“Biz ise istiyorduk ki mustazaflara
(ezilenlere) lütfedelim
onları öne geçirerek arza mirasçı (önderlikler) kılalım.”
[Kasas Suresi 5. Ayet]
“İnsan tarihin öznesidir.”
[Karl Marx]
İnsanın tarih sahnesine çıkışıyla birlikte tarih
yeni bir şekil alır, artık insan faktörü vardır. İnsanın olduğu yerde ise
mücadele/savaşım gerçekliğini göz ardı etmemek gerekir. Tarihsel süreç, bu
gerçekliği her yönüyle göz önüne sermektedir ister istemez. Önemli olan ise bu
mücadelede hangi safta duracağımızdır. Şerrin mi, hayrın mı? Haksızlığın mı,
adaletin mi? Zalimin, ezenin mi, yoksa ezilenin mi? Tabii ki insanca olan,
insan onuruna ve haysiyetine yakışan, adaletin, özgürlüğün, Mustazafın
(ezilenin) safında olmaktır, olabilmektir. Yaşamın kutsallığıdır aslolan,
onurlu mücadelenin sırrı da burada gizlidir.
Bu mücadelenin başlangıcı ve prototipi olarak
Habil ile Kabil’in mücadelesini ele alabiliriz. Habil ile Kabil’in savaşı
tarihteki iki karşıt cephenin savaşıdır. Ali Şeriati’nin yorumuyla;
“Kabil,
çiftçilik düzeninin, tekelci ya da bireysel mülkiyetin temsilcisidir. Habil ise
avcılık çağının ve mülkiyetten önceki ilkel ortaklık döneminin temsilcisidir ve
Kabil’in Habil’i öldürmesiyle tarihin sürekli savaşı başlar.”
Yani Kabil zalim, Habil mustazaf, Kabil haksızlığı
Habil adaleti, Kabil bireyselliği, tekelliği, Habil ise ortaklığı, toplumu
temsil eder ve bu noktada Kabil’in mülk edinmesi de özel mülkiyetin
temsilciliğinin ilk örneğidir diyebiliriz. İşte tam da burada mücadelenin
safları belirginleşir. Bir tarafta Kabil’in temsilcileri bir tarafta Habil’in
temsilcileri ve tarih bu savaşımlara şahitlik eder. Tarihsel süreç boyunca bu
iki tarafın mücadelesi/savaşımı sürekli bir şekilde devam edegelmiştir.
İnsan, mücadelenin içine atılmıştır artık, bir
taraf seçilmelidir, ya zulmün, haksızlığın, adaletsizliğin tarafı ya da
adaletin, özgürlüğün hor görülmüşlerin, ezilenlerin tarafını, bu noktada
tarafsızlığın kendisi bile zulümdür. Zaten mücadelenin onuruna ve ruhuna
yakışır olan da adaletin ve özgürlüğün yanında ezilenlere yoldaş olmaktır,
onların sesini ve kıyamını yükseltebilmektir. Mücadele, onların yanında “ol”makla,
mücadele sahasını teneffüs etmekle anlam kazanır. Bu noktada mücadele sahasında
dökülen kan, ter ve gözyaşı, zulme karşı örülen duvarda harcın suyu, mayası
olur.
Birileri “ne gerek var mücadeleye” diyecek,
mücadeleyi pasifize edip hiçe sayacaklar, onlara karşı cevabımız; “Zulme rıza
zulümdür” demek olacak. Cevabımızı her yönüyle vereceğiz, yeri geldiğinde
kalem, yeri geldiğinde söz/söylem yeri geldiğinde kılıç ile zulmü bertaraf
etmeyi bileceğiz. Mücadele sahasını terk etmeyeceğiz, mücadeleyi yalnızlaştırıp
tek taraflı bırakmayacağız, mücadeleden kaçmayacağız ki mustazafların
(ezilenlerin) sesi ayyuka çıkmasın.
“Hak verilmez, alınır” sözüne binaen, bize
adaletin, özgürlüğün, hakkımızın verilmesini söylemek yalnızca ironiden
ibarettir. Ancak mücadele sahasında zulme karşı çıkarak, ezilenlere yoldaşlık
yaparak hakkımızı alabiliriz, gerçek olan da budur.
Tarih sahnesindeki bu mücadelelerden; Spartaküs’ün
özgürlükçü ve eşitlikçi söylemleriyle Roma’ya karşı mücadelesini, yine İsa Peygamber’in
Roma’ya karşı verdiği eşsiz mücadeleyi, Muhammed Peygamber’in Mekke
oligarşisine karşı amansız mücadelesini, İmam Hüseyin’in Yezid’e karşı duruşunu,
Şeyh Bedrettin’in Osmanlı Devleti’ne karşı isyanını ve daha nicelerini... Hepsinin
zulme karşı verdiği onurlu mücadelelere selam olsun.
Tabii mücadele denince akla onurlu Filistin
mücadelesi gelir. Bu anlamlı ve şerefli mücadeleye de Rachel Corrie özelinde
tüm mücadele sahasındaki direnişçilere selam olsun.
Marx’ın söylemiyle: “İnsan tarihin öznesidir.
Değişir, değiştirir.” Tam bu noktada mücadelenin yönünü adaletten, özgürlükten,
ezilenlerden yana değiştirmek umuduyla...
Serhat Altın
11
Ağustos 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder