Olivier Jutel Söyleşisi
Evgeni
Morozov
2008-2012
arası dönemde ABD Dışişleri Bakanlığı’nın “İnternet Özgürlüğü” ajandasını
dayatmak için gösterdiği çabaları yakından incelemiştim. Bu dönemde Amerikalı
diplomatlar, Hillary Clinton öncülüğünde, bir yandan internetin meziyetlerini
övüyor, bir yandan da WikiLeaks gibi çalışmalara karşı savaş yürütüyorlardı.
Bu
ikiyüzlülüklerinin yanında, beni en çok da ABD devletinin sahip olduğu, o gözle
görülmeyen ama epey güçlü mekanizma etkilemişti. Bu mekanizma; fonları,
bağışları, ihaleleri, konferansları, atölyeleri ve pilot projeleri içeriyordu.
Esasında “İnternet Özgürlüğü” denilen ajanda, salt söyleme dayalı bir proje de
değildi, o, bürokrasinin üstlendiği devasa bir işti. Bu sürece Jared Cohen ve
Alec Ross gibi şarlatanlar da dâhil olmuştu ama bunların önemi yoktu.
Araştırma
sürecim dâhilinde ben, farklı konulara yöneldim ama bu “İnternet Özgürlüğü”
denilen ajandaya yönelik ilgim devam etti. Söz konusu ajanda, Web 2.0 ve Web3
kavşaklarından geçerek bugüne geldi. Son birkaç yıldır da dışişleri bakanlığı,
blok zinciri mucitlerine methiyeler içeren şarkılar söylemekle meşgul.
Uzun
zamandır ABD devletinin blok zincirine dönük ilgisini ve bunun Pasifik’teki ada
ülkeleriyle alakasını inceleyen, şu an Yeni Zelanda’da yaşayan Olivier Jutel,
“Blok Zinciri Emperyalizmi” başlıklı oldukça ilginç bir makale kaleme aldı.
Makalede Jutel, Amerikalı diplomatlarla kriptocu liberterler arasındaki ilginç
ve garip ittifakları ifşa ediyor.
Son
dönemde Pasifik’in kripto paraların “test edileceği yeni zemin” olduğuna
ilişkin çokça laf ediliyor. Medyanın kırk yaşındaki zıpır cumhurbaşkanını
kolaylıkla eleştirdiği El Salvador’daki Bitcoin deneyiminden farklı olarak
Pasifik’teki projelerin birçoğunda başvurulan ve insanî yardımı vurgulayan dil,
medyada epey ilgi gördü. Bu anlamda, Olivier Jutel’in olan biteni ayrıntılı ve
eleştirel bir üslupla ele alan makalesini okumanın zihin açıcı bir pratik
olduğunu söylemek gerekiyor.
* * *
Birçok
kripto projesinin ardındaki politik niyet, aşırı liberter hayallere dayandığı
için kolayca bir kenara itebilir. Lâkin hem uluslararası STK’ları, hem yardım
kuruluşlarını ve kalkınma ajanslarını hem de ABD dışişleri bakanlığını radarına
alan çalışma, ortaya çıkan ideolojik manzaranın çok daha karmaşık olduğunu
ortaya koyuyor. Tüm bu aktörler, blok zincirleri ve bunların dönüştürme
potansiyeli hakkında ne düşünüyorlar?
Son
çalışmamda, blok zinciri projelerinin Fiji, Tuvalu, Vanuatu, Papua Yeni Gine
gibi Pasifik’te bulunan ülkelerdeki ekonomik ve politik gelişmelerle bağlantılı
muhtelif sorunlara çözüm sunacak adımlar olarak nasıl öne çıkartıldıklarını
inceliyorum. Teknolojinin bu tür meselelerde önemli bir rol oynayacağı
düşüncesi, yeni değil. Elimizde “Kalkınma İçin Enformasyon ve Haberleşme
Teknolojileri” diye bir şey var ve bu teknolojik güç; büyük veri, cep
telefonları, akıllı şehirler vs. ile bağlantılı, henüz yerine gelmemiş birçok
vaatte bulunuyor.
Blok
zinciri gibi ekonomik ve politik kalkınma açısından akla hayale sığmayacak
şeyleri vaat etmesi yanında bu teknolojiler, aynı zamanda veri birikimi ve
platform kontrolü konusunda yeni zeminler sunuyor. Ayrıca bu teknolojiler,
devleti baypas eden, onun üzerinden atlayan yönetişim çözümleri sunuyor,
üstelik devleti yozlaşmış ve yozlaştıran bir aracı olarak görüyor.
Bu
sektörde daha öncesinde herhangi bir deneyime sahip olmayan, sahanın yenisi
olan blok zinciri geliştiricileri, denemeler yapmak için bereketli bir toprak
buldular, kalkınma ve yardım kuruluşlarından ciddi yardımlar aldılar, bu
anlamda, mevzuattaki ve kanundaki açıklardan istifade etmekle kalmadılar, bu
tür desteklerle kendilerine yol açtılar.
İşin
tuhaf yanı, blok zinciri, her ne kadar devletsiz bir teknoloji olarak takdim
edilse de ortada bir hükümet var ve bu hükümet de ABD hükümeti. Teknoloji
kamplarına ve diğer girişimlere parayı bu hükümet akıtıyor. Burada ABD
devletinin amacı, blok zincirini kalkınmayla alakalı sorunları yekten çözecek
bir araca dönüştürmek. Belki blok zinciri ile disipline edilip reforma tabi
tutulacağı düşünülen hükümetler, neticede muhtemelen zayıflayacak ama bu
sürecin sonunda yeni kontrol biçimleri açığa çıkacak. Benim “blok zinciri
emperyalizmi” adını verdiğim sürecin asli gücü ABD, üstelik kripto paralar onun
egemenliğini hiçbir şekilde tehdit etmiyor.
“Blok
zinciri emperyalizmi”ne bir örnek verebilir misin?
Sürecin
en çarpıcı biçimde ilerlediği yerlerden biri, Papua Yeni Gine. Bu ülke, merkezi
Delaware’de bulunan, Draper Üniversitesi mezunu Shane Ninai’nin sahibi olduğu
Ledger Atlas şirketiyle bir mutabakat anlaşması imzaladı. 2018’de imzalanan bu
anlaşmanın amacı, blok zinciri üzerine kurulu özel bir ekonomik bölge,
Draper’ın bir tweet’inde de belirttiği gibi, bir “kripto bölgesi” oluşturmaktı.
Şirket; göçün kontrolü, kanunların çıkartılması, pasaportların basılması ve bu
bağlamda hükümetin üstleneceği birçok başka işin yürütülmesi konusunda yetkiye
sahip olacaktı. Neyse ki birçok blok zinciri projesi gibi bu da başarısızlığa
uğrayıp rafa kaldırıldı.
Söz
konusu projede ütopik kimi hedeflerle sömürüye hizmet eden niyetler el ele
ilerlemekteydi. Pasifik ülkelerinde vergi kaçırma faaliyetlerinin blok zinciri
temelli insanî yardım faaliyetleriyle birlikte ilerlediğine tanık oluyoruz.
Bölge genelinde Oxfam gibi büyük uluslararası aktörlere rastlıyoruz. Oxfam da
kendi itibarını artırmak için kripto para ve blok zincirlerine yönelik ilgiyi
ve heyecanı artırmaya çalışan kurumlardan biri. Oysa bu tür çabaların bu
ülkelerdeki halklara bir hayrı yok, zarardan başka bir sonuca yol açmaları
mümkün değil.
İncelediğim
kripto projelerinin önemli bölümünün uygulanma imkânı bile yok. Bu projeler,
altyapının büyük ölçüde iyileştirilmesine ihtiyaç duyuyor. Başarısız olmalarına
rağmen söz konusu projeler, bu ülkeleri piyasaya açtıkları, tedarik zincirini
kontrol ettikleri için, blok zinciri temelli kontrol mekanizmalarını allayıp
pullayan dijital kimlik uygulamaları üzerinden dillendirilen övgüler dâhilinde
başarılıymış gibi lanse ediliyorlar. Oysa bu mekanizmalar, Kuzey ile Güney
arasındaki eşitsizlik gerçeğini temel alıyor. Blok zinciri, söz konusu
eşitsizlikleri elindeki sihirli değnekle ortadan kaldırmak şöyle dursun, o
eşitsizlikleri besliyor.
“Blok
zinciri emperyalizmi” ile ilgili bir makale yazmaya nasıl karar verdin?
Üç
yıldır Fiji’de bulunan Güney Pasifik Üniversitesi’nde çalışıyorum. Fiji’de
ABD’nin sahip olduğu o yumuşak güce bizzat şahit oldum. İnternetin ideolojik
bir araç olduğunu orada anladım. Gazetecilik bölümünde çalışıyordum. ABD
dışişleri bakanlığı dijital gazetecilik dersleri veren, yalan haberlerle ilgili
atölye çalışmaları yürüten benim gibi isimlerle ilişki kurmaya çalışıyordu.
Fiji’de o internet tabanlı sivil toplum denilen şeye gözlerimle şahit oldum.
Dışişleri, 2006 yılında yaşanan darbe süreci boyunca altyapısı sağlam kurulmuş
bir blog dünyası meydana getirmişti.
Büyük
ölçüde standart Web 2.0 üzerine kurulu bir dil devredeydi. Bol miktarda yazılım
yarışmalarından, her türden çözüm odaklı numaradan bahseden konuşmaya tanıklık
ediyor, örneğin, balık stokunun kurtarılmasına veya Pasifik’teki büyük çevre ve
politika sorunlarından nasıl kurtulacağımıza dair etiketlere rastlıyordunuz.
Sonra 2018’de ABD Büyükelçiliği’nin finanstan yargı reformuna birçok farklı
alanda sorunların çözülmesinde ve yönetişim alanında blok zincirinin nasıl
kullanılacağı meselesini ele alan bir teknoloji kampının tanıtımını yaptığını
fark ettim.
O
an bu blok zinciri denilen sahanın fazla abartıldığını düşündüm. Blok zincirini
de, kripto parayı da, siber liberterleri de biliyordum. Ama blok zincirinin
Pasifik için gerçek kimi çözümler sunacağı fikrine pek ısınamamıştım. Ayrıca
blok zinciriyle alakalı olarak başvurulan dilin, esasen hep radikal ve liberter
bir yönelim olarak kalmış olan kripto paralarla ilgili lafları
normalleştirdiğini düşünüyordum.
Bu
sebeple, ilgili sahaya daha geniş bir pencereden bakmaya karar verdim. Bölgede
blok zinciri denemeleri yapan Oxfam gibi örgütlerin teknik raporlarını
inceledim. Medyada çıkan haberlere ve konferanslara sunulan makalelere göz
attım. Bölgede faal olan birçok blok zinciri geliştiricisiyle sohbet ettim. Bu
isimlerin büyük bir kısmı, ülkeye dışarıdan gelmiş, belirli ilişkileri
kurduktan sonra blok zinciri geliştirmiş kişilerdi. Dolayısıyla, Fijili çok
fazla insanla tanışamadım.
Pek
iyimser sonuçlara ulaştığımı söyleyemem. Bu projelerin büyük bir kısmı, sonuç
almakla birlikte, Pasifik ülkelerinin egemenliğine ciddi zararlar vermiş. Neyse
ki bunlar, genelde halkla ilişkiler aşamasında kalıp herhangi bir şirketle bağ
kuramamışlar. Ama bölgede hâlen yürürlükte olan, nispeten daha uzun vadeli
projeler var ve bunların beni epey endişelendirdiğini söylemeliyim.
Pasifik’te
kalkınma sahasında blok zinciri teknolojilerini öne çıkartan insanlar kimler?
Ben,
bunlara “çözüm odaklı sınıf” diyorum. Teknoloji sektörü, STK sektörü ve
avukatlık sektörü arasında bağlar kuran birileri var. Bu insanlar, aradaki
sınırları silikleştiriyorlar. ABD dışişleri bakanlığı türünden kurumlar, Pasifik
ülkelerine gelince belirli uygulamaların tanıtımını yapmaktan çok, o ülke
yöneticilerinin zihnine, kalkınma sahası bağlamında Silikon Vadisi’ndeki çözüm
odaklı mantığı yerleştiriyorlar. Tam da Lilly Irani’nin yazdığı gibi, yazılım
yarışmaları bu amaç doğrultusunda düzenleniyor. Bu mantık, sonrasında ekonomik
kalkınma alanına da taşınıyor.
Bu
alan dâhilinde yürütülen yazılım yarışmalarında örgütleyiciler, “Hadi gidip
toplum liderlerini, geliştiricileri ve girişim kapitalistlerini kafalayalım.”
diyorlar. En parlak zekâları, en iyi isimleri bir odaya dolduruyorlar. Burada
esasen gayet idealist, gayet sınırlı bir dünya anlayışı söz konusu.
Peki
iktidar dediğimiz şey, bu çözümlerle ilgili çabanın neresinde? Pasifik ülkeleri
bağlamında karşımıza oldukça zengin ve karmaşık bir yapıya sahip yerli
kültürleri, miras ve tarihsel birikim çıkıyor. Tüm bunlar, Silikon Vadisi’nin
iyimserliği karşısında düzleniyor. Kalkınmaya dönük yardımlar dışarıdan
geliyor. Bunlar, çoğunlukla halkla ilişkilerle ve reklamcılıkla ilgili
faaliyetlere akıtılıyor.
Oxfam
Laboratuvarları veya Dünya Gıda Programı’nın “açlığasonver” etiketi konusunda
da benzer bir süreç işliyor. Herkes, Silikon Vadisi’nin dilini ve icraat
tarzını benimsiyor, STK’lar, reklamcıların kullandıkları hızlı Powerpoint
sunumlarıyla işlerini görüyorlar. Bu, bir tür kültür emperyalizminden başka bir
şey değil.
2018’de
Fiji’de düzenlenen Teknoloji Kampı’nda senin en çok ne dikkatini çekmişti?
Teknoloji
Kampı, Hillary Clinton’ın dışişleri bakanı iken duyurduğu internet özgürlüğü
ajandasının bir uzantısından başka bir şey değildi. Burada daha çok “bağlanma
özgürlüğü”nden dem vuruluyordu. Bu anlamda teknoloji kampları, “sivil toplum
2.0”, yani STK faaliyetlerinin ikinci sürümü olarak teşvik edilmekteydi. Büyük
ölçüde de yazılım yarışmalarından oluşuyordu.
2018’deki
kampta en çok da ton balığı tedarik zinciri için geliştirilmiş blok zinciri
projesi öne çıkartıldı. Bu işin arkasında TraSeables isimli bir Fijili şirket,
Dünya Yaban Hayatı Fonu (WWF) ve Viant isimli yenilikçi şirket vardı. Viant
sonrasında Joseph Lubin’in kurduğu blok zinciri işletmelerini bir araya
getiren, Ethereum isimli kripto parasını geliştiren beş şirketten biri olan
ConsenSys şirketine dâhil oldu. Blok zincirini dünyaya yayma konusunda çalışan
en önemli isimlerden biri hâline gelen Lubin’e göre blok zinciri, “kolektif
kapitalizm” denilen yeni ekonomi rejimine yol açabilecek yaratıcı ve yeni sorun
çözme yöntemiydi. Yardım ve kalkınma kuruluşları ile birlikte çalışan Lubin,
uzun süre kendince egemen bir kimliğe sahip olmakla ilgili çözüm yolları bulmak
için uğraştı. ConsenSys Akademisi’ni hükümetlere, STK’lara ve teknoloji
geliştiricilerine pazarlamaya çalıştı.
Ton
balığı blok zinciri projesi, esasen herkesin bildiği şeyleri vaat ediyordu:
sürdürülebilirlik, izlenebilirlik ve ahlaki olmayan kaynaklardan gelen
ürünlerin imhası. Bu fikre göre büyük çoğunluğu yurtdışında yaşayan son
kullanıcı, bir QR koduyla ürünün menşeini öğrenebilecekti. Gelgelelim bu,
balıkla alakalı verilerin yakın alan iletişimi ve radyo frekansı tanımlaması
kullanılarak zincire kaydedilmesi gerektiği için o kadar da kolay bir iş
değildi. Ayrıca Fiji’de bu kadar karmaşık bir projenin yürürlüğe konulması için
gereken altyapı bulunmamaktaydı. Yereldeki ortaklarına bu işi anlatma
noktasında Viant başka bir güçlükle karşılaştı. Önerdiği çözümlerin maliyeti
çok yüksekti. Bu çözüm işe yarasa bile bunun ne menem bir çözüm olduğunu
soracak biri illaki çıkacaktı. Zira bu çözüm, Fijililerin fiyat araştırmasını
kendi doğal kaynakları üzerinden yaptığı, küresel ton balığı ticaretindeki
dengesizlikleri gidermeden, ihracat güdümlü neoliberal büyüme modelinin
güçlenmesine neden olacak bir çözümdü.
Bu,
herkesin bildiği bir operasyon aslında. Viant gibi bir yabancı şirket geliyor,
işlem ücretleri ve komisyonlardan payına düşeni alıyor, yereldeki STK ve kimi
teknoloji geliştiricileri böylelikle yenilikçi ve yaratıcı yönlerini övme
imkânı buluyor, ama asıl belirleyici olan ekonomik ve ekonomik koşullara hiç
dokunulmuyor, hatta bunlar daha da kötüye gidiyor. Bu, tipik bir “çözüm odaklı”
girişimden başka bir şey değil.
Görebildiğimiz
kadarıyla tapu sicillerinin blok zincirine konulmasıyla ilgili birçok faaliyet
yürütülüyor. Üstelik bu, sadece Pasifik’te yaşanan bir şey de değil. Blok
zincirinden önce tapu dağıtma işi neoliberalizme hizmet eden bir tür Truva Atı
olarak görülürdü. Bugün de aynı durum mu geçerli?
Kesinlikle
öyle. Dünya genelinde bu işi en fazla Küresel Blok Zinciri İş Konseyi reklam
ediyor. Bu lobi grubunun arkasında ise Richard Branson var. Konsey, onun özel
adasında kuruldu. Kendisi de tantanalı bir törenle Davos’a davet edildi.
Toprakta mülkiyet haklarını eskiden beri savunan Hernando de Soto, konseyin
kuruluşunda ve yönetim kurulunda yer almış. Burada geliştirilen fikirler
propaganda faaliyetleri dâhilinde her yere yayılıyor. Ulusötesi şirket sahibi
olup meselelere çözüm odaklı yaklaşan sınıfı incelemek istiyorsanız bu tür
yapıları incelemeniz gerekiyor.
Örneğin Hernando de Soto, blok zincirinin Washington Konsensüsü’nü (G8 ülkelerinin kabul
ettiği, IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün uygulamaya koyduğu
reform paketi -ç.n.) politik sloganlara daha az başvurmak suretiyle
yeniden devreye sokmak için mükemmel bir fırsat olduğunu düşünüyor. 2018’de Wall
Street Journal’a yazdığı “Blok Zinciri Yoksulluğu Nasıl Bitirecek?”
başlıklı yazısında da benzer şeyleri dile getiriyor.
Ben
çalışmamda, bahsini ettiğim Küresel Blok Zinciri İş Konseyi’nin Pasifik
ülkelerindeki elçisi olan Sandra Uwantege Hart’ı incelemiştim. Birçok farklı
kurumda çalışmış olan Hart, gittiği her yerde blok zincirini savunmuş. Dünya
Gıda Programı gibi yerlerde çalışan Hart, Oxfam’de Engelsiz Nakit Projesi’ne
öncülük etmiş. Şu an kendisi özel bir danışmanlık şirketi bünyesinde çalışıyor.
Tapu
kayıtları konusunda bugün Fiji’de Asya Kalkınma Bankası bir blok zinciri
projesini yürürlüğe koydu. Adanın yüzde doksanı, yerli halka ait bir şirketin
elinde. Bu topraklar, on dokuzuncu yüzyılda İngilizlere ait arazi
komisyoncusunun elinden alınmış. O dönemde adaya gelen haritacılar sürekli
saldırıya uğramış, çünkü ada halkı, teknoloji kullanılarak yapılan bu işlemin
emperyalizme hizmet ettiğini görmüş. Dolayısıyla, tüm bu toprak ortak mülkiyete
alınmış. Fiji’nin egemenliği de bağımsızlığı da bu muhteşem mirasa bağlı.
Bugün
tüm o neoliberal zihniyetiyle Asya Kalkınma Bankası, bu topraklara bakıp, “para
kazanmak için ihtiyaç duyduğumuz o bakir topraklar burada” diyor. Bu işi de
blok zinciri aracılığıyla yapmak istiyor. Fiji’de toprak mülkiyetinde şeffaflık
diye bir şey yok, zaten bu, o kadar da önemli bir sorun değil. Çünkü
şeffaflığın bulunmaması sayesinde toprak, mülkiyet hakkını temel alan ilişkiler
dışında ele alınabilir.
Fiji’de
önde gelen blok zinciri geliştiricilerinden biriyle konuştum ve planın hiçbir
anlamının bulunmadığını söyledim. Normalde hükümet toprak meselesini piyasacı
bir anlayış üzerinden örgütlemek istediğinde halk direnç gösterir, devletin
tarihsel mirasa karışmaması gerektiğini söylerdi. Lâkin bugün böylesi bir
dirençle karşılaşmıyoruz. Çünkü tüm faaliyet, blok zinciri teknolojisinin o
çözüm odaklı, yenilikçi perdesi gerisinden yürütülüyor.
İngiliz-Amerikan
dünyasının zihninde Pasifik’in gördüğü işlev hakkında bir şey söylemek ister
misin? Birçok teknoloji milyarderinin Yeni Zelanda konusunda ellerini
ovuşturduklarını biliyoruz, ama mesele bu kadar basit değil galiba.
Pasifik
dünyasının önemli isimlerinden olan Teresia Teaiwa, Amerika’nın Pasifik’le
yüzleşmesini gayet güzel anlatıyor. Amerikalılar için Pasifik, boşluğun ve
pasifliğin hâkim olduğu, düşsel bir okyanusu ifade ediyor. Burası, tam da
Robinson Crusoe’nun hayallerini gerçekleştirdiği yer olarak görülüyor. Esasen
Pasifik üzerinden Batı, yerli göçebe insanları ve onların doğayla kurdukları
temel bağı fetişleştiriyor. Blok zinciri gibi teknolojiler ise çoğunlukla bir
tür aracı güç olarak değerlendiriliyorlar.
Tim
Draper’ın Papua Yeni Gine’de yürürlüğe koyduğu projenin en kötü yönlerinden
biri de blok zincirinin, yerliliği ifade eden bir metafor olarak kullanılması.
Bir yandan karşımızda deniz kabuklarından yapılmış kolyeleri satan yerli halk,
bir yandan da güven üzerine kurulu konsensüs algoritması duruyor. Bu anlamda, blok zincirini yerli halkın kendi kaderini tayin hakkı ile ilişkilendirmek,
gerçekten utanç verici bir adım.
Pasifik,
Silikon Vadisi’nin hayal gücü dâhilinde de özel bir yere sahip. Bu vadinin
insanlarının büyük bir kısmı, özellikle liberter olanlar, nihai sınır olarak
Kaliforniya’dan o kadar da memnun değiller. Pasifik Okyanusu’nu geçince ya dış
uzaya çıkma ya Pasifik’te her şeyden kopuk bir ada meydana getirme ya da
Vanuatu gibi vergi cenneti hâline gelmiş bir adaya yerleşme hayali kuruyorlar.
Bu siber liberterlerin hayal güçleri de zihinleri de alabildiğine toplum
karşıtı. Dolayısıyla, bu ada ülkelerini bakir ve dokunulmamış kabul ettikleri
için göçebe gibi her yanı gezen isimler buralara geliyorlar.
Bu
coğrafyayı inceleyip orada faaliyet yürüten insanlarla sohbet ettin. Bu
insanlar, bazı projelerdeki devlet karşıtı dili, Amerikan hükümetince dayatılan
merkezsiz protokollere sahip kamu kurumları ve etkisi olmayan devletle ikame
eden pratikle nasıl uzlaştırabiliyorlar?
Tüm
bu blok zinciri geliştiricileri, devletin dijital sözleşmenin bir sözleşme,
kripto paranın bir para birimi olarak kabul görmesi için gerekli yasal izni
vermesi gerektiğini, ancak bu sayede sınırı aşabildiklerini biliyorlar. Viant
şirketinden Joseph Lubin gibi insanlar, bu sayede topraksızlaşmadan,
devletsizleşmeden söz edebiliyorlar. ConsenSys, “askeri blok zinciri”ni bu
düzlemde övebiliyor. Amerikan askerinin bu alanda olması gerektiğini söylüyor.
Bu kişiler devletsizliği savunurken bir anda Terminatör filminde
gördüğümüz türden, her şeyi kontrol eden yapay zekâ sistemi Skynet’i savunur
konuma gelebiliyorlar.
Egemenliği
kendinden kimlik, bu alanda karşımıza çıkan en önemli düstur. Joe Lubin, bu
fikri dışişleri bakanlığına satarken Küresel Güney’in politik ve çevresel
felâketler yüzünden hayatları mahvolmuş yoksullarına dair bir hikâye anlatıyor.
Onlara diyor ki: “Tüm talihsizliklere rağmen artık devlete mecbur değilsiniz,
kendi kimliğinizi yanınızda taşıyabilirsiniz, bu kimlik, blok zincirinde güven
altında olacaktır. Amerika sahillerine özgürce gelebilir, böylece
özgürleşebilirsiniz.”
Bence
bunun tam tersi geçerli. Blok zinciri üzerine kurulu, egemenliği kendinden
kimlik, askerîleşmiş devletin sosyal kredi ile ilgili risk değerlendirmelerini
yapmasına imkân sağlayacak bir yol aslında. Burası, hiçbir aracı kurumla
bağımızın olmadığı, ayrıca hiçbir evrensel hakka sahip olmadığımız cesur yeni
dünya. Bu dünyada sadece bireylerin eylem alanları konusunda müzakereler
yürütmesine izin olacak. Bu dünyada “ABD’nin gücü azalacak” diyenler, yalan
söylüyorlar.
Kripto
paraların anti-emperyalist olduğunu söyleyenler de saçmalıyorlar. Kübalıların
ABD yaptırımlarından kurtulmak için kripto para kullandığına dair sözlerse
sadece blok zincirine meraklı solcuların ilgisini çekiyor. Kripto para
kullanımının doların gücünü azalttığını söyleyenler de yalan söylüyorlar.
“Blok
zinciri emperyalizmi”ne bu kadar az direnç gösterilmesinin nedeni ne sence?
Dışişleri
bakanlığı ve teknoloji şirketleri Pasifik’te çok güçlü. Bu güçlerini ise
Pasifik ülkelerindeki yetkilileri yalanlarla ve gösterilerle kandırma
becerisine borçlular. Burada Frantz Fanon’u anmak isterim. Fanon, sömürgenin
teknolojiye teslim olmuş öznesinin aşağılık kompleksinden söz eder.
Blok
zincirini övenler, esasen bu ülkelerin belirli aşamaların üzerinden atlayıp
ilerlemesini, geleceğe uzanmasını, finans, ekonomi ve teknoloji dünyasına dâhil
olmasını sağlayacağını söylüyorlar, buradan da “Bunu kim istemez?” diye
soruyorlar.
Gelişmekte
olan ülkelerin önemli bir kısmında devlet denilen önemli kurumun yok olduğu
koşullarda bunun gerçekleşmesi mümkün değil. Bir zamanlar var olan devletler,
yapısal ayarlamalar ve dış kaynaklı başka kısıtlamalar üzerinden sahneye çıkma
ve güçlerini pekiştirme imkânını yitirdiler. Bize de sadece STK’lar ve blok
zinciri geliştiricileri kaldı. Ben, bunlardan pek bir şey beklemiyorum.
Şunu
da anlamamız gerekiyor: Fiji gibi ülkeler, sadece Çin değil, Singapur modeline
de ilgi gösteriyorlar. Merkezî altyapıyı esas alan, tek bir düğmeye basılarak
kapatılabilecek altyapıya bel bağlayan bu türden merkezîleşmiş toplumlar,
belirli politik güçlere epey cazip geliyor.
Amerika
“sivil toplum 2.0”ı, Ethereum gibi merkezsiz ve devletsiz teknolojileri tercih
eden toplum formunu, böylesi bir jeopolitik bağlamda öne çıkartıyor. O, bu tür
toplumların şifresinin daha kolay çözülebildiğini iyi biliyor.
[Olivier Jutel, Otago Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışıyor. Bu okulda haberleşme ve dijital medya dersleri veriyor. Daha öncesinde ise Fiji’de bulunan Güney Pasifik Üniversitesi’nin radyo-televizyon bölümünde gazetecilik dersleri verdi. Blok zinciri ile ilgili çalışmasını o dönemde yaptı. Çalışmada ABD dışişleri bakanlığının STK sahasında gündeme gelen teknoloji temelli çözüm odaklı yaklaşım dâhilinde oynadığı rolü inceledi. Blok zinciri ile ilgili son kaleme aldığı çalışma “Pasifik’te Blok Zinciri Emperyalizmi” başlığını taşıyor. “Blok Zinciri Temelli İnsani Yardımlar ve Kripto Para Sömürgeciliği” isimli çalışması ise yakında yayımlanacak.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder