Bugüne dek gelecekteki Filistin devleti olarak
tasavvur ettiğimiz, bugünlerde dünyanın en büyük hapishanesinden ve dünyanın en
büyük bekleme odasından (Batı Şeria) döndükten birkaç gün sonra bir rüya
gördüm.
Tek başına, belime kadar çıplak hâlde, kızıla çalan
çölün orta yerinde, ayakta duruyordum. Sonra biri geldi, yerden bir avuç kum
alıp göğsüme fırlattı. Saldırgan bir üslupla değil de kibarca atılmıştı kum. Bu
iri taneli kum, bana değmeden evvel muhtemelen pamuktan imal edilmiş kumaş
parçalarına dönüştü ve bu parçalar birden gövdemi sardı. Ardından bu lime lime
olmuş kumaş parçaları bir kez daha değişip kelimelere ve ifadelere dönüştü.
Onları kaleme alan, ben değil, mekânın kendisiydi.
Rüyamı hatırlarken, aklıma daha önce bizzat icat etmiş
olduğum “landswept” [“çıplak toprak”] kelimesi geldi. Bu kelime, maddi
olan olmayan her şeyin süpürülüp atıldığı, silindiği, söküldüğü, uçup gittiği,
suya verildiği, geriye sadece dokunabileceğimiz çıplak toprağın kaldığı mekânı
ifade ediyor.
* * *
Ramallah’ın batı yakasında Rabve isminde küçük bir
tepe var. Tepe, Tokyo Caddesi’nin sonunda. Bu tepenin üzerinde şair Mahmud
Derviş yatıyor. Burası bir mezarlık değil.
Caddenin isminin Tokyo olmasının sebebi, caddenin,
tepenin dibinde bulunan ve Japon parasıyla inşa edilmiş olan Kültür Merkezi’ne
çıkıyor olması.
Derviş, şiirlerini son kez bu merkezde okumuştu. O gün
son kez şiir okuduğunu tabii ki kimse bilmiyordu. Bu kederli günlerde “son”
kelimesi ne anlam ifade eder?
O mezarı ziyaret ettim. Mezar taşı konmuştu. Mezarın
üzerindeki toprak çıplaktı, şairin yasını tutanlar, bir şiirinde dile getirdiği
vasiyeti uyarınca, mezarın üzerine küçük yeşil buğday demetleri koymuşlardı.
Ayrıca kızıl dağ laleleri, kâğıt parçaları ve fotoğraflar da gözünüze
ilişiyordu.
Derviş, doğduğu, annesinin hâlen daha yaşadığı, ama
İsraillilerin girmesini yasak ettiği Celile’de defnedilmek istiyordu.
* * *
Rabve’deki cenaze törenine on binler katıldı. 96
yaşındaki anası bir konuşma yaptı. Ana, orada “o hepinizin evladı” dedi.
Sevdiğimiz, yeni ölmüş veya öldürülmüş insanlarla
ilgili konuşurken ayak bastığımız yer tam olarak neresidir? Sözlerimiz, sanki
olağan hâliyle yaşadığımız yerden çok daha fazla canlı olan anda yankılanır. Aniden
bir tehlikeyle yüzleştiğimiz, seviştiğimiz, geri dönülmez bir karar aldığımız
veya tango yaptığımız anla kıyaslanabilecek bir andır bu. Konuştuğumuz yer, yas
yüklü sözcüklerimizin yankılandığı, ebedi bir mekân değildir, sanki o sözler,
bulunduğumuz yerin o daracık koridorlarında ses bulmaktadır.
* * *
John Berger’ın Mahmud Derviş’in vefatını
takip eden günlerde yaptığı bir çizim
O çıplak tepe, Derviş’in sesini anımsamaya
çalışıyordu. Onun sesinde bir arıcının sesindeki sakinlik vardı:
Taş duvarlı bir kulübe
Kovandaki petekte mahpus arılar gibi
Kıpırdıyor ölüler ve diriler kuru balçığın içinde
Kuşatma sıkılaşınca
Çiçek yememe grevine gidiyorlar her seferinde
Ve denizden acil çıkış kapısını göstermesini istiyorlar.
Sesini anımsayınca o çıplak, parmaklarımın ucuyla
gezinebileceğim toprağa, o yeşil çimenlere oturma ihtiyacı duydum. Sesin emrini
dinleyip, olduğum yere oturdum.
Rabve, Arapçada “yeşil çimen kaplı tepe” demek. Sözcükleri
geldikleri yere geri döndü. Başka da bir şey kalmadı. O beş milyon insanla
paylaşacak bir şey yok artık.
Bir sonraki tepe 500 metre ötede. Çöp toplama alanı.
Kargalar halkalar çizip dolanıyorlar üzerinde. Birkaç çocuk, çöplüğü karıştırıp
yiyecek bir şeyler arıyor.
Henüz yeni eşilip örtülmüş mezarının kenarında, o
çimlerin içinde otururken beklenmedik bir şey oldu. Yaşananı tarif edebilmem
için önce başka bir olaydan bahsetmem lazım.
* * *
Birkaç gün önceydi. Oğlum Yves, bizi arabayla Fransız
Alpleri’ndeki Cluses kasabasına götürüyordu. Dışarıda kar yağıyordu. Yamaçlar,
tarlalar ve ağaçlar beyaza bürünmüştü. İlk yağan kar, çoğunlukla kuşların
yönlerini şaşırmasına neden olur, mesafe ve yön anlayışlarını kaybetmelerine
yol açar.
Birden arabanın ön camına bir kuş çarptı. Dikiz
aynasından kuşu izleyen Yves, kuşun yol kenarına düştüğünü gördü. Frene bastı
ve geri geri gitti. Küçük bir kuştu. Kızılgerdan kuşuydu. Sersemlemişti, hâlâ
hayattaydı, gözlerini kırpıyordu. Yere eğilip karların içinden aldım, elimin
içinde sıcacıktı. Yolumuza devam ettik.
Ara ara kuşa baktım. Bir buçuk saat sonra öldü.
Arabanın arka koltuğuna koydum. Erkekti. Beni asıl şaşırtansa ağırlığıydı. Karın
üzerinden aldığımdan daha hafifti. İki elimle ayrı ayrı kontrol ettim
ağırlığını. Sanki hayattayken, hayatta kalmak için mücadele ederken harcadığı
enerji, ağırlığını artırmış gibiydi. Şimdi neredeyse tüy gibiydi.
O Rabve tepesindeki çimenlerin üzerinde oturduktan
sonra benzer bir şey oldu. Mahmud’un ölüsü ağırlığını yitirdi. Geriye sadece
sözleri kaldı.
* * *
Aylar geçti. Her bir ay sessizlikle ve seziyle
yüklendi. İsmi olmayan, sadece sonradan, çok sonradan gelecek olan
coğrafyacıların isimlendirecekleri deltaya bir yığın felâket aktı. Bugün o
isimsiz deltanın acı suyunda yürümeye çalışmaktan başka bir şey gelmez
elimizden.
* * *
Dünya’nın en büyük hapishanesi olarak Gazze, bugün bir
mezbahaya dönüştürülüyor. Gazze Şeridi’ndeki o şerit kana bulanıyor, tıpkı 65
yıl önce “getto” sözcüğü gibi.
İsrail ordusu, 1,5 milyon sivilin üzerine havadan,
karadan, denizden, gece gündüz, bomba, şarapnel, fosfor bombası, havan ve
makineli tüfek mermileri yağdırıyor. İsrail’in Gazze’ye girmesini yasak ettiği
yabancı gazetecilerin bildirdiği her haberde, tahmini ölü ve yaralı sayısının
arttığı söyleniyor. Tek bir sabit sayı var, o da bir. Neredeyse yarısı kadın ve
çocuk olan yüz kadar Filistinliye karşılık sadece bir İsrailli ölüyor. Birçok
evde elektrik de su da yok. Hastaneler, doktorsuz, ilâçsız, jeneratörsüz.
Katliamı abluka ve kuşatma takip ediyor.
Dünyanın çeşitli yerlerinde eylemler yapılıyor, sesler
yükseliyor. Ama zenginlerin uşağı olan hükümetler, o medya organları ve gurur
duydukları nükleer silâhlarıyla İsrail’e askerlerinin işledikleri suçların
görmezden gelineceğine dair güvence veriyor.
* * *
John Berger’ın Mahmud Derviş’in vefatı
ardından yaptığı çizim
Kürd şair Bejan Matur, “bir mekân ağlıyorsa
rüyalarımıza girer. Rüyalarımıza girer ve bir daha hiç çıkmaz” diyor.
O çıplak topraktan başka bir şey kalmadı.
* * *
Dört ay önce Ramallah’ta yeraltındaki bir otoparka
gittim. Burası, Filistinli ressamlardan ve heykeltraşlardan oluşan küçük bir
grup tarafından kullanılıyordu. Orada Randa Mdah ismindeki kadın heykeltraşın
Kukla Tiyatrosu ismini verdiği enstalasyon çalışmasını inceledim.
Üç metreye iki metre ebatlarındaki bu büyük yarı
kabartma, duvar gibi dimdik duruyordu karşımda. Önünde, yerde, heykeltraş
elinden çıkma üç figür bulunuyordu.
Omuzların, yüzlerin ve ellerin göründüğü yarı
kabartma, cam elyafı, kil, polyester ve telle örülmüş zırhtan oluşuyordu.
Yüzeyi renkli olan bu çalışmada koyu yeşilin, kahverenginin ve kırmızının
tonları ilişiyordu göze. Rölyef, Firenze’deki Duomo için hazırlanmış,
Ghiberti’nin elinden çıkma tunçtan kapılarla aynı derinlikteydi, yanındaki
objeyi küçük gösteren, tahrip eden perspektifler aynı ustalıkla işlenmişti. (Bu
eserin sahibi olan sanatçının 26 gibi genç bir yaşta olacağını tahmin bile
edemezdim.) Yarı kabartmalı duvar, tüm o kalabalık hâli ve resmiyeti imleyen
renkleriyle, “duvar” misali, tiyatro sahnesindeki oyuncunun karşısında duran
seyirciyi andırıyordu.
Kabartmanın önünde, yerde doğal boyutlarında iki kadın
ve bir adam duruyordu. Bunlar da aynı malzemelerle yapılmıştı ama renkleri daha
soluktu.
Biri, seyirciye dokunacak mesafedeyken diğeri iki
metre, üçüncüsü de ondan iki kat daha uzaktaydı. Üçünün de üzerinde gündelik
kıyafetler vardı ve hepsi de sanki o günün sabahı seçilip giyilmiş gibiydi.
Bedenler, tavanda asılı, birbirine yatay üç çubuğa
bağlı iplere tutturulmuştu. Bunlar kuklaydı, çubuklar, görünmez veya orada
olmayan kuklacıların elindeydi ve kuklaları kontrol ediyordu.
Yarı kabartmanın üzerindeki figürler, gözlerinin
önündeki bir şeye bakıyor ve kendi ellerini acıtırcasına sıkıyorlardı. Elleri
tavuk sürüsü gibiydi.
Ellerini sıkmalarının sebebi, müdahale edecek güçten
yoksun olmalarıydı. Bunlar yarı kabartmaydı, üç boyutlu değildi, dolayısıyla,
sahneye çıkamıyor veya o somut ve gerçek dünyaya müdahale edemiyorlardı.
Bazıları yorumculara, bazıları meleklere, bazıları
hükümet sözcülerine, bazıları cumhurbaşkanlarına, bazıları da uzmanlara
benziyordu. Hepsi de kudretsizdi. Ellerini acıtırcasına sıksalar da hep
birlikte ve topluca susuyorlardı.
Bu üç, yerinde duramayan, ama gözle görünmeyen
kuklacıların elindeki iplere bağlı olan figürler, yere savruluyor, başları yere
vuruyor, sonra da ayakları havaya kalkıyordu. Bu hareket tekrarlandıktan sonra
başları yerinden çıkıyordu. Eller, gövdeler ve yüzler ıstırap içerisinde
kıvranıyorlardı. Hiçbiri de amacına ulaşamıyordu. Sonra tekrar ayakları üzerine
dikilen üç kukla, yeniden yere çarpıyordu.
Bu yarı kabartmadan oluşan eserde gördüğümüz, gerçek
karşısında kudretsiz olan izleyicilerle yere sere serpe uzanmış kurbanlar
arasında dolaşmak mümkündü. Ama ben dolaşmadım. Bu eserde daha önce nadiren
rastladığım bir enerji vardı. Üzerinde durduğu yeri kendisinin bellemiş
gibiydi. Gerçek olmayan izleyicilerle ıstırap çeken kurbanlar arasındaki
cinayet mahalini kutsal kılmıştı. O otoparkın zeminini her şeyin silindiği
çıplak zemine dönüştürmüştü.
Bu unutamadığım eser, Gazze’nin başına gelecekleri
önceden haber vermişti.
* * *
Mahmud Derviş’in Rabve tepesindeki mezarı, Filistin
Yönetimi’nin aldığı kararla, çitle çevrildi. Üzerine camdan bir piramit inşa
edildi. Artık diz kırıp onun yanı başına oturmak mümkün değil. Ama gene de
sözlerini kulaklarımız hâlen daha işitmekte. O kulaklar o sözleri işitmeye
devam edecek, dilimiz o kelimeleri yinelemeyi sürdürecek.
Bir daha hiç yaşamayacakmışçasına
O hâlâ bana tanıdık gelen arzuyla
Kendimi harap edip
Volkanların coğrafyasını çalışmak zorundayım.
Bugün uzaklaştı, dün daha da yakınlaştı
Demek ki artık Şimdi’nin elini tutup
Tarihin kıyısında yürüyebilir
Dağkeçilerinin düzensiz adımlarıyla
O döngüsel zamandan uzak durabilirim.
Benim yarınım nasıl kurtarılabilir?
Elektronik zamanın hızı mı
Yoksa çöl karavanımın yavaşlığı mı kurtaracak onu?
Son nefesime dek işlerim var
Yarını görmek istemezmiş gibi çalışacağım.
Burada olmayan bugünde yapacak işlerim var
O zaman sessiz sessiz oturup
Karıncanın adımları kadar ses çıkartan
Kalbimi dinleyeyim…
–Ramallah ve Haute Savoie
Güz başı, 2008
John Berger
9 Ağustos 2017
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder