Batı’daki çok az
entelektüelden biri olan Roger Garaudy hakkında hep kötü konuşmuştur.
3)
Canlı Bombalar: Said, Filistinlilerin sömürgecilere karşı bu
türden bir mücadeleyi “terörizm” olarak kınamalarını ve bundan vazgeçmelerini
istiyor. Le Monde Diplomatique’in Ağustos-Eylül 1998 tarihli sayısında
çıkan o oldukça hararetli makalesinde yaptığı gibi Hamas’ı Siyonistlerle aynı
kefeye koyuyor. Sömürgecilerle şiddet araçlarına başvurmadan mücadele
edilebileceğine inanmamızı istiyor. Said, İntifada ve (ister beğenin ister
nefret edin) Hamas olmasaydı “İsrail”in Arafat’la asla konuşmayacağı gerçeğini
göz ardı ediyor.
4)
Irak Ambargosu: Yaklaşık bir yıl önce yazdığı daha küstah
yazılarından birinde Said, tam da ABD hükümeti Irak’ı vurmak için silah ve
asker yığarken, Irak’ın tüm BM kararlarına uymasını talep etmişti. Said,
Irak'ın “kitle imha silahları” geliştirmemesi için sürekli izlenmesi
gerektiğini düşünüyor! Araplarla “İsrail” arasındaki güç dengesizliğine rağmen
üstelik! Said’e göre, Irak rejimini devirme önceliği, Irak’taki ablukanın hemen
şimdi kaldırılması yönündeki acil ihtiyacı geçersiz kılıyor gibi görünüyor.
5)
Tarih: Yetmişli ve seksenli yılların başlarındaki sayısız yazısında
Siyonistlerle barışı savunan Said, şimdilerde kendisini bir muhalif olarak
tanıtıyor. Aslında Arafat’a yakın kaynaklar birkaç yıl önce Said’in ABD
destekli olduğu iddia edilen bir “barış planını” yanında getirerek
müzakerelerde rol oynamaya çalıştığını, ancak Arafat’ın onu geri çevirdiğini
söylüyorlar. Çünkü Arafat, a) entelektüellere güvenmiyor ve b) etrafında
kendi piyonları olsun istiyor! Bu iddianın doğruluğu yanlışlığı ayrı mevzu…
Said’in Oslo’ya karşı olabileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz ama o kesinlikle
radikal bir muhalif değildir.
“İsrail”in
meşruluğunun tanınması, Yahudi soykırımının kutsallığı, Siyonistlerin
kullandığı Filistin “terörizmi” kavramının benimsenmesi, ayrıca Irak’ın İsrail’e
yönelik askeri tehdidini kontrol altına alma ihtiyacına ilişkin resmi CNN
çizgisini gündeme getiren parametreler dâhilinde hareket eden hiç kimsenin uzun
süredir kayıp olan “Selahiddin”imiz olması mümkün değil. Edward Said, bu
sınırları kutsal addedip teşvik ederek, fiilen statükonun savunucusu ve Yeni
Dünya Düzeni altındaki yenilgiciliğin sözcüsü haline gelmiştir.
Mantığın
Gücü, Gücün Mantığından Üstündür
“İsrail”
sadece ırkçı bir devlet ve toplum değildir! Dışişleri Bakanlığı’nın geçtiğimiz
günlerde internette yayınladığı “İsrail'deki” ayrımcılıkla ilgili raporu
elbette önemlidir, ancak yeterince değil! Zira “İsrail” denen adaletsizliğin en
önemli üç yönünü göz ardı ediyor: İşgal, İşgal, İşgal!
Bir
mafya liderinin beş çocuğunuzu kaçırdığını düşünün. Daha sonra, diğer dördünü
elinde tutmasının meşruluğunu kabul etmeniz karşılığında ve çok katı
koşullar altında sadece en küçüğünü serbest bırakma konusunda sizinle pazarlık
yapmaya başlıyor. Mahkemeler de onun tarafında olsun. Bu durumda sizi de kötü
adam olarak gösterebilir, öldürmekle tehdit edebilir. Evinizi yakabilir ve sizi
köleliğe mahkûm edebilir! Ama yapamayacağı bir şey var: Siz tamam diyene kadar
çocuklarınızı “yasal” olarak elinde tutamaz! Elbette onları zorla alıkoyabilir
ve yasaları esnetebilir, ama onları kanuni olarak elinde tutamaz! Bunu o da biliyor,
siz de!
Ahlaki
meselelerin ilginç bir yanı vardır. Kaç kişinin karşınızda durduğu ve üstün
gelme ihtimalinizin ne kadar olduğu önemli değildir. Davanızı ancak içinizde
kaybettiğinizde, yani hakkınızdan vazgeçtiğinizde kaybedersiniz. Yalnızca
ahlaki arenadadır ki mantığınızın gücü, gücün mantığından üstün gelir.
Benzer
şekilde, “İsrail” toplumunun sadece ırkçılığına odaklanmamızı isteyenlerin, iyi
ya da kötü niyetle, işgale meşruiyet kazandırma tuzağına düşmemize yol
açtıklarını iddia ediyorum.
“İsrail”
toplumu militarizm, saldırganlık ve yayılmacılık üzerine inşa edilmiştir.
Irkçılık bunların iyi huylu dışavurumundan başka bir şey değildir. Ancak tüm
bunlar karşısında ne kadar güce sahip olduğumuzu, her birimizin ne kadar gücü
olduğunu bilmiyoruz. Sadece bu topluma meşruiyet vermeyi reddederek, başka
hiçbir şey yapmasak bile en güçlü sivil itaatsizlik biçimlerinden birini
uygulamış oluruz!
Adaletsizliğe
meşruiyet kazandırmanın şaka konusu olduğunu mu düşünüyorsunuz? Bu Filistin
Ulusal Yönetimi’nin nihai statü anlaşmasında “İsrail”e vermesi gereken bir
şeydir. Çünkü çokça göz ardı edilen uluslararası hukuka göre “İsrail”, yasal
sahipleri tamam diyene kadar toprağı özgürce kullanamaz. Doğal olarak
Siyonistler, meseleyi önemsizleştirecek ve sizin onları tanımanız için ne kadar
can attıklarını size asla belli etmeyeceklerdir. Ancak Filistinliler ve Araplar,
Oslo’yu onaylamadıklarını değil, Oslo’nun kendileri için bağlayıcı
olmadığını ve Filistin Yönetimi’nin kendilerini temsil etmediğini
dillendirmeyi sürdürürlerse, o zaman “İsrail”, nükleer silahlarına rağmen
meşruiyet sorunu yaşamaya devam edecektir. Bu nedenle, gösteriye bir meşruiyet
havası vermek için, Oslo’yu reddetmelerini geri çekmelerini istemeden
bile FHKC ve FDKC’yi Oslo çerçevesine dâhil etmek zorunda kaldılar!
Ama
bu yeterli değil. İster inanın ister inanmayın, sizin de onayınıza
ihtiyaçları var.
Gördüğünüz
gibi biz, zayıf değiliz. Fertler olarak bile güçsüz değiliz. Her fırsatta
“İsrail”in gayrimeşru olduğunu, tüm bu üzücü anlaşmaların sizin için bağlayıcı
olmadığını, Siyonistlerle yapılan anlaşmalar için Filistin Yönetimi’ne sizi
temsil etme hakkı tanımadığınızı, bu tür anlaşmalar imzalanmışsa bile bunlara
uymayı reddettiğinizi, Siyonistlere sadece işgalci muamelesinde bulunacağınızı
söyleyerek, “İsrail” denen yerleşimci-işgalci toplumun altındaki ahlaki ve
yasal zemini sarsabilirsiniz!
Ancak
bunun yerine bir arada yaşamayı vaaz etmeye başlar ve yalnızca sizi ezen
yerleşimci-işgalci toplum çerçevesinde 'eşit haklar' elde etmeye
odaklanırsanız, böylece mevcut zayıf durumunuzdaki en büyük kozunuzu safça veya
kasıtlı olarak onlara verirseniz, bu “eşit haklar”ı bile elde edemezsiniz!
İşgalcilerin bir kısmı sizin için üzülecek, çoğunluğu ise sırf yapabildikleri
için sizi eskisi gibi ezmeye devam edecek. Ya da çocuklarınıza ve torunlarınıza
bunları sizin imzaladığınızı söyleyecekler.
Ezilen
Filistinli Arap’ın, eğer galip gelirse “İsrailli” Yahudilere ne yapacağını
açıklamak zorunda olduğu düşünülüyor sürekli! Ama bu, çok saçma bir talep.
Çünkü tüm bu gerekçelendirmeleri yapması gereken kişi ezilen değil, ezen
taraftır. İnsanlığımdan mahrum bırakılan ben olduğum halde neden insanca
davranacağıma dair yeminler etmem ve sözleşmeler imzalamam gerekiyor? Kimin
sicilinde daha fazla hoşgörü var, kimin tarihi daha fazla merhamet gösteriyor?
Ve hangi taraf diğerine daha somut zarar verme gücüne sahip?
Haklılığımı
ispat için çırpınmayı reddediyorum! Bırakın, bunu onlar ispat etsin! Benim
sorumluluğum mücadelemin meşruiyetini elimden geldiğince savunmaktır, bunun
haklılığını kanıtlamak değil! Filistin benim hakkım ve onu kimseye
vermeyeceğim!
Düşman
Kolektif Kimliğimizi Hedef Alıyor
Önderliğimizin
bize ihanet ettiği ve muhalefetin de büyük bir hayal kırıklığı olduğu ne yazık
ki doğru. Siyasi arenada eyleme geçmektense konuşmayı tercih eden ve halkımızın
kurtlara terk edilmesini gerçekten umursamayan birçok kişinin bulunduğu da
doğru. Yönünü kaybetmiş, örgütsüz ve bölünmüş bir durumda olduğumuz gerçektir.
Arap
entelektüellerimizin birçoğunun “birlikte yaşama ve barış” hakkında masallar
sattığı bir vakıa. Evet, bunların hepsi doğrudur ve hiçbir mantıklı insan,
gerçeği söyleyen herhangi birine “yenilgici” dememelidir.
Peki,
gerçeğin bu acı bilgisiyle ne yapacağız? Umutsuzluğa mı kapılacağız yoksa
durumu değiştirmeye mi çalışacağız? Ve bu nasıl olacak? Bu soruları sormalıyız
çünkü gerçeklik, birini fırsatçıya ya da devrimciye dönüştürebilir. Eğer tek
başınıza duran bir birey olduğunuza inanıyorsanız, o zaman mevcut
durumdan en iyi şekilde yararlanmaya çalışmak, yani olumsuz koşullarda kâr
maksimizasyonu yapmak mantıklı görünebilir.
Aslında,
bu bireyci düşünce çizgisini aşırıya kaçırmak, kâfi miktarda dolar veya
ayrıcalıklar karşılığında düşman karşısında kayıtsızlığı hatta işbirliğini de
makul gösterebilir.
Öte
yandan, kendinizi bir halkın veya bir milletin parçası olarak görüyorsanız, yalnız
değilsinizdir ve biraz sıkı çalışma ve zamanla sizin/bizim olasılıkları
değiştirebileceğimize inanmak mantıklı hale gelir. Düşmanın kolektif
kimliğimizi hedef almasının nedeni budur. Sadece yalnız olduğumuzu
düşündüğünüzde ve buna göre davrandığımızda yenilgiye mahkûm oluruz.
Birini
yenilgici yapan, gerçeğin kaçınılmaz bilgisinden ziyade, gerçeğe verdiği
tepkidir.
O
zaman şöyle düşünebiliriz: Ben sadece bir amatörüm ve mucizeler yaratamam. Ama
ben sadece küçük şeyler yapabiliyor olsam da, küçük şeylerin büyük bir
fark yaratabileceğini ve küçük insanların güçlerinin büyük olduğunu iddia
ediyorum.
Yukarıdaki
bireysel ve grupçu düşünce arasındaki ayrımı temel aldığımızda, Kamusal
Amaçları Kişisel Olarak Algılamak hayati önem kazanıyor. Filistin, Irak,
Arap Birliği ve her yerde baskı ve sömürüye karşı mücadeleyi birlikte ele
almaya istekli daha fazla insana ihtiyacımız var. Birbirlerinin tüm görüşlerine
katılmasalar bile böyle insanlar var. Ancak böyle insanlara çok daha fazla
ihtiyacımız var, çünkü kararlı bir bağlılık olmadan değişim için harekete
geçmek mümkün değildir.
Bu
noktada “nasıl yapmalı” sorusu, yani strateji belirleme ve bir örgüt kurma
sorusu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Benim mütevazı fikrime göre, hepimiz bir
stratejinin veya çözümün günün birinde sihirli bir önderliğin gümüş tepsisinde
yukarıdan ineceği şeklindeki yenilgici düşünceden vazgeçmeliyiz.
Başarılı
olmak için bir sonraki strateji, birçok görüş ve birçok grubun diyalog ve
siyasi eylemdeki etkileşiminden ortaya çıkmalıdır. Bunlar, ne kadar büyük
olursa olsun tek bir bireyin alnından fışkırmayacaktır.
Şimdi
gerekli olan, belirli kırmızıçizgilerin gözetildiği bir çerçevede etkileşime
girme ve işbirliği yapma iradesi koymak ve kişinin kendisi ile karşı çıkmaya
çalıştığı adaletsizlik arasında net bir ayrıma gitmesidir.
İbrahim Alluş
Çeviri: Medya Şafak
Dipnotlar:
[1]
Antlaşma, 26 Ekim'de Arabe Vadisi'nin (Arabah) güney sınırlarında
imzalanmıştır. Bu antlaşmayla Ürdün, Mısır'dan sonra İsrail rejimi ile
ilişkilerini normalleştiren ikinci Arap ülkesi olmuştur.
[2] Wye Nehri Memorandumu: 1998’de, Siyonist rejim ile Filistin Ulusal Yönetimi arasında Oslo II Anlaşması’nı uygulamak amacıyla ABD aracılığıyla Maryland’in doğu kıyılarındaki Wye Nehri civarında yapılan memorandum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder